• okudum
    • okuyorum
    • okumak istiyorum
  • youreads puanı (8.75)
kuşlar yasına gider - hasan ali toptaş
pırıl pırıl ışıyan türkçesiyle hasan ali toptaş,
kuşlar yasına gider'de romancılığına yeni bir boyut katıyor: anlatmıyor, söylemiyor; nefeslendiriyor.

kadirşinas otlarının mırıltısını, of dememenin ilmini, eldeyken kıymetini bilmenin erdemini, ömürden giden günlerin sabrını okudukça zihnimiz, gönlümüz havalanıyor.

"babalar, alınlarımıza yazılmış yalnızlıklardır" sözü yankılanıyor kulaklarımızda.

kuşlar yasına gider; atların koşması kadar doğal, kaleme iç çektirecek kadar merhametli bir roman.


  1. hasan ali toptaş'ın son romanı. heba'nın hemen ardından bu kadar kısa sürede yeni bir hediye daha almayı ummayan bir çok okurunu sanırım çok mutlu etmiştir. ancak asıl büyük haberi hürriyet gazetesindeki söyleşisinde vermiş toptaş: "10 yıldır öyle kafamda gezdirip durduğum bir roman var. o romanı yazmayı düşünürken ‘heba’yı yazdım. sonra da ‘kuşlar yasına gider’i. sanıyorum şimdi kafamda gezdirip durduğum o romana geldi sıra. yazabilirsem onu yazacağım."
    mesut
  2. hasan ali toptaş hakkındaki en bilinen benzetme "doğunun kafkası". kendisi röportajlarından anladığım kadarıyla bu benzetme hatırlatıldığında mütevaziliğinden üzerini örtüyor. bense bu gibi bir benzetmeye gerek duymayacak kadar ayrı, özel bir yazar olarak görüyorum onu.

    bu benzetmeye dayanak olan anlatım tarzından heba'da başlayıp bu kitabında olabildiğince uzaklaşmış. olumsuz bir tarafı da yok bu durumun, aksine istediğinde dönebileceği, başarısı kanıtlanmış olan hayal - masal anlatımın yanında olaya, güne, mekana dayalı sade bir anlatımla da duyguyu pekala verebildiğini kanıtlamış. sanırım bu kitap ve heba 10 yıldır kafasında gezdirdiğini söylediği o büyük romanının birer denemesi.

    kitaba gelince...boğazımda bir düğüm, hemen her sayfada gözlerim dolarak okudum; belki yıllar önce kaybettiğimiz kamyon şoförü olan dayımın yasıydı, belki böylesine birebir bir benzerlik kurmasaydım da aynısı olurdu. bilemiyorum. okuyup kendiniz karar verin, ama lütfen okuyun.

    !---- spoiler ----!

    zaten o yıllarda burnumuzun ucunda gezinen bir mazot kokusuydu babam, kulağımızda çınlayan uzak bir motor sesiydi ve az evvel dediğim gibi, gitti mi gelmek bilmezdi bir türlü. bu nedenle çocukluğumda annem, kardeşim ve ben hep yol gözlerdik. arada bir boynumuzu büküp içimizi çekerek uzaklara bakardık daha doğrusu. ovanın ucundan bir ışık göründü, bir motor sesi geldi ya da hafiften bir toz bulutu koptu mu bizim içimiz yeşerirdi hemen. yıllarca devam etti bu durum, yıllarca yıllarca devam etti. daha sonra babam bir daha uzun yol şoförlüğü yapmamak üzere kasabaya döndü ama ne hikmetse, gözlerini dikip bu sefer de uzaklara o bakmaya başladı. acaba o neden bakıyor diye, bakmaya biz de devam ettik tabii. böylece, uzaklara bakmak neredeyse ailemizin kaderi oldu.

    !---- spoiler ----!

