1. yıldızsız bir geceydi, çölde olmasına rağmen tek bir yıldız dahi görememesini kendi yalnızlığına yordu, bir tek yıldız bile ona eşlik etmemişti. onca bulut alındı da bunca yok sayılmaya, uzak diyarlara gidip günlerce göz yaşı döktü. yıldızsız bir geceydi, gök ve yeryüzü sessizdi. kurumuş ve uçuşan bir kaç dikenden başka bir şey yoktu, rüzgarın keyfince dans ettirmesi olmasa onlar da yoktu. öyle bir geceydi ki karanlık kaktüslerin dikenlerinden incinecek kadar somuttu. kumdan tepeler böyle gecelerde birbirlerine sarılıyor daha da büyüyorlardı. o da bir tepenin kavuşmasını izlemeye dalmıştı bu yıldızsız, karanlık ve kimsesiz gecede.

    bulutların ayrılışı sabaha çattı, güneş terkedilmiş hissetti. ve öyle bir kızardı ki bu hisle, çölde yaşayanların sol yanları yandı. uyandı, sol tarafındaki yanma hissiyle, artık kumlar düşmandı, çöl düşmandı. yürüdü bir kaç saat boyunca kimsesizliğin ortasında amaçsızca yürüdü. heryer birdi, herşey düşmandı. yavaşça attı fazla ağırlık yapan her şeyi. önce fazla kıyafetlerini, biraz sonra kitaplarını ve altınları, takıları. gerçekten değeri olanlardan başka ne varsa attı. biraz bağı kalmıştı sadece üzerinde, insanlıkla biraz bağı, yaşamla biraz bağı, kalan her şeyi atmıştı. tekrar gece çökerken kumlar toprağa karıştı, bastığı yer sertleşti, rüzgar yüzünü kesmeyi bıraktı.

    gece çöktü. biraz daha ilerledikten sonra eğildi başını bir taşa koydu, toprağı öptü. yıllardır ilk defa öpüyordu, dikenli bir topraktı öptüğü, karşılık verdi bu öpücüğe, dudağını kanattı. gülümsedi, kanadı, tekrar ayağa kalktı. yakınlarda duran bir başka taşa yürüdü, üzerine oturdu. ayakları yere daha bir sağlam basıyordu, kendisini daha kalabalık hissediyordu. başını göğe kaldırdı hatırladığı ilk zamanlardan beri yaptığı gibi, ibadet eder gibi, beklediğine kavuşur gibi, yıldızsız geceye baktı. başını yıllardır yaptığı gibi, küfreder gibi, ayrılık gibi, boşa geçmiş bir ömür gibi önüne eğdi. düz bir yer bulup yattı, yıldızsız bir gecede sessiz bir uykuya daldı.

    sabah uyandığında rüya görmemişti, susamamıştı, dinlenmemişti, yorulmamıştı, sadece uyumuştu, hissiz, derin, kimsesiz bir uykuydu bu. kalktı yola düştü, güneş daha bir dost değildi bugün, ama gene de sıcaklığını sırtında hissetti. yürüdükçe unuttu çölü, yürüdükçe unuttu zaten hatırlayamadığı her şeyi. ismi yoktu, belki olduysa da bir zaman, silinmişti hafızalardan, ismi yoktu yani yoktu, istikrarlı bir şekilde yok olmuştu. şimdi sert toprağa basarak yürüyordu, toprakta iz yoktu, etrafta ses yoktu, sonsuz bir kimsesizliğe kapılmış gibi boştu dünyası. etki etmeden geçiyordu ıssız topraklardan. ayağı takıldı da farketti ıssızlığını bozan bir kaç çalıyı.yürüyünce biraz daha bir yılan tısladı, bir kertenkele kaçıştı, bir kuş uçuştu. hayat vardı, hareket vardı, o yoktu.

    gün bitti. bir mağara buldu, girmeden önce kaldırdı başını gökyüzüne baktı. yıldızsız bir geceydi, sessizdi, bir ismi olsaydı korkardı, olmadığını hatırladı rahatladı. karanlık, mağaraya ondan önce girmişti, takip etti, içindeki karanlığı izler gibi izledi mağaranın derinliklerine kadar. taş duvar kesince kısa yolculuğunu, durdu, kıvrıldı bir köşeye ve uyudu. ertesi sabah uyanmadı, sonra hiç uyanmadı, yok olmadı, ismi yoktu, çok önceleri yok olmuştu, artık var değildi o kadar. kimse ağlamadı, kimse anlamadı, kimse ölmedi, sadece bir yıldız kayboldu yıldızsız geceden.
  2. derin bir rüya, başlangıcı yok, ezelden beri bu rüyayı bekliyormuş gibi aşina her şeye. bir farenin gözünden görüyor önünde duran turuncu ayakkabılı adamı, ve bir farenin ayakları ile kaçıyor turuncu ayakkabılı adamın sopasından. küçük kalbinin sakinleşmesini bekliyor yeterince uzaklaştığında. sonra ileride toprağa saplanmış duran bir şişe takılıyor gözüne, yaklaştıkça büyüyor yansıması, büyüdükçe tanıyor kendini. garipsemiyor, şaşırmıyor, her sabah aynaya baktığı gibi bakıyor yansımasına, öyle umarsız, öyle alışkanlıktan. tek dikkatini kulağının birinin biraz küçük olması çekiyor, ve kulağına bozulan moraliyle terk ediyor yaklaştıkça büyüyen yansımasını.

    insanlardan uzak durması gerektiğini biliyor, o yüzden dalıyor en yakında gördüğü tarlaya. birkaç bitkiyi kemiriyor, ve hala şaşırarak sevmediğini fark ediyor yer elmasını. akşam çökmeye başlıyor, ne yapacağını bilemez halde sağa sola koşturuyor. güneşin batmasına inanamıyor, sanki tüm hayatını aydınlık yaşamış gibi kaçmaya çalışıyor kaçınılmaz sondan. kaçamıyor, çöküyor gece. şimdi her yer ölüm kokuyor. toprağı kazmaya başlıyor. mezarını kazar gibi kurtuluşunu kazıyor. yeterince kazdığını düşündüğünde, küçük deliğinin dibinde uykuya dalıyor.

