• okudum
    • okuyorum
    • okumak istiyorum
  • youreads puanı (6.00)
küskün kahvenin türküsü - carson mccullers
... bir seven vardır, bir de sevilen. ama bunlar başka başka beldelerin insanlarıdır. sevilen çoğu zaman sevenin içinde uzun zamandır saklı duran sevgi için yalnızca bir uyanadır... en olağandışı kişiler bile sevgi için bir uyana olabilir... en sıradan birisi coşkun, ateşli ve bataklıktaki zehirli zambaklar kadar güzel bir sevginin nesnesi olabilir...

carson mccullers daha yirmi üç yaşında yazdığı yalnız bir avcıdır yürek abd romanıyla abd'deki edebiyat çevrelerinde adını duyurmuş ve gerçek olduğu kadar karamsar da olan bir varoluş felsefesi içeren yapıtlarıyla okuru, insanlık durumunun temelindeki ruhsal yalnızlığın derinlikleriyle tanıştırmıştı. küskün kahvenin türküsünde ise daha önceki romanlarının ortak teması olan "sevgi felsefesi"ni daha da geliştirerek sevginin doğasına ilişkin gerçek bir kurama dönüştürür. öykünün sonundaki "oniki ölümlü" zincirli mahkûmlar, tekdüzelikten kaçmayı nasıl bir türküde ararlarsa, yazarın kişileri de bu kaçışı sevgide ararlar.
(tanıtım bülteninden)
çeviren: ipek babacan
kaynak: idefix.com


  1. carson mccullers'ın öyküleri. romanlarından ayrı tutulabilir mi, bilmem. "sevgi" üzerine tematik bir derleme bile diyebiliriz belki. özellikle de "bir ağaç, bir taş, bir bulut" öyküsü sevginin ilksel bir durum olduğunu çokça hatırlatıyor.
    mccullers'ın birçok öykü derlemesinde yer alan "jokey" öyküsü de bu kitapta yer almaktadır.
    kitaptaki öyküler sırasıyla şöyle:

    “küskün kahvenin türküsü”
    “harika çocuk”
    “jokey”
    “madam zilensky ile finlandiya kralı”
    “konuk”
    “bir aile sorunu”
    “bir ağaç, bir taş, bir bulut”
  2. biri uzun olmak üzere toplam 7 hikayeden oluşan, kadın bir yazarın elinden çıkmış, tema olarak da sevgiyi merkeze almış bir kitap küskün kahvenin türküsü. ben ismine tav olmuştum aslında. ilk hikaye kitaba adını veren ve beni de nispeten tatmin eden bir hikaye. bir de konuk isimli hikayeyi sevdim. bunun dışında çok da tatmin etmedi beni hikayeler. johnny depp’ in oynadığı secret window(gizli pencere) filminin son repliği olarak hatırladığım bir replik vardı; hikayelerde en önemli şey sondur diyordu. yedi hikayeden beş tanesinin sonunu yavan buldum. sadece konuk isimli hikaye her şeyiyle beni tatmin etti. jokey isimli hikayenin ise sadece sonunu sevebildim, son paragrafını.

    küskün kahvenin türküsü ise sonuyla tatmin etmemiş olsa da son kısma kadar büyük bir keyif ve merakla okuttu kendisini. küçük bir kasabaya ansızın gelen bir yabancıyla (ki ben o yabancının bir metafor olduğunu, gerçekte var olmadığını, sevgiyi temsil ettiğini düşünüyorum) birlikte kasabanın merkezindeki kahvenin ve onun sahibi kadının değişimi anlatılıyor bu öyküde. üzerinde en fazla durulması gereken öykü bu elbette ve bence gerçekten sıkı bir öykü. kasabanın tasviri, havası, oranın yaşantısı ve bunları bize sunan üslubu özgün buldum ben.

    harika çocuk, kendi içinde ergenlik sorunlarıyla uğraşan genç bir piyano öğrencisinin bu sorunlarını, piyano performansı üzerinden anlatıyor bize.

    jokey, psikolojik sorunları olan bir jokeyin bir yemek masasında belli nedenlerle suçladığı birkaç adamla buluşmasının öyküsü. bunun finalini çok beğendim.

    madam zilensky ve finlandiya kralı aslında son anlarına kadar merak uyandıran ama sonu belki de en yavan kalan öykü. çok basit bir yere bağlanıyor ve gereksiz buldum açıkçası. ele aldığı mesele güzel olsa da çok abartılı işlemiş konuyu.

