• izledim
    • izlemek istiyorum
  • youreads puanı (7.83)
the kids are all right - lisa cholodenko
lezbiyen bir çift olan nic ve jules, yapay döllenme ile çocuk sahibi olmuşlardır, hem de iki kere. çocuklar ergenliğe girdiklerinde gerçek babaları ile tanışmak isterler. paul adındaki donör onların babalarıdır ve çocuklar paul'ü anneleri ile tanıştırmak ister. paul'ün gelmesi aile düzenini değiştirecek ve yepyeni bir aile tanımının yapılmasına yol açacaktır.


  1. ben bu filmi heba edilmiş ciddi bir potansiyel olarak görüyorum. paul'un aileye girişi ile sınava tabii tutulan her ilişki bağı üzerine ayrı ayrı bir film çıkarmış. iki çocuk da çok sağlam karakterler, iyi yazılmış, kurgulanmış ama işlenmemiş.

    böyle bir yarım kalmışlık var.
  2. son zamanlarda en sevdiğim hollywood filmi bu oldu. konusu zaten ilgi çekici. bu sayede hem altın küre hem de oscar adaylığı almış senaryo dalında. ama ben okuduğum yorumların aksine işlenişi de başarılı buldum. lezbiyen bir çift, zamanında aynı donörün spermini kullanarak çocuk sahibi oluyor. biri kız biri erkek iki çocuktan küçük olanı iki anne ile büyümüş olmaktan sıkılmış olacak ki kendisinden yaşça büyük kız kardeşini ikna edip ondan babalarının kim olduğunu öğrenmesini istiyor. abla 18’ i doldurup artık reşit bir birey olduğundan bunu yapabilir. gereksiz bir detay olsa da aklıma geldiği için yazıyorum, ablanın 18’ i doldurur doldurmaz erkek kardeşin babalarını bulmak istemesi önceden beri erkek kardeşte böyle bir arayış olduğu izlenimi uyandırdı bende. iki anne ve bir abla tarafından büyütülmüş ve sanırım kendi dilinden, fizyolojisinden anlayacak birinin ihtiyacı içerisinde. şimdi bu tezimi destekleyen detaya geliyorum. bu çocuk muhtemelen ilk gördüğü erkekle arkadaş olmuş. arkadaşı tam bir moron. zaten ailesi de bu arkadaşlığa karşı ancak ergen irimiz şiddetle arkadaşını savunuyor ta ki babasıyla tanışıp arkadaşının ne kadar gerzek biri olduğunu görene kadar. baba hayatına girdiği anda ilk sorunda herkese karşı savunduğu o gerzek arkadaşa yol veriyor.

    filme gelen eleştirilerden biri filmdeki lezbiyenlik ilişkinin aslında ataerkil bir ilişkinin izdüşümünden ibaret olduğu iddiası. ben buna kesinlikle katılmıyorum. zaten bir komünistler bir de feministler herhangi bir sanat ürününde kendi düşüncelerinin propagandasını göremezlerse o ürünü kendi düşüncelerine muhalif bir şey olarak yorumlarlar. yani muhalif olmasına gerek yok, savunmuyorsa muhaliftir, bitti. bu iki görüşün de doğuşunu, gelişimini, aldığı tepkileri düşündüğüm zaman bu savunmacı tavrı anlayabiliyorum. filmde kesinlikle lezbiyenlik kötüdür, sorunlar yaratır, her kadın aslında heteroseksüeldir gibi bir söylem yok. hatta tam olarak lgbtlilerin ve feministlerin istediği şeyi yapıyor film; kadın erkek ayrımına hiç girmeden filmdeki herkesi insan olarak ele alıp insanlar arasındaki ilişkileri irdeliyor. ama insan ilişkilerinde tıpkı bir erkek gibi kadınlar da hata yapabileceğinin gösterilmesi nedense tek dertlerinin kadın erkek eşitliğini savunmak olduğunu söyleyen feministlere ters gelmiş. hatta filmin sonunda asıl suçlunun paul olarak kabul edilmesi bile bence abartı bir tavır olmuş. ne diyordu internet fenomeniniz cemal süreya ‘’ne günah işlediysek yarı yarıya’’ (uydurma değil gerçek bir cemal süreya dizesi)

