1. tadına doyulmayan bir sait faik öyküsü:

    "istasyona iki erkekle bir kadın indi. yağmur çok şiddetli yağıyordu. genç bir hamal, bu üç kişilik grubun eşyalarını yüklendi. kadın hamala:

    - meserret oteli'ne, dedi.

    hamal:

    - meserret oteli'ne mi? diye sordu. bu soruşta, işitmemekten değil, bir güzel sözü bir daha tekrarlatmak isteyen acemi bir haletiruhiye var gibi idi. kadının sesi, yağmurlu havanın içine daha madeni bir yağmur gibi düşmüştü. erkekler, sessiz, sedasız, ceketlerinin yakalarını kaldırmış, istasyon binasının içine doğru kaçıyorlardı. genç kadınsa hamalın sorgusuna başıyla müsbet bir cevap verdikten sonra kırmızı muşambasını uçuran rüzgara ve erkeklere doğru seğirmekte idi. birden geriye dönüp hamala:

    - çocuğum, dedi. daha iyisi bize bir araba bulsan...

    arabaya birbirine sıkışarak yerleştiler. hamal da eşyaları arabacının yanına birer birer koymuş; arabanın içine ve genç kadının bir erkek çocuk yüzü taşıyan kafasına dönmüş:

    uğurlar olsun, demişti. allah rahatlık versin!

    erkekler ilk defa seyahate çıkmışlara mahsus acemilik ve sersemlikle dolu idiler. kadın, hamala:

    - eyvallah, dedi.

    araba hareket etti. hamalın elleri açık kalmıştı.

    araba çamurların içine daldı. yolcular, uzakça şehre doğru çekip gittiler. neden sonra kadının aklına geldi.

    - ah dedi, ne eşeğim. hamalın parasını vermeyi unuttum. erkekler, kadın, "ne berbat bir hava," demiş gibi kafalarını salladılar ve sersemliklerine daldılar. arabacı atlarına homurdanıyordu. geniş sırtında rüzgar esiyordu.

    kadın müteessir, arabacının sırtındaki rüzgara bakıyordu.

    birkaç defa ona seslenmek istedi. fakat cesaret edemedi. bu sırtın ötesinde göreceği iki haydut gözüyle karşılaşmak mümkündü. bütün bu sırt ve arka, manzarasından gözünün önüne bir kürek mahkûmunun külrengi kafası, gözleri, katil hayatiyeti geleceğine emindi. fakat birden kafasını ve kalbini dolduran bir cesaret ve tecessüs hamlesiyle:

    - arabacı, dedi.

    rüzgârlı, kalın geniş sırt ürpermişti. ürpermişti ama yağmurlu, ıslak kafasını çevirmemişti.
    kadın ikinci defa seslendi. bir kafa homurdanır gibi döndüğü zaman kadın; hayalde yaratılan şeylerin hakikatteki aykırılığıyla karşılaşmaların ahmaklığıyla mı susmuştu?

    şimdi güzel ve köylü bir çehre, on üç yaşında bir çocuk yüzü ona soruyordu:

    - ablacığım ne oldu? bir şey mi unuttunuz?

    - hamalın parasını vermeyi unuttuk da...

    - ziyanı yok abla, ben dönüşte kendisine veririm.

    arabacı arabadan inmiş, bir başka arabacı yerine gelmiş gibi, aynı sırt manzarası kadının gözlerinde yeniden peyda oldu. ve kadın hayaline, tekrar bir haydut çehresi mıhlayarak, kasabanın çamurlu, ıslak, ölü çarşılarını seyre daldı.

    meserret oteli, kasabanın en güzel oteli idi. erkekler, acemiliklerini boyun bağlarını çıkarır gibi çıkarmışlar, otelciye isimlerini yazdırıyorlardı. kadın, küçük salonu gözden geçirmekteydi. isviçre'de, bir aile pansiyonunun şirin köşkünde, iki kış geçirmişti. basit, kullanılmaya elverişli, çıplak denilecek kadar boş, fakat her şeyi tamam bir salondu. anadolu'nun bu küçücük nahiyesinde bir isviçre köyünün konforunu yaratan adamı görmek merakıyla; küçük bir masanın önünde, sandalyeye oturmadan, reverans eder gibi bükülmüş, yolcu kâğıtlarını dolduran otelciye:

    - bu otelin sahibi siz misiniz? diye sordu.

    genç adam kafasını kaldırmadan:

    -evet, benim, dedi.