    !---- spoiler ----!

    uzaklara değil göğe bakmak olsa keşke herkesin kaderi^:göğe bakma durağı^

    !---- spoiler ----!
    mesut
  3. bu dağlar kömürdendir
    geçen gün ömürdendir
    feleğin bir kuşu var
    pençesi demirdendir

    hadi leyli leylanı
    mevlam yazmış fermanı
    ya al canım kurtulam
    ya ver derdim dermanı

    bu yol pasin'e gider
    döner tersine gider
    şurda bir garip ölmüş
    kuşlar yasına gider

    bir at bindim başı yok
    bir çay geçtim taşı yok
    burda bir yiğit ölmüş
    yanında kardaşı yok

    bir ardahan türküsü bu. öz yaşam öyküsel özellikler taşıyan roman, adını bu türküde geçen bir dizeden alıyor. roman boyunca iki şehir, iki yaşam, iki dünya arasında gidip gelen anlatıcının dinlediği pek çok türkü var. hasanım ali'm türküleri çok sever. harfler ve notalar'da neşet ertaş konserinden bahsettiği çok hoş bir yazı vardı. asip dağı, evet.

    sonunu bildiğimiz, bile bile okuduğumuz bir hikâye. yaşamak gibi işte. sonunu bile bile yaşamak... aynı uzun yolları gide gele geçirdiğimiz zaman... hep bir arayış... ölümün en koyu gerçek olduğu anlamsız bir dünyada anlam arayışı bizimki. sonun en baştan belli olduğu hikâyede anlatıcının yaşadığı da böyle bir arayış işte. bu süreçte yaşananlar çok tanıdık. iki hafta önce hastanede yatarken bize akşam yemeği vermediler. atlamışlar. bir de gece çok üşüdük. ne durumdasın diyen yok. "bizi buradan çıkar oğul." diyen bir ses duydum içimde. roman mı yaşamı taklit ediyor yaşam mı romanı, bilemedim.

    köy yerinin insanı her yerde mi aynıdır? anlatıcı, çocukluğunu birlikte geçirdiği bu topluluktan ne kadar farklı... "medeni konuşur, yabani bağırır." der cemil meriç. köy insanı konuşmayı değil bağırmayı tercih ediyor. içinde bulundukları sessizliği kocaman seslerle bilinçsizce bastırmaya çalışır gibi. hastaneden dönen adamın başında bir uğultu haresi... o ses yükseldikçe okurun içini hafakanlar basıyor. anlatıcı bu sesleri geride bırakıp kendi dünyasında sessiz ya da temiz sesli bir yaşam sürmeye çalışsa da sesler eğiliyor, bükülüyor, birleşip ayrışıyor ve peşine düşüyor anlatıcının. sessizlik iyidir ama nereden gelirse gelsin, dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, hayvandan, ottan, böcekten, çiçekten gelen bir hişt sesi de fena değil.

    alzheimer olan anneannem, son zamanlarında çocuklarını bile tanıyamaz duruma gelmişti. "bir kızım var, adı nevin." diyordu. annem çok ağladı bunun üzerine. nevin, annemin küçük yaşta ölen kardeşiymiş. anneanneme en çok acıyı onun ölümü vermiş galiba. en çok onu yaşatmış içinde anneannem. aziz bey'e de en büyük vicdan azabını suat veriyor. son nefesinde "su" derken bile suat'ı anıyor aziz bey. beyaz gömlekli çocukla özdeşleşen suat'ı... belki öyle oluyordur yaşlılıkta. pişmanlıklarımız, unutmak istediklerimiz kendini bir bir hatırlatıyordur belki.

    bir de at var tabii. bir imge, bir inanış, bir hayal olarak at. azrail'in her kılığa bürünebildiğine inanılır. romandaki azrail de at kılığında görünüyor anlatıcıya ve okura.