    anlık bir uyku bu, uyumasıyla uyanması bir. ama yetiyor günün doğmasına. yavaşça çıkıyor güvensiz ama özgür olduğu toprağa. bir hışırtı sesi, yakında duyduğu, dikkatini çekiyor. gitmek konusunda gönülsüz, ilgisiz hayata karşı, açlığı ve ölüm korkusu dışında. ama bu ses farklı, bütün gün koştururken duyduğu bir şeyleri anımsatıyor, kendi minik ayak seslerini. sesin geldiği tarafa doğru meylediyor ihtiyatlı. bir patatesin yapraklarının arkasından bakıyor sesin geldiği tarafa. bir fare. aynı yere saplanmış şişede gördüğü yansımaya benziyor, sadece kulakları daha düzgün. bir dişi fare. yalnız olduğuna o kadar emindi ki. görüyor kendisini düzgün kulaklı, minik ayaklı diğer fare ve yaklaşıyor kendisine, kaçmamaya karar veriyor.

    koklamaya başlıyor dişi fare dikkatlice, belki de üreme mevsimi, henüz bunları bilmiyor. daha önce hep canı istedikçe seviştiği aklına geliyor. ama yanlış düşündüğünü anlıyor dişi topraktan dışarı çıkmış bir patatese doğru uzaklaştığı zaman. tanışmak için onun da düzgün kulaklıyı koklaması gerektiğini düşünüyor, yaklaşıyor. ne kadar çirkin olduğunu düşünüyor yaklaştıkça, yaklaştıkça büyüyor duyduğu iğrenti. acaba fareler de kusabilir mi? vazgeçiyor. daha fazla bu çirkin yaratıkla aynı ortamda kalamayacağını düşünüp koşmaya başlıyor.

    tekrar toprağa saplanmış şişeye vardığında hayranlıkla yaklaşıyor kendi yansımasına. küçük olan kulağı bile bozamıyor moralini. kendini seviyor, güzelliğini, kulaklarının asimetrisini. küçük ön ayaklarıyla yüzündeki kılları tarıyor. tekrar dönmemeye karar veriyor tarlaya. dönme fikri bile midesini bulandırıyor. bir ayakkabı bulana kadar koşuyor. topuklu kırmızı bir ayakkabı. kendisinden kaçışını izliyor ayakkabının. durdukça küçülmesini. artık hazır hissediyor kendini, bir baykuşun parçalayıp yavrularına dağıtacağı yem olmaya veya turuncu ayakkabılı bir insanın sopasında tüm kemiklerinin ve mümkünse ilk seferde omurgasının kırılmasına. ancak farklı yerde buluyor tatminini, bilinci hiçliğe karışıyor. uyanıyor.
  3. ufukta kaybolmuş giden geminin ardından gözleri doldu, kendisinin bile anlayamadığı bir şeyler mırıldandı. ellerini saçlarından çekti, keçeleşmiş saçlarından vazgeçmesi için bir kez daha kendini ikna etmeye çalıştı. 57. şimdilik hala rahat rahat sayabiliyorum en azından diye düşündü. hala düşünebildiğini düşündü. 57. yalnızlık. tekneleri batarken yuttuğu tuzlu sudan daha çok yaktı canını, düşünceleri bulandı.

    sahile yakın ağaçlardan birinde duran kuşlara bağırdı. yaşayıp yaşamadığını bilmek istiyordu hepsi bu. kuşlar korkmadı, kaçmadı, yaprakları zor kıpırtadan bir rüzgar kadar bile etkilemedi bağırması. gitti ağacın dibine oturdu. tekrar gözlerini ufuğa dikti. sonsuz çizginin aklını, duygularını, sesini kesişini izledi bir kez daha. güneş battı, sonsuz çizgi kayboldukça o da kayboldu uykusunda.

    güneşle doğruldu yattığı yerden. adanın biraz içlerinde duran meyve ağaçlarına doğru yürüdü. kuşların su içtiği yerden içti suyunu. 58. susayıp, acıktığı bir gün daha. en azından kuşlar var, bağırmasına alışmış, onu artık bir ağaçtan farklı görmeyen kuşlar. dış dünya ile tek bağı olan kuşlar. içinden hayallerine uçan kuşlar. açlığı geçene kadar meyve yedikten sonra kayalık bir bölgeye yürüdü, taşlara tek tek baktıktan sonra keskinleştirebileceğini düşündüğü bir tanesini seçti. başka bir taşla bilemeye başladı, gözleri ufukta elleri taşta. bir kaç saat sonra ufuk kadar keskinleştirmişti taşı. başını bir kayaya dayadı, keskinleştirdiği taşla gerdiği saçlarını kesmeye çalıştı. daha fazla yoldu mu kesti mi anlamadı ama bir zamanlar kendisine güven veren uzun saçlarından kurtuldu.

    güneş tepeye yaklaşırken bir ağacın gölgesine sığındı. güneş yakıyordu, günler yanıyordu, geceler yanıyordu, bir taşa bağlanmış batıyor gibi batıyordu hiçliğe. kendi ismini sayıkladı, sonra biraz daha yüksek sesle tekrar. ismini duymayalı neredeyse iki ay olmuştu. isminden şüphe etti, etinden şüphe etti, zihninden şüphe etti. yalnızlık hava gibi kaplamıştı adadaki günlerini. o buradaydı, sıcak kumları hissediyordu, kurtlu meyveler midesini bulandırıyor, tuzlu su hala ciğerini yakıyordu. o buradaydı, batık gemisinden bile kilometrelerce uzakta, haritalarda çizip isim vermeye değer vermedikleri bir adada. yengeçler biliyordu varlığını, yakalanmamak için kaçarken. kuşlar farkediyordu, bağırmak yetmeyip taş fırlatmaya başladığı zaman. ama bu kadardı işte. etki ettiği ne varsa bu isimsiz adadaydı ve varlığının son parçası ezdiği yengeçler gibi eziliyordu yalnızlıktan, bu isimsiz adada.

