• izledim
    • izlemek istiyorum
  • youreads puanı (8.20)
forushande - asghar farhadi
foruşande ingilizce ismiyle the salesman, ilişkileri arthur miller'ın satıcının ölümü adlı oyunu sırasında bozulmaya başlayan bir çiftin hikayesini anlatıyor.


  1. asghar farhadi'nin cannes film festivali'nden en iyi senaryo ödülü ile dönen filmi. bu filmde başrol oynayan şahab hüseyni abimiz de en iyi erkek oyuncu ödülünü aldı. hüseyni, farhadi'nin önceki fimleri bir ayrılık ve ally hakkında filmlerinde de oynamıştı. taraneh alidosti(ki kendisi iran sinemasında gülşifte ferahani'den sonraki favorimdir) ise ally hakkında filmindeki ally rolünde oynamıştı.
  2. iranlı yönetmen asghar farhadi bir ayrılık (bkz: jodaeiye nader az simin - asghar farhadi)
    ile dikkatleri üzerine çekmişti. 2011 yılında amerika eliyle dağıtılan oscar'larda en iyi yabancı film dalında ödülü bir iran filminin alması sonucunda gündeme oturmuştu. filmi o dönem izlemiş ve çok beğenmiştim. seyrettiğim ilk iran filmiydi ve yönetmeni takibe karar verdim. bir kaç yıl sonra geçmiş (bkz: le passé - asghar farhadi) ile yine iyi bir iş çıkardı. ve satıcı filmini taze taze seyrettim. bu film de kendinden sonra öykü ve karakterler üzerine tartışma çıkarmayı başarıyor.

    film; gizem, gerilim ve merak duygusu ile başlıyor, hesaplaşma, ahlak ve adalet çerçevisinde taşları yerine oturtuyor. adalete güvenin zedelendiği toplumlar açısından iran'ın da bizde aşağı yanı kalmadığını görüyoruz. ve yine konuya vakıf olmasam da kohlberg’in ahlak gelişimi kuramı hakkında biraz fikir veriyor. iran evleri ve sokaklarını görmek, akıcı dialoglar ile film kendisini pür dikkat izletiyor. yine güzel bir detay film içindeki tiyatro sahnesinde yeri geliyor seyirci oluyoruz, yeri geliyor oyuncu oluyoruz ve o gerilimi bizlere de yaşatmayı başarıyor.
  3. !---- spoiler ----!

    “şeytan’a uydum, affet lütfen”

    asghar farhadi satıcı ile daha önceki filmlerinde var olan iran’ın benzer sorunlarının başka bir senaryosunu karşımıza çıkartıyor. bu senaryonun içine harmanladığı arthur miller’ın “satıcının ölümü” oyunuyla izleyene nerde durduğunu bir kez daha hatırlatıyor. peki durduğumuz yer neresi? izlemekle yetinerek, sürece dahil olamayan, oyun bitince de alkışlayarak kendi hayatının akışına bakanların olduğu yer yani özet geçersek; karmaşık bir matematik işleminde karmaşıklıktan uzak etkisiz elemanların olduğu yerdeyiz.

    “satıcının ölümü” oyununda satıcı willy rolünde kendisini gördüğümüz emad etesami (shahab hosseini) iran koşullarına göre daha aydın kültürlü olan bir öğretmen. aynı oyunda onun rol arkadaşı rana etesami’de (taraneh alidoosti) emad’in eşi. “satıcının ölümü” oyununda tiyatro sahnesine çıkan bu çift ve çevresi iran toplumu için biraz daha özgür yaşamlara sahipler. bu yaşamları, evlerinin yanında yeni başlayan, ülkemizde de “kentsel dönüşüm” olarak bildiğimiz, ev inşaatının sağlıklı (!) etkileri yüzünden sarsılıyor. mecazi olarak değil gerçekten sarsılıyor; gece apartman sakinlerinin bağrışlarıyla, evlerin çatlayan duvarlarını görüyoruz. aynı şekilde enkaz olmaya ramak kalmış evin son haliyle filmi de kapatıyor farhadi. bize demek istediği öyle ya da böyle olduğun yerden tercihlerinle seçersin boğulursun; seçersin kurtulursun…