    yönetmenin tüm bu karmaşık ilişki ağını dram türünde değil de komedi türünde işlemesini ise ayrıca çok sevdim ama şunu iddia ediyorum ki eğer dram olsaydı bu film altın küre ve oscar’ da daha çok konuşulan bir film olurdu. oysaki tıpkı woody allen’ ın yaptığı gibi bu tarz komplike durumları bu kadar eğlenceli işleyebilmek benim nazarımda dram kadar başarılı bir iş. bu yüzden de çok sevdim filmi. filmde birden çok konuya değiniyor yönetmen ve hiçbirini de eline yüzüne bulaştırmıyor çünkü ne anlatmak istediğini baştan itibaren biliyor. yani mahsun kırmızıgül gibi duyar kasacağım diye elli tane şeyi aynı anda söylemeye çalışmıyor ya da birbirinin kopyası kitaplar yazan murat menteş ve benzerleri gibi ‘’bakın bununla da ilgiliyim, şununla da ilgiliyim'' diyerek temeline hakim olmayıp da sadece yüzeysel olarak bildiği şeyleri üzerimize kusmuyor. peki ne yapıyor? filmdeki her karakterin aile olmak/olamamak üzerine yaşadığı sorunları dengeli bir şekilde aktarıyor. filmin odağına sürekli başka başka karakterleri koysa da asıl hedeften hiç sapmıyor, ipleri elinden kaçırmıyor, kontrolü kaybetmiyor. bir de filmden ne istediğin, beklediğin de önemli. bana beklediğimi verdi, bu yüzden de çok sevdim. dikkat ederseniz çok iyi filmdi demiyorum, çok sevdim diyorum. bence iyi film ama bunu hararetli savunabilecek kadar sinema bilgisine sahip değilim.

    film aileyi savunuyor ki normalde evlilik karşıtı biri olarak bunu eleştirirdim ama yapamıyorum çünkü bu savunma işini fetişist bir boyuta taşımıyor. yalnızlık da dahil olmak üzere herhangi bir şey karşıtı bir tavır da takınmıyor. belki paul’ un aile ve baba olma durumuna bu kadar çabuk aşina olması eleştirilebilir ama ona da şöyle bakıyorum; aşina olmaması gerektiğini neye dayanarak iddia edeceğim?

    bu tarz filmlerde alıştığımız klişelerden bu filmde de mevcut ancak o klişelerin bazılarına ben bayılıyorum. örneğin; şarapla yenen bir yemek ya da sadece şarap eşliğinde ilişkiler, hayat, ölüm, aşk, cinsellik… üzerine yapılan sohbetler bu filmde de var ve yine keyifle izledim bunları.

    bir iki mevzuu daha var ama zaten çok uzadı ve şurada şu oluyor burada bu oluyor diye girmek istemediğimden bu şekilde bitiriyorum. birkaç detaya değinmeden edemeyeceğim yalnız;

    -mark ruffalo tarafından canlandırılan paul karakterinin evindeki plak koleksiyonunda yer alan albümler dikkatimi çekti. nic(annette bening) albümlere bakarken sırasıyla;

    david bowie - hunky dory(1970)
    bob dylanblood on the tracks (1975 - en iyi dylan albümü belki de)
    nina simone - here comes the sun(1971)
    joni mitchell - blue (1971 - filmdeki joni(mia wasikowska) ismi de zaten joni mitchell’ den geliyormuş ki albümün göründüğü plandan birkaç dakika sonra öğreniyoruz bunu)

    albümlerini görüyor. hepsi dinlenmeye değer.

    -mark ruffallo’ yu bireysel olarak en beğendiğim film.

    -judi’ nin odasına kapandığı sahnede yine bir müzik grubuna ve albüme selam çakılan bir plan var. duvarda bir uh huh her posteri var. bu grup 2007 yılında kurulmuş ve ismini pj harvey’ nin 2004 yılında çıkan albümünden almış.

    - tanya(yaya dacosta) karakteri inanılmaz seksi bir karakter. çok ateşli, çok tahrik edici, adeta yürüyen seks.