1. şu sıralar ot festivali adı altında reçel ve gözleme itelendiği yer. kavanozlar süslü olunca lezzet mükemmel olmuyor, daha önce sığacık'ta denenmişliği var. sığacık'ta masumiyetini yitirdi malesef. festival adı altında tuzaklara düşen yurdum kokonaları ısırgan otlu gözleme yiyerek ayy hayatım nefis olmuş modunda. tebessümle izliyorum. ot arayanların rotasını tire, ödemiş'e çevirmesi gerek. ne olur turizm kokonasına yenik düşmesin bazı yerleşim yerleri. gürültü ve görmemişlik tehlikeli malesef. huzura çelme atıyor.
  2. alaçatı günlüğüm,
    “yarın öldüğümüz zaman birisi bize sorsa: ‘dünyada neler gördünüz?’dese, herhalde verecek cevap bulamayız. koşmaktan görmeye vaktimiz olmuyor ki!” demiş sabahattin ali, değirmen’inde. tam da bu cümleleri, koşmaktan bıktığım istanbul günlerinden kaçıp alaçatı’da sığındığım bir kahvede okudum. işte o an kafamı kaldırdım ve güneşin sindiği gökyüzüne baktım, dilimde ot kokusu-elimde sabun kokusu-kahvemden burnuma ulaşan sakız kokusu ile. işte o an yaşıyordum.
    dutlu kahve, köy meydanına kurulmuş mavili-beyazlı masalar dut ağacı gölgesinde beni karşıladı, karşısında köy yaşlıların sessiz gülümsemeleriyle. sokakları arşınlayıp sürekli bu yere geldim tekrar tekrar, içindeyken bir kitabın içinde yaşıyormuşum gibiydi. –en huzur bulduğum. aslında bütün günlerimi o meydanda oturup geçirebilirdim, ama elbette yeni’ye gitmeli yeni.
    sağımda solumda taş evler sıralanıyor, aslı rum evleri olduğunu öğrendiğim. her biri ayrı ayrı renklerin dokunmasıyla duru bir selam veriyor. bazı yerlerde bir ağaç dibinde, bir heykel köşesinde ya da bir resimle el sıkışarak. balkonlarında oturup bir türlü dinmeyen alaçatı rüzgârının içime dolmasını istediğimden galiba bu evlerde oturanlara birazcık imrendim. sanırım birazcık değil, çok.
    dahası arnavut kaldırımlı sokaklar içinde kaybolmuş limon ağaçları, yel değirmeni ve ege mutfağının mezelerini geçerken alaçatı pazarına ulaşıyorum. -günlerden cumartesi olduğunu da söylemeliyim. perdeler, halılar, masa örtüleri, yazmalar, taze meyveler, otlar derken bir yerde duruyorum. kuşkusuz bu yer reçelci niko’nun tezgahı. haftanın yarısında sakız adası’nda öbür yarısında ise alaçatı’da olup iki yere de reçellerini, otlarını, doğal yağlarını, baharatlarını, samimiyetini, eşiyle o içten konuşmalarını yetiştiriyor. şimdi bile bunları yazarken gülümseyerek yazıyorum, enerjisinin nasıl ulaştığını siz düşünün. reçelleri için bir kez daha demeliyim ki harika, patlıcan, incir, domates, nar, enginar, kestane, böğürtlenli sakız ve daha nicesi.
    ve sonrası tekrar alaçatı sokakları.
    yerli halkla tutturduğum konuşmalar, farklı farklı denediğim otlu yemekler özellikle “asma yaprağı’nda”, gözümü sakızlı kurabiyeyle açıp ve sakızlı kurabiyeyle kapatmam, geçirdiğim 3 günün safı. doğaya varmışım gibi.
    tüm bu doğanın ve naifliğin yanında can sıkıcı bir şey var, o da bazı yerlerine istanbul’un iyice sinmiş olması. istanbul’daki insan kümeleşmeleri, 3.nesil kahveciler, lezzetlerdeki tekleşme… elbette bu gibi yerlerden uzak durmayı tercih ettim ben, size önerim de bu yönde.
    sabahattin ali’nin dediği gibi dünyada neler gördünüz?