    ikindi vakti bir geminin daha ufukta göründüğünü sandı, gemi yoktu, ses yoktu, iz yoktu. keskinleştirdiği taşla ağaca bir şeyler yazmaya başladı. yardım istemiyordu, hikayesini yazmıyordu. ismini yazdı, yazabildiği en düzgün şekilde. tarihte bir yerde varolduğunu kanıtlamak istiyordu, hepsi bu. sahile yürüdü sonra, denize yürüdü, ufuğa yürüdü. yürüyemediği yerde yüzmeye başladı. güneş batıp da ufuk kaybolana kadar yüzdü. sonra durdu. güneşi kovalamak gibi bir derde düştü. battığı yerden daldı sulara, derine indikçe bulmaya inancı arttı. kolları çekmez olunca kendini, bitince nefesi, artık çıkışı yoktu. artık yoktu, isimsiz bir adada ismini verdiği bir ağaçtan başka.
  4. bir an durup karşısında duran simsiyah duvara baktı. bu duvara olan yakınlığından ürktü. elindeki kazma ile vurduğu darbeleri düşündü, kişiliğini arıtma çabası gibiydiler. madenin duvarları siyah gözyaşları döktükçe her darbede, daha bir arınıyordu kendisinden. bunca yıllık birikmiş öfkesi, kollarından duvara akıyordu. her vuruş bir haykırıştı, her nefes bir kirleniş. kişiliğinin yaraları onanmaz duruma gelince indirdiği darbelerden, durdu. yemek molasının geçtiği aklına geldi, ve susuzluk, susuzluk derisinden insan görüntüsünü silmişti. durdu. dinlenme köşesine doğru meyletti. yukarı çıkmaları gerekmesin diye bolca gönderdikleri sudan içti.

    vücudu kömür gibi yanıyordu. susuzluk terlemesini kesmiş, vücudu alev almıştı. içtiği su biraz söndürdü yangınını. oturdu bir köşeye, alnını sildi. kömürden duvarı düşündü. dürüst siyahlığını duvarın. eski bir arkadaşı geldi aklına, hep öldüreceğinden korkardı onu. siyah duvar gibi samimi gelirdi ona. siyah duvar gibi parçalanmaya müsait. ne kadar da saftı diye düşündü, kendinden başka her şey saf geliyordu artık. maden duvarlarından siyahı kazıdıkça içi kararmıştı. o sırada ayakkabısının yanında yürüyen bir böceği fark etti, rastgele hareketlerini biraz izledikten sonra topuğuyla ezdi. tekrar arınmak için duvarına doğru yürüdü.

    etrafta duran arkadaşlarını duymuyordu. kendisini anlattığı sürece vardılar, kendisinden bir şey bulmaya çalıştıkça duyardı onları. ne zaman siyah duvar biraz arındırsa ruhunu, dinlemez, konuşmaz olurdu arkadaşlarıyla. kendini iyi hissetmek için vefalı davrandığı anları saymazsak aklına da gelmezdiler ya, madenin darlığı hatırlatıyordu. hepsini çirkin bulurdu, hepsinden tiksinirdi ama gene de siyah dayanılmaz olunca yanlarına gitmek isterdi. siyaha tutkundu o, kendine tutkundu, içindeki bencilliğe tutkundu, iğrendiği ruhuna tutkundu. diğer insanların dostluğu, çürümüş ruhunun kokusu dayanılmaz olduğunda sığındığı limanıydı o kadar. siyah duvar kendiyle ilgilenmez olunca sığındığı. şimdi de konuşuyorlardı, hissedemediği sesler çıkıyordu.

    tekrar çalışmaya başladığından beri kaç saat geçti bilmiyordu, sadece vuruyordu, gözünde mükemmel siyah duvara. elinde onu kırmak için yapılmış kazması. sevdiğine zarar vermekten aldığı hazla vuruyordu duvara. siyah ağıtlar yakıyordu duvar, akıttığı her damla yaş, yanmaya hazır bir taş gibi düşüyordu yere. siyah duvara indirdiği darbeler bozmuyordu mükemmelliğini, kendisini daha umarsız yapıyordu o kadar.

    mesaisinin bitmesine yakın farklı bir şey oldu. duvarda beyaz bir parça belirdi. hayallerinin mükemmelliğine gölge düşüren bir beyazlık. duvarı incitmenin bedeli, mükemmelliğin sonu belirdi. nefesi kesildi. düşecek gibi oldu. kazmayı bi kenara koyup duvara yaklaştı, eliyle beyaz taşa dokundu. beyaz taşın soğukluğuna, hissizliğine. son darbeyi kendisine indirmişti. kalbini parçalamıştı sonunda. kalktı, madenden çıkmaya karar verdi. aklında terk edilmişliği vardı. yukarı çıktığında havanın serin olduğunu fark etti. derin bir nefes aldı. son tutkusundan kurtulmanın verdiği bir özgürlük hissetti. artık arınamayacaktı. artık son bağı da kopmuştu. yorulduğunu fark etti nedense. uzanmak için bir yer aramaya başladı. gözüne yakında ki raylar ilişti gitti başını bir raya koydu. madende geçirdiği saatlerde gece çökmüştü. gökyüzüne baktı, yıldız yoktu. hayalleri yoktu, sevinci yoktu, üzüntüsü yoktu. gözlerini kapattı serin ve rahat bir uykuya daldı.