    eski evlerinin “riskli bina” olması yeni bir eve taşınmak zorunda bırakıyor emad ve eşini. zorunluluktan bir ev bulan çift taşınma süreçlerinde tiyatro oyunun da hazırlık sürecindeler. bir gün rana emad’ın eve geldiğini düşünerek ev kapısını açık bırakıp duşa giriyor. sonrasında kapıları intikam, acı ve utançla sonlanacak bir tecavüz vakasıyla kapanıyor; ashgar bu tecavüz ve şiddet kısmını seyircinin hayal gücüne bırakmış. bu sahnenin filmde olmayışı kendi ülkesindeki sansür sorunları mıdır kendi isteği midir, tartışılır. bu süreç içinde neler oluyor peki karakterlere? ilk olarak rana’ya gelelim… rana ne bilsin (!) emad yerine evine, kendine tecavüz edecek bir adamın kapıdan içeri gireceğini, hayatın bu kadar güvensiz insanlarla dolu olacağını, üstüne kendini korumaya çalışırken hastanelik olacağını. rana yaşadığı toplumda tecavüze uğrayan kadının polise gidememenin ne demek olduğunu, ne bilsin (!). polise gittiğinde olayın insanlara; kapıyı açık bıraktığı için istekli olduğunu düşündürecek tecavüz gibi yansıtılmayacağını, ne bilsin (!). sadece filmlerde izlerken olur ya böyle şeyler tedbir almaması onun hatası tabii. eşi emad ne yapsın peki? rana eşi olduğu bu durumu yaşadığı için utanç mı duysun, polise gitmek istemeyen eşine; gittiğinde toplum tarafından sıfatlara maruz kalmak istemediği için eşine fikrin de destek mi çıksın, eşine yaşadığı olaylardan dolayı manevi destek mi olsun yoksa içini kemiren tecavüzü yapan adamı bulup ağzını burnunu mu kırsın? emad ne bilsin eşi rana’ya tam destek olacağı güzel bir yemek sırasında yediği makarnayı tecavüz eden adamın parasıyla aldığını… tecavüz eden adam ne yapsın peki? nerden bilsin kapısını açık bırakan kadının eskiden beri gittiği hayat kadını ahu’nun artık o evde yaşamadığını, içeri sessiz sedasız girdiği evde duşa girmiş arkası dönük kadının; çocuğuna bisiklet aldığı ahu’nun olmadığını emad’ın eşi rana olduğunu (!). komşular ne yapsın peki, evden bağırışlarını duyan rana’nın kocasıyla aile içi şiddet olduğunu düşünerek duruma dahil olmasınlar mı yani?

    farhadi bu kadar soruyu soruyor çünkü biz bu filmi ödül alalım diye çekmiyoruz; siz de sadece kurguyu izlemeyin, kendinizi olaylarla bağdaştırıp, yorumlayın; hayatınızı bu yorumlarla şekillendirin demek isterken hayatta irademizi ve aklımızı kullanalım istiyor. film boyunca bu sorularla kendimizi, çevremizi derin bir içselleştirmeye sokalım; empati yapalım istiyor. empatiyi bu sefer öyle derin yapmamızı istiyor ki bunları satıcı’da imgeleştirmekten öteye gidiyor. mesela yan inşaattaki kazının etkisiyle çatlayan pencere camını, hayatlarımızda inşaat örneğindeki gibi yıkıcı darbeler yaşanmadıkça çıkartmadığımız at gözlüklerine benzetiyor. film boyunca da at gözlüğü takmış karakterlerin bize yeterli anlamlar vermediğini, emad’ın toplu taşımada bir şey yapmadığı halde, yanında oturan kadının emad’a sapıkmış gibi davrandığında görüyoruz. bu yüzden artık at gözlüklerini çıkartalım istiyor; pencere camının çatırtılarını da at gözlüklerinin hayatımıza olan etkileriyle hissettiriyor.

