-
en son kanser olduğunu söyleyip beni kandırmaya çalışan, sosyopatlık derecesinde yalancı bir arkadaşımın en sevdiği şiir:
issız bir yüz bu
yani dünyadan kopmuşluk biraz,
yitmiş ibranî şiirlerinin
iyice hüzünlü ve sürgün vezni;
bir uyurgezerki bunaltıcı sıcağıyla yaz
nasıl kavurursa bozkır bitkilerini
öylece ve acımadan koparan
örneğin bir ilkokul öğretmeni
ya da bir küçük memur karısıyla ilişkilerini.
o çağdaş yanılmışlık ki biraz
sürekli baş dönmeleriyle tahtaboşlara
ve balkonlara çıkan,
parçalanmış ceninlere
ve kar fırtınasından artakalan yolcular, hanlar, tensel acılar
ve kocaman bir hayvan iskeletine
aynı uzaklıkla bakan.
ne merak, ne korku
artık hiçnir şey duymayan
bir yüz;
ki en keskin tanıtı
bir yüzün
ancak kendinden sorulduğunun.
çevrilen bir bloknotun
dondurulmuş bir kuş sesini anımsatan hışırtısıyla
irkiliyorlar,
sanki döşemeden ve kıl diplerinden fışkıran
tropik bitkilerle bir anda
örtülüyorlar,
hem sonlu, hem sonsuz bir durum
kapanıyor çelik bir fanus gibi üstlerine
kalıyorlar:
odada
ilaç kutuları, kuşkular
kirli beyaz bir paravan
çerçeveli bir diploma arasında
seçmenin ve seçilmenin artık değiştirilemez anlatımıyla
duruyorlar dokunmuş gibi
çok tüylü ve ıslak birşeye;
belkide çiğnenmiş bir kediye.
ve öyle bakıyorlar ki birbirlerine
her şey avluya düşen çiğ güneş ışığındaki
bir ölü gibi çıplak kalıyor.
ve bir soru
dağıtıyor yüzlerce ayak sesinin gürültüsüyle
suçluluklarını
korkunç bir hünerle getirip bıraktığı onların
altın bir gölün anısını
ve bir duyum yitimi olayındayız ki işte
bir haykırış mıdır artık
yoksa haykırışın yankısı mı:
çocuğum olur mu yine?
şimdi nasıl cevaplasam bu soruyu?
desem ki, işte üç kişilik bir duruşma
ve örneğin ben hacer diyorum adıma,
çünkü herkesin bir adı olmalı.
bu duymamı ve görmemi sağlıyor
yeniden unutmamı bir bakıma.
bazen sıçrarsınız yürürken
çöker yolun ortasına bir yapı,
bir bakıma aynı gürültüyle anımsamamı.
yani çok aranan bir tanığım ben,
konuşsam bisturiler, ihanetler
eski köşklerin şadırvanları,
lacivert giyimli utangaç bir kadastrocunun
sarkık ve morarmış gözkapakları
ve yüzlerce kadın akacak sesimden
odaya
o zaman
içi bilinmedik bir korkuyla daralan
ve apansız bir yabancının gözleriyle karşılaşarak
sakalları uzamış bir taşra istasyonunun memuru gibi
sarsılan
ya da doğanın sonsuz görüntülerinden dehşete kapılarak
her gün bir alabalık öldürdüğünü
ve otuzbir çektiğini haykıran
içinde bir mumya gezdiriyormuş gibi tedirgin bir korucunun,
yabanıl ve çıldırmış sesinden
büyük bir yankı olacak
herkes bir yankı bırakacak
kendi dehşetinden.
bir sürgün gibiyim ben
hatıratını ve tahta bavulunu
taşbasmalardan ve kervansaraylardan geçiren.
baktıkça bu ıssız, anlamsız yüze
anımsıyorum bir kapalıçarşı yahudisinin
pazarlıkçı ve saydam gözlerini
ve kafamda karışıyor her şey birbirine:
eski postallarıyla çocukluğumdan
askerler, kuşlar, ölü bir bahçe.
uçuyorum sanki duyusuz bir şey gibi
duyusuz ve ağrılı hep aynı kalan ki
görmüyor gibi görüyorum giyiyor doktor
lâstik eldivenlerini
ve sanki iç bulandırıcı bir kadavranın
üstünü örtüyorlar anatomi dersindeki.
az ötede duruyor yardımcı kadın
canlı mı, değil mi? belirsiz elleri,
kocaman, beyaz bir duvar afişinden
sarkıyorlar bir simgeymiş gibi.