    ağaçları çok severim. kendilerini, görünüşlerini, figürlerini, büyüyüşlerini, dal budak verişlerini, çiçeklenişlerini, meyvelenişlerini, kuruyuşlarını bile severim. en çok da zamansızlıklarını... zaman, insana bağlı bir kavram. ağaçların zamanı yok mesela. akış ve oluş halindeler. aziz bey, evin girişindeki o ağaçları kestirmemekle ne iyi yapıyordu. ağacı kesmek, akışa ve oluşa yersiz bir müdahale bence. ve maalesef romanda akışa ve oluşa müdahale ediliyor. bıraksalar, aziz bey'in yaşamı gibi kendiliğinden son bulsa ağaçların yaşamı da. insanoğlu...

    uykuların doğusu'nda da yaptığı bir şey var yazarın. başını ve sonunu birleştiriyor ve bir dairenin içine hapsediyor anlatıyı. romanın sonuna geldiğimizde başa dönüyoruz. bir kısır döngü oluşuyor böylece. ölümü bir daireye hapsedip orada tutmaya çalışıyor sanki yazar. mümkün olsa keşke.

    kendi başına değerlendirdiğimde romanı sevdiğimi söyleyebilirim ama yazarın diğer romanlarının yanına bile yaklaşamayacağını da belirtmeliyim. bir dergi, 2016'nın en iyi romanı seçmiş kuşlar yasına gider'i. "daha neler!" demek istiyorum ama 2016'da çıkan diğer romanlarda da pek bir şey bulamadığımız için sessiz kalmayı tercih ediyorum. sessizliği seviyor zaten yazar. sessizlik demişken... çok röportaj vermese keşke hasanım ali'm. ben onun sessiz halini daha çok seviyorum.
  4. yazarin okudugum ilk eseri. biliyorum buyuk ayipmis, okuyunca anladim.. daha dun bitti.. ama icimde hala bitmedi kitap. sabahtan beri bir kitap benim icimden geciyor, bir ben onun icinden...
    oldum olasi kurgudan, hikayeden, icerikten ziyade dile tutkun olmusumdur. ancak bu kitap benim kendimi de edebiyat zevki ve dil konusunda sasirtmama, kesfetmeme vesile oldu. dilin bu kadar sade kullanilirken de buyuleyici olabilecegini gordum. ama tum bunlarin disinda hala cozemedigim bir sey vardi bu kitapta... yorumlardan birinde dendigi gibi kitap sanki bitmiyor.. bir sarmal gibi donuyor zamanin disinda...
    bir de bir ustteki yorumdan kitap kapaginin nuri bilge'ye ait oldugunu ogrenince cok sasirdim. zira kitabi yaraladigimda kendimi bir nuri bilge filmi izliyor gibi hissetmistim..

    ve bu kitaptan bir cumle soyle deseler.. icimi desen, hala kafamin icinde donen su cumleyi yazarim..
    !---- spoiler ----!


    sana da aldatilmak yakisirdi oglum.

    !---- spoiler ----!
  5. yazarla ilk temasım olan kitap. henüz 50 sayfa okuyabildim halen okumaktayım. normalde 1 günde bitireceğim 250 sayfayı okuyamıyorum, garip. tabi bu sıkılmış ruh halimin bana köstek oluşundan kaynaklanıyor herhalde.

    bir de uzun zaman sonra başladım okumaya biraz değişik geldi yazarın tarzı. oldukça yalın, biraz yerel ondan mı acaba, çok mu alıştırdım kendimi fantastik, süslü püslü hikayelere bilemiyorum.