    kadın evli misiniz diye sormak istiyor; bir avrupalı kadın zevkiyle süslü ve muntazam salonu bu kafası tıraşlı adamın yapacağına inanmak istemiyor gibi duruyordu. kadın bu suali her nedense sormadı.

    duvarda iki resim levhası vardı. birisi bir bostan dolabının gölgesini ve şıkırtısını, kovaların akşam ışığıyla dolmuş parıltısını bir fotoğraf hissizliği ve mevsukiyetiyle aksettiriyor. bir diğeri, acemi fakat çok hassas bir fırçanın, çok çabuk kaçan bir hayali zapt etmek için baş döndürücü bir acele içinde çırpındığı bir genç kız portresi idi. otelci ile işlerini bitiren erkekler de bu genç kız resminin önüne dikilmişlerdi. bir tanesi bu portrenin üzerinde yaptığı tesiri ifade etmesini bilen bir çehre ile dalgın:

    - bu portrede, dedi, bir sürat var. adeta ressam bu çehreyi yüz kilometre yapan bir trenin içinde geçerken durulmayan istasyonların birinde dikilmiş sıtmalı bir kız çocuk hayalini kafasında sonradan canlandırmış, büyütmüş de yapmışa benziyor.

    otelci de oraya bakıyordu. gülümser gibi gözleri duvarda, resmi görmüyor, fakat o tarafa bakıyordu. sessiz denilecek kadar haletiruhiyesizdi. alışılan, özlenen bir çirkinliği, entelektüel bir yüzü vardı.

    mütevazı bir sesle:

    - hemşirem ölmeden birkaç saat evvel, dedi.

    hepsi tekrar gözlerini portreye çevirmişlerdi. kadın, yüzünü dönmeden:

    bu resmi siz yaptınız değil mi? dedi.

    erkekler otelcinin, "hayır ben yapmadım", demesini bekliyorlar gibi bir hal almışlardı. kadın sorduğu sualin cevabını almış kadar müsterih bekliyordu.

    otelci ağır ve düşünceli:

    - hayır, dedi.

    sanki erkekler geniş bir nefes almışlardı. kadın bu menfi cevaba hayret etmemişti. otelci devam etti:

    - bizzat kendisi yapmış. bir arkadaşı aynayı tutmuş. o kendi eliyle, işte resimdeki gibi gülümseyerek... bizzat kendisi yapmış.

    kadın bildiğimiz kadınlardan olsaydı otelciye, bu portrenin hikayesini ondan kopara kopara alabilirdi. yüzü lakayt bir mana almıştı. erkeklerin sarışınına döndü:

    - bana, dedi, bir cıgara verir misiniz?

    otelci ağır ağır odadan çıktı. birkaç saniye sonra tekrar içeriye girdi.

    bir emriniz olursa, dedi, zili basarsınız. garson size odalarınızı gösterir. yatmadan evvel sıcak bir şey içmek arzu ederseniz size çay da hazırlayabilirim.

    otelcinin yüzü heyecanlıydı. yüzlerce müşteriye yaptığı gibi, bir iskemlenin üstüne ters oturup gözleri görmeden resimde, hikayesini anlatmayı gayrı şuuri arzu ediyordu. fakat kadın:

    - teşekkür ederiz. evet yatmadan evvel bir çay içebiliriz. çok teşekkür ederiz.

    otelci ikinci defa çıktıktan sonra kadın, yol arkadaşlarına isviçre'de tanıdığı bu ressam kızın macerasını anlatmak istedi. sonra bu adi hikayeyi anlatmış kadar yorgun ve mecalsiz, hatta yarı yolda öte tarafı dinlenilmeyeceğinden korkmuş gibi sustu. ve ölmüş arkadaşının hatırasıyla uzun müddet gözleri portrede düşündü. aynayı tutarken söylediklerini şimdi birer birer ses, ışık, rüzgar ve yağmur arası bir sükutla yeniden işitiyordu.

    - istasyonda genç bir hamal eşyanı alacak. sana birkaç defa, kadın sesi işitmek için, bir sözü tekrarlatacak. sen ona parayı vermeyi unutacaksın. kocaman sırtlı bir arabacı döndüğü zaman, on üç yaşında bir köylü çocuğu yüzüyle karşılaşacaksın, sonra arabacı arabadan inmiş de, bir başkası yerine oturmuş gibi aynı sırt manzarası karşısında peyda olacak. kasabanın ölü çarşılarını seyre dalacaksın. belki hava yağmurlu olacak. sonra ağabeyim... gözleri, özlenen ve alışılan çirkinliği, entelektüel siması. bana söz... muhakkak gidip bir gece bizim otelde yatacaksın değil mi?"