    emad kültürlü ve iyi bir öğretmen; film boyunca da bunu öğrencilerine verdiği tavsiyelerde ve insan ilişkilerinde görmekteyiz. tabii iş kendi hayatına gelince o kadar doğru çizgide bakamıyor. bakamadığı gibi hırsına yenik düşen emad yaptıklarıyla, tecavüz eden adamdan sonra şeytana uyan ikinci karakter olarak karşımızda. tam burada eleştirinin en büyüğü eşi rana’dan geliyor emad’a:“bu yaptığın intikamdan başka bir şey değil.” tecavüz eden adamın şeytana uydum da yaptım savunması karşılığında büyük cezaları hakettiğini düşünen izleyiciye; adaleti vermesi gereken insanın öğretmenimiz emad olmadığını bir kez daha gösteriyor asghar farhadi. en büyük zorluğu çeken rana’nın başrolde olması gereken adalet oyununda en dış safhada kalışı kendi hayatlarımızdan alıştığımız hayat kurgusundan ibaret: “erkeğin kadın üzerindeki egemenliği”.

    asghar farhadi satıcı’nın finalinde emad’ın intikamının, taciz eden adamın utanç ve acısının, rana’nın özverisinin, tecavüz eden adamın eşi esmat’ın sevgisinin, esmat’ın kızı ve damadı majid’in üzüntüsünün gösterildiği ciddi bir hayat manifestosu yaratmış. eski evlerinde tokat sahnesinde izleyene gösterilen gizli detay skammen* filminin posteri gibi… tiyatro sahnesinde satıcı willy’yi oynayan emad’ın, gerçek hayatında eşine taciz eden adamın satıcı olduğu metaforunu yakaladığımızda her kötünün her zaman kötü olamayacağını, her iyinin de her zaman iyi olamayacağını anlıyoruz; sadece siyahın ve beyazın olmadığı renk paletinde grinin de bir renk olduğu gibi… satıcı’yı at gözlüksüz izlerken gördüğümüz her detay yönetmen farhadi’ye oluşan hayranlığımızın boşuna olmadığını gösteriyor.

    emad karakteriyle tiyatro sahnesinde satıcı willy’yi oynayan shahab hosseini 2016 cannes film festivali’nde en iyi erkek oyuncu ödülünü alırken, satıcı da en iyi senaryo ödülünü aldı. oscar’da en iyi yabancı dil’de son beşliye kalan satıcı, yönetmen asghar farhadi ve kadronun yasaklı müslüman ülkelerden biri olan iran’ı temsil etmesi ve 2017 oscar sürecinde de amerika’ya alınmadıkları için oscar’a katılamamaları gerçek hayattaki satıcı konseptli düzenin oyunu gibi sanki(?).

    *skammen: isveççe’de kullanılan utanç anlamına gelen bir sözcüktür. aynı zamanda 1968 yılında isveç’te çekilen ingmar bergman filmidir.

    !---- spoiler ----!
  4. satıcı'da ashgar farhadi belirsizliği güçlü bir sinema diline dönüştürmüş.

    "bağışlamak" sorunu üzerinden filme dair bir kısa bir not: http://wp.me/p2kpP-29K

    edit: yazıyı da ekleyeyim.