    şimdilik burada yerimi ayırtmak istedim bitirince ne düşünüyor olacağım merak ediyorum.

    edit: evet. şu an itibariyle kitabı bitirmiş bulunmaktayım.(10.03.2017. 02:00) sıcağı sıcağına yorumumu tamamlamak istiyorum. hemen belirteyim ki, kitabı okuyamamak tamamen benim suçummuş. kaldığım 50. sayfadan başlayıp bir çırpıda bitirdim işte. hazır olmakla ilgiliymiş demek ki.

    ikinci olarak, kitabın başlangıcında biraz tatsız bulduğum yerel ifadeler, kitabın sonlarına doğru arttı da arttı, bu duruma alıştım, hatta hoşuma gitmeye de başladı. bilakis, çeviri halinde nasıl çevriliyor bunlar acaba diye düşündüm.

    son olarak, kitaptaki yazarın eşi ve çocuğu dışındaki tüm karakterleri ve hikayeyi de sevdiğimi söylemeliyim. fakat bu denli bol bir tasviri hiçbir kitapta görmedim galiba. bir iki spoiler içeren yorumum da var.

    !---- spoiler ----!

    kitapta yer alan 'akademisyen' kısmı gerçek mi bilemedim. araştıracağım. bu konuda bilgisi olan yazarsa çok sevinirim. ama değilse bile yazarın bu şekilde ayar vermesi çok hoş olmuş. yüzümde muzip bir gülümseme oluştu.

    !---- spoiler ----!!---- spoiler ----!

    yazarın kurgusunu eleştirmek saçma belki ama, hikayenin sonunda, yazarın babasının yanından ayrılıp evine gitmesine anlam veremedim. belki babasının ölümüne şahit olamaması gerekiyordu etkileyici bir son için, ama bana gerçekçi gelmedi, aksine çok zorlama gibiydi, çok kızdım karaktere olması gereken buydu belki ama bilemiyorum. yazarla tanışma fırsatı bulursam sormayı çok isterdim. hmm, belki mail atabilirim.

    !---- spoiler ----!
  6. hasan ali toptaş'ın okuduğum ilk kitabı. kısa sürede ve kolayca okudum aslında ama üzerimde sanki ağır çekimde 3 aydır okuyormuşum hissi bıraktı. kitabın birçok yerinde tekrarlanan sahneler yaratılmasının payı büyük. eve girenler, evden çıkanlar, yola gidenler, yoldan gelenler... gittikçe gidiyorlar, geldikçe geliyorlar işte; hayatta da olduğu gibi aslında.

    ilişkilerin koşulsuz şartsız kabullenme, sabırla sürdürme üzerine kurulu olduğu bir değişik hal mevcut kitapta. herkes bir aşırı anlayışlı, şefkatli, kabullenir halde. kimse sorun çıkarmıyor, sorgulamıyor bile karşısındakini, tuhaf. söz konusu bir de aile olunca hadi canım bu kadarı da olmaz dedim okurken. bu denli çatışmadan uzak ilişkileri gerçek bulamadım.

    hurafelerle bağdaşık fantastik ögelerin tekrarı iç bayacak sıklıkta geldi. babasının mezarı başında gülerek onu bekleyen küçük çocuk hayaleti falan da ne bileyim ya, uymadı bana.

    kuşlar yasına gider'e de bol bol yedirilmiş şehirli insanın yardımdan, el uzatmaktan anlamazlığı, köylünün kasabalının ohh süper yardımseverliği de sinemada, edebiyatta görmeyi hiç sevmediğim bir mesele. benim bildiğim gördüğüm gerçeklikle bağdaşmıyor ondan olsa gerek.

    yazarın sade, abartıdan uzak diline ise hayran kaldım. "babalar, alınlarımıza yazılmış yalnızlıklardır.", "hırs atına binenler, çoğu kez ne vakit düştüklerini anlayamazlar.", "bazı canlıları yara öldürmüyor, muhatapsız kalmak öldürüyor." gibi büyük büyük laflarındansa kitaba az az serpiştirilmiş resim gibi benzetmeleri şahane buldum.

    özetle kitabın bana söylediklerini, mesajını sevmedim. ama yazarın dilini, yarattığı atmosferi, o anı yaşatan benzetmelerini ve betimlemelerini çok sevdim.
  7. hasan ali toptaşın diğer kitaplarındaki dil ahengini,betimlemelerini pek barındırmayan kitabı.
    heba,gölgesizler tavsiye olunur.