    rayların titremesiyle uyandı, uzaktan bir tren geliyordu. treni seyretmeye başladı, yaklaştıkça gürültüsü artıyordu. rayların sallantısından başını koyamaz oldu, doğruldu. elini cebine attı bir sigara çıkarttı, yaktı. derin bir nefes çekti sigaradan. madenin girişine baktı. siyah duvardaki beyaz taşı hatırladı. sağına döndü, gecenin karanlığında trenin ışığına baktı. mükemmel siyahı boza bir beyazlık daha diye düşündü. madendeki beyaz taş ruhunu öldürmüştü, tren yaklaştıkça bunu fark etti. tekrar madenin girişine baktı. kendinde kalkacak gücü bulamadı. gecenin karanlığında kendini trenin beyaz ışığına bıraktı.
  5. kalabalık bir şehir, omzum birilerine çarpmadan üç yüz metre gitmişliğim olmadı. şu yoldan karşıya geçene kadar kim bilir kaç omuza daha sarılacak omzum. yerdeki beyaz şeritler hala nasıl bu kadar beyaz, sanki birileri her gece bu şeritleri tekrar boyuyor. ve işte karşıdayım, ışık kırmızıya dönmüş bile, kim bilir gene kimlere çarptım, omzum inceden sızlıyor. sanki tanıdık bir yüz göreceğim, neden kaldırdım ki başımı, karşıdaki adamın pis sırıtan yüzünü görmek için mi? neyse az kaldı. biraz sonra varacağım tatsız yemekler krallığına. evden hiç çıkmamalıydım, bir gün daha yetecek kadar makarna vardı. acaba bu yerdeki kartlar ne kadar zamanda şehre karışıyor, toprak yok, karışamaz toprağa değil mi? onun için kilometrelerce uzağa gömmüyor muyuz sevdiklerimizi? şehre değil de toprağa karışsınlar diye. neyse neredeydi dönüş, on adım bile fazladan atmak istemem öyle yemekler için. bu ara sokak bile kalabalık, belki yemekler ucuzluk kokuyordur, yoksa kimse gelmez böyle kokan bir sokağa. kapısı daha gevşek görünüyor, acaba bunun menteşesi çıksa kim takar garson mu yoksa şu cılız komi mi? gene aynı yemekler, ama sanki bu sefer çorba farklı. acaba parmakla göstermeme laf edecek mi bu adam, her gün daha sinirli gelmeye başladı. burada kimse yanıma oturmaz, 3 kişilk bir masa ama daha 2 kişiden fazla oturan görmedim. yemekleri getiren çocuk değişmiş sanki, bir şeyler değişik. yemekler değişmemiş ama, hala aynı tatsızlık, yavanlık. belki de hayatımın tatsızlığı yansıyor tattığım dokunduğum her şeye. bu kadar boğucu bir hayat ortak olamaz, yaşayamaz bunca insan bu şekilde. ve evde kuruşu kuruşuna hazırladığım paralar. bir lirada bahşiş. asla güldürmez herhalde bu bahşiş, ama kendime veriyorum zaten, kendimi daha iyi hissetmek için. sanırım fazla hızlı yedim. nedense bir huzur veriyor doymak. çok yorgun akşamlarda uyumak gibi bir huzur. veya otobüste çok sıkıştığım ve mola yerinde pisuara işediğimde yaşadığım o huzur. ayaklarımdan tırmanan sıcaklık hissi. karnım doyunca ellerimden başlıyor yalnız dağılmaya o huzurlu sıcaklık. ama karşıda korna çalan arabayı gördükçe çekiliyor geri. bu kapının menteşesi de rahatsız edici. aynı yoldan gitmesem mi? ama en kısa yol bu ve ben fazlası için çok yorgunum. hayret köşede bana gülümseyen bir kız var, acaba üzerime mi döküldü yediklerimin bir kısmı. görünürde bir şey yok. köşedeki kızda görünürde yok artık. belki yalnızlık hayal kurduruyordur. gerçekten o kızın bana baktığını neden düşündüm ki. ama bakıyor gibiydi. neyse ışıklara varmadan yeşile dönerler umarım. ya da şuradaki banklara mı otursam. ayaklarım gitmek istemiyor bir yere. çok yorgunum. hayatım ilerlemek istemiyor.
  6. eğildi, yağmurdan çamurlaşmış toprakta ezdiği filizi doğrultmaya çalıştı. yapacak bir şey yok, tamamen ezilmişti. cüsseli bedeni yeni çıkmış filizi yumuşak toprakta pres makinesi gibi ezmişti. böyle yağmaya devam ederse zaten toprakla beraber sökülüp gidecekti diye düşündü. kalktı, dünyadaki yaşamdan nefret edercesine yağan yağmura baktı. üzerindeki yağmurluk kendisini bir nebze koruyordu ama yağan yağmur bir açıklık bulup koruduğunu sandığı yerlerine ulaşıyordu. bir yabancının dokunuşları gibi geldi, irkildi. bu yağmurda meyve ağaçlarını daha fazla kontrol etmenin bi anlamı yok diye düşündü, zaten açan bütün çiçekler çoktan çamurlu sulara kapılmıştı. ne yapabilirdi ki, doğaya karşı genelde çaresizdi. kaybetmek kesinleşince rahatladı. döndü evine doğru yürümeye başladı.

    evin çatısının duvarla birleştiği yerde bir karaltı fark etti, bir kuşun sığacağı yere, bir kaç kuş birden girmişti. kapısını açtı, içeri girdi. yağmurluğunu çıkartıp astı, çizmelerini çıkarttı. nasıl olduysa kıyafetleri sırılsıklamdı, yavaş yavaş banyoya giderken bir yandan da üstünü çıkartmaya başladı. ev gözünde büyüdü, banyoya ulaşması günlerini aldı. tek başına kalınca tuhaf düşünceler sarardı zihnini. aklı puslu bir dünya gibi işlerdi böyle zamanlarda, asla uzağı göstermez, eğer tek bir düşünceye odaklanırsa da boğardı. banyoya giden uzun yolda da olan buydu. aklı onu boğuyordu. düşünceleri nefes alamıyor, gözlerine hükmedemiyordu. banyoya vardığında ağlamış olduğunu fark etti. ayna olmasa gene de fark eder miydi? ne oldu da ağlamıştı. bir kaç kuş görmüştü. sıkışmış bir kaç kuş. yağmurlu havada uçamayacak kadar zavallı, aciz. kümes hayvanlarını kendi kesen, tüylerini yolup her gün başını üstüne koyan bir insan için ne kadar önemsiz bir olaydı oysa.

    gözündeki yaşlar ciğerine vardığında hıçkırmaya da başladı. üstündekileri çıkarmıştı. bütün hissizliğini akıtıyordu gözlerinden. yağmur bir yol açmış oda peşinden varlığını ortaya koymuştu sanki. küvete yaklaşıp suyu açmaya uzandığında musluğu göremeyecek kadar bulanmıştı görüşü. el yordamı ile açtı sıcak suyu. çırılçıplak kalana kadar soyundu. suyun ısındığını kontrol edip girdi küvete. su üzerini bir yorgan gibi kaplayana kadar bekledi, sonra musluğu kapattı. hıçkırıklar durmuş, gözleri kızarıp kurumuştu. duyguları kendine bir yol bulup akmış, ölümüne ağlamayı bırakmıştı. başını ardına yasladı yağmur sesini dinlemeye başladı.