hayır sürmesin bana elini
ve ne olur kimse bakmasın. bakışlar
sanki delip geçecek
keskin bir ışık demeti gibi derimi
çıplak
ve tartışılmaz bir utanca boğacak beni.
neyim ki ben? gittikçe yoğunlaşan bir monolog mu?
askerler geçiyordu, bir tören vardı
siyah giysileri ve korkunç çiçekleriyle her yerden gelen
en uzak ilçelerden ve küskünlüklerden
oğlu deli ve keman çalan bir komşunun bir türlü
dillendiremediği hüznünden
ki tahta panjurlar, av öyküleriyle saklardı onu
ben ormana bakardım
denizle gurbet sözcüğü arasında betimsel bir ilinti gibi
duran
ormana-
monolog mu bu
durmadan yargılanmanın korkusu mu?
sonsuz bir kutup göğü müyüm ben? altında
evleri, törenleri ve gariptir nedense
yalnızca gölleri donduran.
bir yara mı yoksa? bir insan tanımıdır bu
acısını ve dünyayı muştu gibi taşıyan;
hem taşıyorum dünyayı, hem sallanıyor içimde
tavandan sarkan kristal bir top gibi.
anlatamıyorum? belki de
dengesini bulamayan sarışın bir alkoliğin
titreyen elinde bir bardak ki
birdenbire yere düşüp gürültüsüyle
duyuları taşlaştıran.
apansız hiçbir şeyi anlamaz oluyr insan
ağlayarak bitirilen bir gece tartışmasını
durup dururken oluyor bu. fazladan bir kadeh
bir gözün bir göze şöyle bir değivermesi
yüzünden oluyor. ya da yanlış vurgulu bir cümlenin
biraz yüksekçe söylenmesi
yetiyor işte. ve kırgın oluyoruz
yeni tüylenmiş çilli boynunu bir çocuğun
sevemeyecek kadar kırgın.
her şeyi ilmikle boynun buluşmasındaki
daraltılmış bir zaman aralığından
mamutlar
mahalle çocukları
ve en son afişler geçer oradan;
anlıyorum.
bir avukat yazıhanesinde kâtibe olduğumu
yağmurda bile otobüs bekleyen ve saçlarına
bir çiçek iliştirir gibi alnına lacivert bir kederi yakıştıran
ve bir alan kalabalığını dağıtıyormuş gibi
elleriyle yalnızlığını dağıtmaya çalışan
bir yuvası
ve çocukları olmayacak olan;
anlıyorum yaklaşırken bir mercek gibi
doktor ve yardımcı kadın
dayanılmaz bir utanması oluyor
bacaklarımın
ve zamanın
bir sarnıca benzetiyorum onu ben
kanımızla ve kırmızı küreciklerle dolan bir sarnıca
aslında sarnıca geçiyorum bir bahçeden
çocuklar
kuşlar
ve askerlerle.
evet, ben hacer'im solgun ve azıcık korkak
konuşsam demiştim, sesimden
dökülen bir çağlayan gibi yosunlu taşlara
cenin parçaları çarpacak.
sanki boşluğu yaran herşeyin
karanlıkta uzatılmış bir geyik sesinin
ya da uçak kazasında daha yere düşmeden ölen bir cesedin
ve kar tanelerinin
hışırtılarını içimde duyarak
ve günlerdir durmadan konuşuyormuşum gibi
ateşli bir nöbet titremesi içinde
kafamda gidip gelinen bir tavanın
ve inip çıkılan bir merdivenin tıkırtılarıyla
yorgun düşerek;
kocamınkilere benzeyen kızarmış ve yarı çılgın
gözleriyle hep yenik düşen bir aznif oyuncusunun
bakıyorum anlamsız birşeylere
ve üzerinde kuşlara ve atlara benzeyen biçimler
bilmediğim bir ulusun parasını sayıyorum ki
ceninler
tanımı gibi bir tavan arasında
kemanıyla yoksullaşan bir rus mültecisinin
sarı ve sarkık yüzünde beliren yemyeşil önsezinin;
yani alkolün, çaresizliğin
ölümle bitişmesi sessizce.
yani insan hep bir duruşmada mıdır böyle?
sorular, cevaplar
ve cevapsızlıklarla olduğuna göre.
bilmiyorum bunu. bilsem de anlatamam
çünkü bir itiraz eden çıkar mı, çıkmaz mı?
ben hacer'im kimseyle akrabalığı olmayan.