    konuk, bence kitaptaki en iyi öykü. tabii bu kadar sevmemde ilişkiler üzerine bir öykü olması baş etkendi. eşinden boşanmış bir adamın eski eşinin yeni ailesine konuk olması ve oradaki diyaloglar falan çok ilgimi çeken şeylerdi.

    bir aile sorunu isimli öykü bence en vasat öykü. sorunlu anne, çocuklarına düşkün baba hikayesi. yalnız haksızlık etmek istemem, tüm kitap boyunca özellikle duyguların tarif edilişini çok sevdim ve çok başarılı buldum.

    bir ağaç, bir taş, bir bulut ise terk edilmiş yaşlı bir adamın bir barda genç bir çocuğa kendi öyküsünü anlatmasından ibaret ki bu öykü de karakterleri ve mekan sebebiyle ilgimi çekti. salaş barlarda, kafelerde ya da şarabın da olduğu gergin bir yemek masasında geçen film sahnelerine ya da öykülere bayılıyorum.

    peki kitabı genel olarak neden sevmedim? çünkü yazarın sevgiye bakışıyla benim bakışım arasında dağlar kadar fark var. çok uzatmak istemiyorum ama sevgiyi algılayışımız bambaşka ve benim yazara katılmam mümkün değil. sevgi bu kadar yüceltilecek bir şey değil, basit bir faydacılık meseledir benim için. oysaki yazara göre sevginin tarifi bu;

    ‘’sevilen çoğu zaman sevenin içinde uzun zamandır saklı duran sevgi için yalnızca bir uyarıcıdır. her nasılsa, seven de bilir bunu. ruhunda sevgisini eşsiz bir duygu olarak algılar. tuhaf, yeni bir yalnızlık duymaya başlar.’’ (sf: 27)

    sevgi içimizde vardır, onu bir yerlere ya da bir şeylere yönlendiririz diyor kendisi, bense sevgi sonradan oluşan, insanların yarattığı bir değerdir, kutsallığı yoktur diyorum özetle.

    !---- spoiler ----!

    her şeyden önce sevgi iki kişi arasında ortak bir yaşantıdır. ama ortak bir yaşantı olması, ikisi için de benzer bir yaşantı olduğu anlamına gelmez. bir seven vardır, bir de sevilen. ama bunlar başka başka diyarların insanlarıdır. (sf: 27)

    ***

    yaşam bazen yalnızca sağ kalmak için gerekli şeyleri elde etmek uğruna girişilen uzun ve bunaltıcı bir didinme olur çıkar. insana tuhaf gelen de şudur: yararlı her şeyin bir fiyatı vardır, yalnızca parayla satın alınabilir. düzen bunun üzerine kuruludur. bir balya pamuğun ya da çeyrek bir litre pekmezin fiyatını bilirsiniz, bunun nedeni aklınıza bile gelmez. oysa insan yaşamına hiçbir değer biçilmemiştir. bize bedava verilip, geri alındığında da bir şey ödenmez. peki nedir değeri? çevrenize şöyle bir bakarsanız, bazen çok düşük bir değer biçildiğini, bazen de hiçbir değer biçilmediğini görürsünüz. çoğu zaman çalışıp ter döktükten sonra düze çıkmazsanız, ruhunuzun derinliklerinde pek bir değer taşımadığınız duygusu doğar. (sf: 59)

    ***

    bir kez birisiyle birlikte yaşadıktan sonra, tek başına yaşamak bir işkence olur. (sf: 65)

    ***

    yalanlar aracılığıyla başka birisinin de yaşımını sürmüş oluyordu. yalanlar işten arta kalan önemsiz varoluşuna bir boyut daha kazandırıyor, kişisel yaşantısının kırık dökük yanını dolduruyordu. (sf: 114)

    ***

    adam bakışlarını çocuğun yüzünden çevirmedi. ''beni bırakıp gitti. bir gece eve geldim ki ev bomboş. gitmiş. beni bırakıp gitti.''
    ''başka bir adamla mı?'' diye sordu çocuk.
    adam avucunu hafifçe tezgâha koydu. ''elbette, evlat. kadınlar öyle tek başına kalkıp gitmezler.'' (sf:150)

    (iş bankası kültür yay. - 2. basım - ipek babacan çev.)

    !---- spoiler ----!