    sudan buruşmayan tek bir parmağı bile kalmayınca çıktı küvetten. üstünü giyindi, üst kata doğru yol aldı. çatıya açılan kapağı kaldırınca biraz ıslandı. çatıya çıktı, eline bir de sopa almıştı. kuşların olduğu tarafa gelince düşmemek için çatıya yatıp başını ve kollarını aşağıya sarkıttı. sopayla kuşları yavaşça dürttü, hareket etmediler. biraz daha sert dürttü ama hala hareket yoktu. kalbinin atış hızı arttıkça, dürtmesinin şiddetini arttırdı. bir tane kuş hareketsiz düştü yere. sonra diğer iki kuşta delikten fışkıran suyun etkisiyle aynı şekilde. kalktı, çatıda açtığı kapaktan geri girdi. aşağı kata indi. nefes almakta zorlanıyordu. kuşların boğulması ciğerlerini delmiş gibi hissetti. küvete gitti, kendini suya bıraktı. eve girmeden önce boğulmuştu. sadece doğayı kendine uydurması gerekti, başını suyun içine daldırdı.
  7. arkada bıraktığı izlere baktı. epey yol gelmişti, sürüklediği cesetten kan sızmayı bırakalı saatler oluyordu. cesedi bırakıp yoluna devam edebilirdi, tam şu anda bulunduğu yere gömebilirdi. yapmadı. sürükleme sesleri eşliğinde yürümeye devam etti. ceset sürüklenmekten bir çuval görüntüsünü almaya başlamıştı, her yeri toz içindeydi. güneş tepeye doğru yükselene kadar bir kaç saat daha yürüdü. güneş parlak mızraklarla saldırınca, gözüne bir ağaç kestirdi. cesedi bir kaç metre mesafede bırakıp ağacın dibine oturdu. geldiği yoldaki izlere baktı. toprak iz bırakması için oldukça cömert davranmıştı. ama silinecekti. yerde yatan adamın dünyada bıraktığı bu son izlerin en fazla bir yağmurluk ömrü vardı. son kez ardından ağlayacak dünya ve güneşli bir günle devam edecekti. güneşin altında şekilsiz, hareketsiz ve soğuk duran cesede baktı. gözlerini kapattı ve uykuya daldı.
     
    cesedin gölgesi ayağına değdiği sıralarda uyandı. güneş batıyor olmanın verdiği öfkeyle kıpkızıl kesilmişti. etrafa bakındı bir değişiklik göremedi. kalktı, cesede doğru yürüdü. hissiz bir şekilde baktı bir zamanlar yaşamış olan adama. biraz şekilli bir kayadan farklı bir his uyandırmadı. sonra tutup cesedi yürümeye devam etti. biraz fazla uyumuştu ama önceki geceye verdi. yorgunluğu geçmiş, sadece biraz aç hissediyordu. cebinden bir sigara çıkarıp yaktı. böyle ufak duraksamalarda bedeninden çok ruhu dinleniyordu. sigaradan çektiği nefesle doldurdu ciğerini, midesini, zihnini. sonra dağlık bölgelere doğru dönüp yürümeye devam etti. bir mağara gözüne çarpana kadar da durmadı. bulduğu mağara derin değildi, ikisi birden sığamazdı. cesedi yerleştirdi, kendi dışarıda uyudu, hala uyuyabiliyor olmasına şaşarak.
     
    uyandığında, artık çuvaldan farksız cansız bedene ihtiyacı olmadığını hissetti. mağaraya bir daha girmedi, veya bakmadı bir kez bile. tekrar yola çıktığında güneşin tepeye varmasına çok vardı. adımlarını biraz daha hızlandırarak yürüdü yolun götürdüğü yere. su bulduğunda içti, yiyecek bulduğunda yedi. düşünmek dışında çok az şeye vakit ayırdı. yorgunluğa yenik düşecekken bir ev silueti görür gibi oldu. sonra bir kaç ev daha. yolunu ağaçlık tarafa çevirip bir ağacın dibinde uyudu. sabah güneş daha kalkmadan doğudaki yatağından, kalktı. ilk heyecanını atlatıp bir kaç gün içinde alışacağı bir maceraydı yeni insanlar. eninde sonunda kendine olan öfkesi başkalarına olan hislerini bastıracaktı. bir kayadan farkı kalmayacaktı karşısındaki insanların. değer mi diye düşündü. köye yaklaştıkça sürtmeye başladı ayakları. yeni önyargılar yeni anlaşılmazlıklar. insanlardan haz etmediğini hatırladı.
     
    köye girmedi, ormanlık kısımda insanlara görünmeden etrafından dolaşacaktı. ormanın gözden uzak bir kısmında sessiz bir şekilde ilerlerken bir boğuşma sesi duydu. sese doğru ilerlemeye başladı. daha ulaşamadan ses azaldı ve kesildi. ama o tarafa yürümeye devam etti. sesin geldiğini tahmin ettiği yere ulaştığında bir açıklık fark etti. karşıda büyükçe bir ağaçta asılmış bir ceset vardı. ağzı bağlanmıştı. etrafta kimsenin olmadığına emin olduktan sonra cesede doğru yaklaştı. karşısında boynundan asılmış insanlık duruyordu. çağlar boyu sürmüş nefret bir kişiyi daha boğmuştu. güneşli, kuşların cıvıldadığı, canlı bir ormanın ortasında. tüm o kasvetli havayla imgelenen zulümler ne kadar yapaydı. insanlar birbirlerine en çok güneşli günlerde zarar veriyordu.
     
    cesedi daldan indirdi. yüzünü kıyafetinin bir parçasıyla kapattı. bir yolculuk daha başlıyordu. kendini insanlardan arındırdığı bir yolculuk daha. elbisesinin ense kısmından tutup cesedi sürüklemeye başladı. ormanda bıraktığı izlerle içerilere doğru ilerleyip gözden kayboldu.
  8. şehirden uzakta, insanlardan kopuk bir hayat. en yakın insan bir kaç kilometre mesafede. çimleri susuzluktan kurumuş, bahçede şehirden kovulmuş köpeklerden başka kimse yok. evin bahçesindeki çitlere zarar verebilecek bir kaç vandal bile gelmemiş yıllardır. çöpleri toplamaya gelenler bir de kendisinin dışında kimse kullanmıyor yolu. hep bu tarz işlerdeki tekdüzeliğe şaşırdığı gibi şaşırıyor bunları düşünürken. unutulmuş bir harabeye her gün çöp toplamaya gelenler. evin harabeliği de yalnızlıktan. toprağa kadar işlemiş bir yalnızlık bu, çimenden başka ot bile çıkmamış bunca zaman. kırık tek bir camı olmayan, kiremitleri sağlam bir harabe. hayatı çekilmiş bir böcek gibi kalmış ortada. içi ölü ama dışı sağlam. insan olsa maske takmış diyeceğin türden bir ev, harabeliğini cam gözlerinden dikkatlice bakanların görebildiği. kendi hayatına yakışır bir ev yani, kendisi gibi kabuğu sayesinde ayakta.