ben hacer'im ve bakamıyorum artık
acıları ve rahmiyle benim gibi bir kadın olan
herhangi bir kadının
bu dünyaya ait ilk belgelermiş gibi duran
tozlanmış
ve okunaksız gözlerine.
konuşturuyor beni gözler
ispirtizma seansındaki bir medyum gibi:
bitişik komşuda plak
sinek kâğıdına yapışmış bir cansıkıntısının vızıltısıyla
tekrarlanıyorken
ve zaman eriyik içinde bir alkali gibi
çözülüyorken,
yani uyumsuzluk içinde ve sanki bir daha
kapı zilleri ve kan sesleri
içimizin alabildiğine durgun ve keskin yargısıyla geceleri
en çok geceleri rahatsız edilmeyecekmiş gibi
sarımtırak bir şehvete buluyorken
doktor kaligari beni. aynen böyle
başka bir adı olduğunu sanmıyorum ben.
sanmıyorum ki hep gerçek adlarımızla çağırılalım.
örneğin ne vakit hacer'im ben? divanın üzerinde
o sonsuz mavi göğe bakarak
bir sarmaşık gibi kaligari'ye
sarılmış yatıyorken mi?
yoksa kocam
uykusuz bir kumar gecesini ve hemşire okulunun
ağaçları iyice yeşillenmiş bahçesini
kusuyorken mi?
işte hangi hacer'im ben karıştırıyordum ki
ve gerilmiştim ki çelik bir tel gibi
katılaşıyorum kapının ziliyle
giriyorlar içeri:
pencerelerinde görünerek kasaba otel odalarının
ağır ağır kül rengi bir yalnızlığa bulanan
oksitlenmesi gibi bir bakır parçasının
ve dehşet veren intiharını homoseksüel bir şarkıcının
falda kanatlarını açmış bir kuş halinde bulan
yorumlamayan
sadece bulan ve bulduğu gibi betimleyen ve kahverengi
bir kuş
halindeki cansıkıntısına, polis baskılarına, belirsiz işaretlere
bir sayman kapıyı çalıyor işte
gözlerinde kabarmış bir ırmak
çok uzun bir çöl suresi
ya da yüzündeki sesçil imladan
korkunç bir tüzük çoğaltan
yeni kurulmuş bir derneğin üyesine aynı
çabuklukla alışan
ve esrar esrimelerinin bulandırdığı zamanın
ye da katilsi bakışların,
apansız beliren karanlık bir meduzanın
keldanî dilinden korkularla taşlaştırdığı bir algı yanılmasının
içinde
topraktan fışkıran büyük ve iştâhlı bir atardamar
gibi hoşnut kalarak kendinden, bir bedestenin hafif nemli
ve saydam havasını anımsayan
ki o zamanlar on dördünde bir makastar
olan
ve şimdi
sonsuz türetiler yapa yapa acılardan
acımasız kalan
ve anlağı güneşe bırakılmış bir deri parçası halinde
gittikçe buruşan
sarışın bir randevucu
ile
muayene iskemlesinin yağlı muşambasına
sorusuz, duyusuz, tahnit edilmiş
bir nikâh haberiyle küçük ilanlar sütununda
çok karışık gece düşleriyle
her yerde böcekler ve fareler bulan;
bir böcek neyin simgesidir diye öteki kızlara soran
bir böcek neyin simgesidir?
belki de yağmurlu bir pazar
gazete bürolarında sinek vızıltısı bile yokken
polis bültenine a.s. diye geçecek olan
acıyla ve acı olduğunu bilerek çiftleşen bir ses
ki artık alkolle kalınlaşan;
kızlığını, bir deniz astsubayını
örtülere ve klor kokusuna bulaştıran
bir kız
onun
en eski kiliselerdeki kazınmış duvar resimleri gibi
hüzünlü ve kesin
bir trajedi cümlesi gibi haykıran gözlerini
unutamıyorum. ve divanda
upuzun maviliğe ilk kez farketmişim gibi bakıyorken
ve dünya içimden
karanlık ve gürültülü simgeleriyle bir anlaşmazlık halinde
geçiyorken
bakıyorum benim gözlerimmiş gibi onlar
akan kanıma,
artık terkedilen bir dünyaya. ve görülmeyen
ama varolan bir şeyin o garip anlamına
bir im gibi fışkıran ve donup kalan kanıma
bakıyorum.
bensiz kalıyor eşyalar
orada kendiliğinden bir şeymiş gibi duruyor kırmızı bir
boncuk, gümüş
bir çerçeve zımbalanmış bir tren bileti
341 diye bir numara
sayfanın en altında bir sözcük phallus
yaşadığım ve nedense artık imlemi olmayan
bakıyorum işte o gözlere ve hiçbir şey anımsamıyorum.