    Bağışlamak, herhangi bir koşula veyahut buyruğa tabi olduğunda saf ya da gerçek anlamını yitirir. Çünkü, telafi edilemezlik durumunda koşullu bağışlama olanaksız görünür. Derrida’nın bağışlamayı –Jankelevitch’in koşullu bağışlama düşüncesine karşı- “olanaksızın sınavı” olarak formüle etmesinin nedeni budur. Asgar Farhadi Satıcı’da belirsizliği güçlü bir dile dönüştürerek böylesi bir sınav sahnesi yaratıyor. Hikayenin başka bağlamlarla iç içe Arthur Miller’in Satıcının Ölümü‘nü takip etmesi önemli. Trajik olan, hem toplumsalın eleştirisi hem de iki insanın ilişkisinde kırılganlaşan bir değerler çatışması olarak beliriyor burada. Filmin başından sonuna işleyen “evsizlik” metaforu da, ki sanıyorum “ev artık imkansızdır” diyen Adorno’yu hatırlamamak imkansız bu noktada, trajiği ahlaki sorunlarla birlikte düşünmemizin en önemli unsuru. Ağır ve sert bir yüzleşme sahnesinde gerçekleşiyor olanaksız bağışlama sınavı. Suç ve ceza mantığı içerisinde bağışlama bir hukuk meselesidir. Oysa af ya da affetmek, kolayca hukuktan ibaret görülemez. Jankelevitch, Levinas, Arendt, Derrida, Ricoeur, Agamben’in sorgulamalarında bağışlamanın apori’sini görüyoruz. “Geri döndürelemezlik”, “zaman aşımının geçersizliği” ve “telafi edilemez olan” kavramları tam da bağışlamayı hukuksallaştıramayacağımız bir sınıra işaret eder. Hatta Derrida’dan hareketle bağışlama’nın adalete de yabancı olduğundan bahsetmek gerekir. Bağışlama unutmayla, kefaretle, iyileşmeyle, günah çıkarmayla, barışma ve selametle koşullu olduğu sürece gerçek anlamını yitirir. Bağışlama olanaklı değildir, bir olanak olarak var değildir, ancak “bağışlanamaz olanın bağışlanması” vardır. Suç ile bağışlama arasındaki kökten bir uyumsuzluğun nedeni budur; “saf bağışlama”, tam da bu nedenle eşitsizlik ve karşılıksızlık olarak vuku bulur. Karşılığı imkansız olan bir bağış olarak bağışlama. Fakat, burada söz konusu olan suçun unutuluşu da değildir. Derrida’nın “imkansız bağışlama” Ricoeur’ün “zor bağışlama” dediği bağışlama, norm ile ilişkinin sekteye uğradığı bir kriz noktasında –Derrida’nın deyişiyle “olanaklının yasasına istisna teşkil ederek”- ortaya çıkar. Bağışlamak, olağanın olanağı değil olanaksızın istisna durumu olarak belirir. Filmin tekinsiz bir akış halinde gittiği final, böylesi bir “olanaksızın sınavı” sahnesidir. Suçun mağduriyeti telafi edilemez, fakat geri döndürülemezliğin aşılabilmesi gerekir. Ashgar Farhadi, asıl olarak izleyiciler için sert ve güçlü bir yüzleşme sahnesine dönüştürüyor bu sınavı böylece. Çok derinde bir şeyi rahatsız ederek ve gözlerini kaçırma fırsatı tanımayarak sınava dahil ediyor izleyicisini de. İntikam ve hırsın karşısında bağışlama. Fakat, sahne her iki yönde de çok açık ya da rahatlatıcı anlamlara sahip değildir. Eğer, suçlu orada yaşlı bir adam olmasaydı, ıstırabı ve yalnızlığı içinde af dileyen bir noktada olmasaydı ne olurdu? Bağışlamanın paradoksal yapısı, suçluyu suçlu olarak affetmek ya da suçu cezalandırmaktan çok suçluyu affetmekle ilgili olmasından kaynaklanır. Başkası adına bağışlayamayacağımız gibi, başkası için cezalandıramayız da. Emad’ın “borçlu kalmayalım, hesabı kapatalım” sözü hem pek insanca görünür hem de bunun neyin borcu olduğunu gündeme getirir. Emad ile Rana’nın şahsında intikam ile bağışlamanın karşı karşıya geldiği sahnede Bergman’ın Utanç filmine yapılan küçük bir gönderme sorunu iyice ağırlaştırmaktadır. İçine girdiğimiz ve kendi içimizden doğru derinleştiğini duyduğumuz huzursuzluk eldeki yanıtların geçerli göründüğü fakat sorunun karşılığı olmadığını sezmemizden dolayıdır. Satıcının ölümü, geriye olanca ağırlığıyla o borç sorununu bırakır. Bağışlama üzerine tartışmalarda sürekli gündeme getirilen Jankelevitch’in sözüne geliyoruz: Bağışlama kötülük kadar güçlüdür, kötülük bağışlama kadar güçlüdür. Camdaki çatlak, kadınla erkeği ayırmakla kalmaz, farkında olduğumuz fakat tam olarak kavrayamadığımız bir ayrımın uçurumuna da dönüşür.