    tek arkadaşı bir kaç hafta sonra bir ara 8 yaşına girecek olan kedisi. kendisi gibi kaybetmiş heyecanını kedisi de. aynı evde iki mahkum. hayattan ümidini kesmiş bir adam ve sahibinden ümidini kesmiş bir kedi. saatlerce yattığı yerden kalkmayan, dostane tek bir davranışta bulunmayan. tüylerini ve tırnaklarını kestirmeyeli kaç yıl olmuştu hatırlamıyordu, hayvan kendi yaşam mücadelesini veriyordu. çoğunlukla yemek vermeyi bile unuturdu, böyle zamanlarda kedi artık evde yakaladığı böceklerle beslenmeyi öğrenmişti. böceklerin kendi etine ulaşamaması belki bundandı.

    evin çatı aralığından gelen bir sesle irkildi. acı ve sürekli bir miyavlama sesi. bir an ihtimal veremedi kendi kedisi olabileceğine ancak her zamanki yerinde göremeyince hızla yerinden kalktı. odadan çıkarken omzunu kapının çerçevesine vurdu ama fark etmedi bile. çatıdaki aralığa açılan kapağa ne kadar hızlı vardı hatırlamıyordu. gözünün önüne sadece çatıya giden yol vardı. kapak açılmayınca anlık bir ter boşaldı. tekrar denedi. omuzlamaya başladı hala bir etki olmayınca. düşünmüyordu, aklından bir şey geçmiyordu, tüm yaptıkları refleksti sanki. kırar gibi açtığında kapağını kedisi hala acı acı miyavlıyordu. birikmiş tozlar ağzına ve gözlerine doldu. günler sonra sorsanız öyle bir şey olmadı diyebilecek kadar farkında değildi bu durumun. ciğerinin her köşesi tozla dolsa da nefes alması durmayacak gibiydi. adrenalin tüm vücudunu sarmış, farklı bir fiziksel gerçeklikte yaşıyordu. gözlerindeki tozları onun için gözyaşları temizlerken etrafına bakındı. sesi duyuyordu ama göremiyordu. karanlıktı. ikinci bir hamle ile çatıdan dışarıya açılan kapağı da açtı. içeriye girecek olan ışığa güveniyordu. tüm bunların olması belki bir dakika bile sürmemişti ancak günlerdir bu olayı yaşıyordu. kedinin acı çektiğini belli eden sesi yaşadığı zamanı yavaşlatan hançerler gibiydi. biraz uzun sürse sonsuza kadar bu zamanda sıkışıp kalacaktı.

    kedisini gördüğünde gözleri aniden gelen ışığa henüz uyum sağlamamıştı bile. çatı aralığının dar köşelerinden birinde bir kan birikintisinin üzerindeydi. etrafta kaçışan böceklere bakılırsa karnını doyurmaya çıkmıştı bu araftaki kata. ve bir böceği yakalamak için atladığında zemindeki bir tahta kırılmış olmalıydı. kedisinin üzerinde durduğu o kırık tahtaları başka türlü açıklayamadı. aslında kırık tahtalar tek başına çok zarar veremezdi belki ama kedisinin karnına saplanmış demir çubuk kan gölünü oluşturmaya tek başına fazlasıyla yeterdi. tüm bunları fark etmesi belki bir saniye sürdü belki daha kısa. dışarıdan izleyen birisi önceden çok iyi çalışılmış bir senaryoyu canlandırıyor bile diyebilirdi. her şey çok hızlı oluyordu.

    eğilip kedisinin olduğu tarafa meylettiğinde ilerleyemediğini fark etti, bu dar alan için fazla büyüktü. omuzlarını sıkıştıran çatı iskeleti ve yerin sebep olduğu acı değil de fiziksel yetersizlik çarptı ilk önce. ulaşamıyordu. karşısında kendi gölünde hayatı boğulmakta olan kedisine bakarken ilk çaresizlik kıvılcımını hissetti. hemen olduğu yerde başının üzerinde duran tavan kaplamasına vurdu ancak pek etkili olmadı. bir kaç kez vurduktan sonra bunun kedisinin acı çeken sesini artırdığını fark etti. demir çubuk hareket ediyordu çatıya vurdukça. o anda gözlerine kedisinin ilk demir etini deldiğindeki yapmış olabileceği çırpınışlar geldi. hemen geriye dönüp çatıya çıktı. tahmin ettiği köşeye doğru hızla yöneldi. kiremitleri atarak üstten ulaşmayı umuyordu. 13-14 tane kadar kiremidi aşağı attıktan sonra yalıtım malzemeleri parçalamaya başladı. eliyle parçalarken elini de parçalıyordu. haftalarca sürecek bir acıydı, fark etmedi. yalıtım malzemelerini parçaladıktan sonra altta ince ahşap plakayı yumruklamaya başladı. işe yaramadı. dirseği ile vurup kırmaya çalıştı. ufak bir delik açmayı başardı. dirseği ile vura vura deliği büyütmeye çalışıyordu. kolunu artık hissetmez olana kadar kırdı plakayı.

    kedisinin ilk acı çeken sesini duymasından sadece 3 dakika geçmişti. suyun altında nefesini bunun 4-5 katı tutabilen insanlar vardı. kalbi bu kadar süre durup tekrar çalışan onlarcası. yürümeyi öğrenen bebekler bu kadar sürede tekrar ayağa kalkamadığı oluyordu. başı kesilenlerin bazılarının bu kadar belki daha da uzun yaşadığını bile duymuştu. ama o aynı 3 dakika günlerdir oradaydı. tüm geçmişi, tüm hafızası bu süre kadardı. ve bu sürede kedisine ulaşamamıştı. çatıdan açtığı delikten de ulaşamıyordu. iskelet sık döşenmişti hala aradan geçemiyordu. sadece artık kedisinin soluşunu daha net görüyordu. ama uzun sürmedi bu görüş, çatı iskeletini kıramayacağını fark edince gözlerini dolduran yaşlar tekrar zorlaştırdı görmesini. kırmızı bir göl üzerinde sessizleşen, artık çırpınmayan kedisini ancak seçiyordu. evde çatıdaki kirişlerden birini kırabileceği bir şey bulabilirim umuduyla bi anda geri döndü. eve girerken sağ kolunu kullanamadığını fark etti. belki de kırmıştı, farkında değildi. düşercesine evine indikten sonra hızla aletlerin olduğu dolaba koştu. ufak bir testeresi vardı onu alıp tekrar yukarı çıktı. çıkarken bir kaç eşyayı devirdi. fark etmedi. çatıda iskeleti kesmeye başladığında sağ kolunun yardımcı olmadığına küfretti. son 4 dakikadır ağzından çıkan ilk kelimelerdi. bağırarak çıkmıştı. sözler değil belki ama sesi yardım çığlığı atıyordu.