belki hiç anımsamadım da hep öyle sandım
hep öyle, hep eskiden, hep kendiliğinden
dilsiz bir pavyon kapıcısının anlatımı gibi
yaralı
kanayan
ve yalnış biriyim ben.
bir diyalog kurulmasıdır sözü edilen
uzun ve düşmanca bir gece soruşturması bile olsa
haykıran, döğüşen, inleyen bir diyalog kurulması.
durmadan konuşuyoruz gerçi amansız yürek çarpıntılarıyla
kiralık ev ilanlarından, otomobil satışlarından
ve durmadan biçim değiştiren
ölümden.
ama bir diyalog denilemez buna
çünkü herkes başka bir şeyi imliyor
örneğin ben ne diyorum ona:
en son bulunan bir ilaçtır bu
ve hoş bir kokusu olan
iğne de yapabilirim ama biraz acı duyarsınız ve bir süre
baygınlık
tabii operasyondan sonra. bundaysa bilinç kendindedir
yarı yarıya
yani bir cıva denizindeymiş gibi duyarak gövdenizi
sallanacaksınız
eşyalar ve aklınızdaki bütün yüzlerle;
biz ki onlara nedensiz bir bağlantı halindeyiz
ya da korkunç bir hesaplaşma halinde
ve ne diyor o:
yeniden çocuğum olur mu acaba?
çünkü dediniz ki rahimde bir iltihaplanma.
aslında çıldırtıcı bir monolog içindeyiz hacer
dipteki korkularımız ve görünür tiklerimizle
"klinik belirtileri dikkate almak"
"demek vakit geldi"
"ben sayılar gibi bakıyorum insanlara
çoğalan, artık okunamayan sayılar gibi"
"çünkü yasaktır kanunen basması gazetelerin intihar resimlerini"
katıyorum bunlara bütün otobüs konuşmalarını ve makaleleri
ve yüreğin cansıkıntısını
sararmış bozkır gibi çıplak.
belki de çağdaş bir nevroz biçimidir konuşmak,
sözcükler, cümle parçacıkları, çağrışımlar
aşındırıyor gerçeği birbirine bağlanarak
ve içimizde bir ayazma yıkıntısı gibi eskiyip giden monolog
ya da gövdemizin kendisi
inleyen bir bilince dönüşüyor bazen
başlıyor diyalog
önce annem:
bir kadın ki o, yumardı balmumundan gözkapaklarını
sayardı bitmez bir çocukluğu parmaklarıyla: kaç yıl geçti
ve daha ne kadar kaldı?
beş duygusu hiçbir şey algılamazdı
elişinin birini bitirir öbürüne başlardı
kocası iş gezilerine çıkardı
daha ne kadar kaldı?
nefreti rahminin dibinde kıpırdardı
odalara, komşulara aybaşlarına kaçardı
komşu ölülerine ve ölü yıkayıcılarına ağlardı
daha ne kadar kaldı?
iş gezilerini bir gün bile sormazdı
yumurtlayan bir kaplumbağayı anımsardı
denize dönen o kaplumbağaymış gibi ağlardı
sanki yetmezdi bu müthiş suç ortaklığı
koynundaki yabancının sesi yankılanırdı:
bir çocuğumuz daha olmalı.
yaz gelir, güze ulaşır, kar yağardı
iş gezileri biter, iş gezileri başlardı
kaplumbağa yeniden kumsala uğrardı
daha ne kadar kaldı?
ne kadar kaldı ölmesine
ne kadar kaldı?
buz denizlerinde donmuş bir şeylere
perçemli bir çocuk resmine
bir kır menekşesine rastlayarak
ve tutkudan adeta cansızlaşarak
ölmeni bekledim işte.
ve babam
kumda bir akrep gibi kıvranarak
çünkü herkes bir yankı bırakacak
kendi dehşetinden.
belki de içindedir herkes aynı dehşetin
ve bölüşüyordur aynı cinayeti
lokanta duvarında görülen acemice bir resmin
içindeki dondurulmuş figürler gibi.
ben yitirmekten korkmuyorum nedense
bir dosya kapağına çoğunlukla miras davalarına ait
dükkânlara ve otobüs duraklarına yağmur taneciği gibi
usulca damlattığım lacivert kederi.
yıllardır acıyla kullanıyorum
onu aile andacı bir pantantif gibi.
andaçlar:
önde bando erleri
saksılar dizili bir pencere;
yazıyorum bana kalan şeyleri