    kirişi kesme işi bitmiyordu sanki, yıllardır kesiyordu da ilerleyemiyordu. oysa hızlı kesiyordu, ters eliyle, ufak bir testereyle belki de usta marangozlar kadar hızlı kesiyordu. aynı hızda ulaşamıyordu kedisine sadece, beyni çok daha hızlı hareket ediyordu, aklından ihtimaller çok daha hızlı geçiyordu ama kiriş duruyordu. önünde aşılmaz bir dağ gibiydi. kesmeyi bitirdiğinde 4 dakika daha geçmişti toplamda 8 dakika. kedisinden ses çıkmayan 3 dakika. ayağıyla kirişi kestiği yerin kenarlarını tekmelemeye başladı açıklığı genişletmişti. eğilip kedisini ulaşmaya çalıştı. tüylerine dokunduğunda midesinin bulandığını hissetti. stresten, korkudan, heyecandan midesi bulanıyordu. kedisini biraz okşadıktan sonra saplanan demire baktı. evin çatısının yapıldığı zamanlardan kalma bir demirdi, ev kadar eskiydi. ve şu an ev kadar düşmandı da. çıkaramazdı. çıkarılamazdı. kendisinin tepkisizliğini karşısında ne yapacağını bilemedi. itfaiyeyi arasa gelmeleri çok uzun sürerdi, hem demiri de ne kadar zamanda keseceklerdi. kedisini kendisi çıkarıp kendisi götürmeye karar verdi.

    kedisini demirden çıkardığı anda acıyla tekrar kendine gelmişti kedi. uzamış tırnaklarını sapladığında, acıdan çok mutluluk duydu. ancak karnındaki delikten akan kanların bu hissi yıkayıp götürmesi uzun sürmedi. üzerindeki kıyafeti çıkarmıştı, onunla karnına tampon yaptı. sağ kolunu hala kullanamıyordu ama bir destek olarak işe yarıyordu. tek elinde karnına bastırdığı tampondan tuttuğu kedisi, bir eli işlevsiz çatıdan aşağı indi. arabasına bindiğinde kıyafeti kana bulanmış bir süngerden başka bir şeye benzemiyordu. arabasının kontağını çevirdiğinde ağlamaya başladı. gaza basamadı. kabuğunu kırdığı evine baktı. direksiyona sarılıp ağladı.
  9. sabah çiğ tanelerinde kırılan güneş ışığı, hem hayat hem ölüm. bir çiçek gizeminde dünya, bir çiğ tanesinde evren. yaşasın diye günler, ölmeli tüm alternatif evrenler. sessiz, karanlık bir deniz. ufukta kuşlar, çığlık çığlığa bir açlık mücadelesi. deniz, derin, yüzeye yakın balıklar ve kıyıda kabuksuz kalmış yengeçler. ağaçlar gür, hür ve dimdik. ağaçlar yüzeyine tutunmuş yeryüzünün, sonsuzluğun ve hiçliğin sınır bekçileri. sabah ani gelen soğuk ve ölmek için güneşi bekleyen çiğ taneleri. esmer bakışlar, doğanın sarışın köpekleri, köleleri ve ay ışığında kaybolan yalancı rüzgar. yağmur gibi geçici, dağ gibi geçici, yeryüzü gibi geçici. bir an gibi kalıcı olmayan her şey geçici. dokunulamayan gerçekler, hisler ve düşünceler. varlığı karşılıksız, yokluğu bilinmez haberciler. çağımızın vebası büyük düşünmek ve çalışmamak. çiğ taneleri didinip durdukça bir yaprak yüzeyinde, umut da var. su var, su olacak. su yeryüzünde bir maden gibi. madencilere ihtiyaç duyulacak.

    su savaşları başladığında henüz 4 yaşındaydı. çiğ toplayıcısıydı. ilk göreve çıktığından bu yana 2 yıl geçmişti. savaşla başlayan bir meslekti. sabah güneş henüz özgürleştirmeden çiğ tanelerini. toplayabildiği kadar çiğ toplamalıydı. çok fazla bitki yoktu, hızlı ölüyorlardı bu susuz topraklarda. bazen kendi bölgesindeki tüm bitkilerden çiğ topluyor gene de yarım litreyi geçmiyordu su. yeterdi, kabilesi 27 kişiydi. günlük hasatları 2 litreyi biraz geçiyor ihtiyaçları ise bunun altında kalıyordu. taştan oydukları bir kuyuda 40 litre kadar yedek suları vardı. her gün çiğ çıkmıyordu. ölüm kendini hissettiriyordu. güneş her bir damla suyu onlardan çalmak için sürekli bir savaş içindeydi. çiğ toplayıcısı olmak güneşe ayak diremekti.

    kovukları karanlık ve serindi. güneş ışınlarından uzak 60 - 70 cm derinliğinde, 2 kişinin zor sığacağı türden kovuklar. güneş doğarken ve ölürken yaşarlardı. düşmanınla en güçlü olduğu zamanda savaşmazsın derdi kabilenin büyükleri.

    "sana yaklaşmasını bekle, en kızgın zamanlarında uzak bitkilerden su toplamasına izin ver, sonra yorulunca tüm nemiyle gece, sabah en kıymetli çiğleri çal ve her zaman bitkiye borcunu öde."

    kuru bir gece biterken çiğ toplamak için çıktı. artık 7 yaşındaydı, en kuvvetli çağındaydı. bölgesinin sınırlarındaki bitkilere ulaştığında bir ses duydu. daha önce duymadığı bir ses. bir çığlık gibi tiz, toz bulutlarında çakan şimşekler kadar tehlikeli. kaskatı kesildi. kasları sesin tehdidiyle bağlanmış, olduğu yerde bir kaya gibi kıpırtısız kalmıştı. ses bir kaç kez daha tekrar etti. sesin geldiği yeri kavradı ve yavaşça başını bulutsuz gökyüzüne çevirdi. uçan canavarları duymuştu, hikayeleri çocukları korkutmak için anlatılırdı. ama ilk defa birini görüyordu. ve sesi, ölümü andırıyordu. hareket edip etmemekte kararsız kaldı. kendisini görebilirdi, saldırabilirdi, ölebilirdi. korktu, bu susuz kalmaktan farklı bir korkuydu. susuzlukta yavaş yavaş kaybolan bir umut vardı, her gece çiğ taneleri ile sonlanabilirdi. oysa şimdi saf dehşeti hissetti.

    uçan canavar yakınlarda bir kayalığa kondu, etrafı gözlüyordu. kovuğuna koşmayı düşündü, en az 20 dakikalık yol. acaba çevrede başkaları da var mı? canavara baktı, devasaydı, havadayken doğru gördüyse kanat açıklığı neredeyse 2 metreydi, gagası görebildiği kadarıyla bir kanca gibi aşağıya kıvrılmıştı. gözleri başka taraftaydı, baktığı tarafa döndü, bir kaç bitki gördü. yukarıdan bir kaç bitkinin soluk yeşilliğini görmüş olmalıydı. o an canavarın oraya su için geldiğini anladı. o da 2 metrelik kanat boyuyla susuzluğa kolay lokma olacak bir avdı.

    çiğ toplama işinden çoktan dönmesi gerekiyordu, güneş tepede yükselmeye başladıkça yakıcı güneşin derisini kavuruşunu hissetti. canavarın bir kayanın altına uçup gölgeye geçişi üzerinden henüz birkaç dakika geçmişti. hala korkuyordu ama daha fazla duramayacağını hissetti. çiğ toplarken kullandığı su torbasını eliyle tarttı yaklaşık 120 gr. bununla yavaş yavaş yürümeye karar verdi, eğer canavar kendisini fark ederse koşacaktı. sıcağın altında küçük adımlarla ilerlemeye başladı. küçük ve sessiz adımlar. ayağı her yeni adımında yavaş yavaş ısınmaya başlayan toprağa değiyor ve aceleme etmek düşüncesi beynine hücum ediyordu. bir saat kadar gözlerini canavardan ayırmadan yürüdü. bir asır gibi bir saat. topladığı sudan içmeyi düşündü ama torbayı açmaya cesaret edemedi. suyun kokusu yoktu, suyun ruhu vardı. canlılara hayat veren onları kendine çağıran ruhu. ancak o bunları düşünürken canavarla gözleri kesişti. ve işte bir kalıcı olan şey buydu, bu korku, bu duygular, bu an.

    canavar kanatlarını açıp ileriye doğru atılırken, o da koşmaya başlamıştı. 7 yaşındaydı, en hızlı koştuğu zamanlardı. çiğ tanelerini güneşe kaptırmamak için koştuğu hız ve bitkilere çiğlerini döktürmeyecek kadar yumuşak adımlar. "bitkileri ağlatmak affedilmez" diye düşündü. oysa ardında ölümün tiz sesli çığlığı vardı. gittikçe yaklaşan rüzgarı kesen sesi vardı. kendini solundaki bir kayanın arkasına atmasıyla, canavarın bir an önce bulunduğu yerde açtığı izi ve pençelerinin keskinliğini gördü. bacakları titredi. kurtulamayacağı korkusu sardı benliğini. durmaması gerektiğini biliyordu, canavar tekrar havalanmıştı ve kendisine her an tekrar saldırabileceğini biliyordu. ne dehşet. tekrar koşmaya başladı. sıcak toprak yakıcı güneş hepsi bir tiyatrodaki dekorlar gibi etrafını sarmış canavarla olan oyununa gerçekçi bir hava katıyorlardı ve o hayatının oyununu oynuyordu.

    ikinci saldıyı da ucuz atlattıktan sonra dayanamayıp su torbasından bir yudum aldı. ve tekrar torbanın ağzını bağladı. ama suyun ruhu canavarı çağırmıştı. sesi keskinleşti, ölüm çığlığını daha yüksek sesle attı. yükseldi neredeyse bir nokta gibi kalana kadar yükseldi ve tekrar çığlıklar. canavar ondan vazgeçmiş gibiydi. kovuğuna koşarken bir yandan da izliyordu. yüksekte geniş daireler çizerken sürekli aynı sesi çıkarıyor, durmadan, gölgeye bile geçmeye çalışmadan sürekli aynı ritüeli tekrarlıyordu. kovuğuna vardığında kabilesindekilerin kovuklarının hemen girişinden canavarın uçuşunu izlediklerini gördü. diğer çiğ toplayıcılarına bakındı hepsi dönmüştü. ancak o zaman, ölümün dehşetinden kurtulunca anladı. canavar suya davet çığlıkları atıyordu.

    gece olduğunda canavarların sayısı 11 olmuştu. karanlık kabilenin üzerine bir çığ gibi düşmüştü. dışarıda onları bekleyen kuru bir ölümdü. yaşamı gençliği ilk çiğ toplayışını düşündü. kovuğunun derinliğinde, kendi içine baktı. yılların çabasını ve sürekli karşılaştığı zorlukları düşündü. günlük yaşamı düşünmesine fırsat vermiyordu. sabahları çiğ toplamak geceleri yiyecek toplamak ve hazırlamak ile geçiyor, gündüzleri uyuyordu. oysa şimdi kaç saattir uyumadığını hatırlayamadı. gece olmasına rağmen dışarı da çıkamıyordu. kendisiyle yalnız kalması için ölümün kapısında nöbet beklemesi gerektiğini düşündü. ne acı. gözlerini kapatıp uyumaya çalıştı.

    kovuğun üzerinden gelen eşeleme ve pençe sesleriyle uyandı. kalbi hızla çarpıyordu, tekrar canavarı ilk gördüğünde duyduğu dehşeti duydu. toprak her darbede yavaş yavaş dökülürken, kurtulamayacağını hissetti. suyunu vermeyi düşündü ama nasıl, hayatı, varlığı her şeyi tehdit altındaydı. kovuğun en dip köşesinde bacaklarını karnına çekmiş bir şekilde titreyerek durdu. kovukta tavanda küçük bir delik oluştu. ay ışığı ile beraber bir pençe girdi. önce biraz toprak sonra su kabını buldu. dışarı çekti, sonra sessizlik. canavar gider mi diye düşündü. derken ikinci bir darbe kovuk yavaş yavaş yıkılmaya başladı. pençe kendi bedenini bulduğunda çoktan ölmüştü.
  10. efzey