1. ahmet büke'nin bir öyküsü.

    **

    saçlarım uzadı. ensemden omuzlarıma doğru dökülüyor. bukleler tenime değdikçe içim gıdıklanıyor, gülümsüyorum. sonra göğüslerim doldu, ağır ağır titreyip yükseldiler. tina karnımı çok beğeniyor. kasıklarım kıvamlıymış; meksika'da katır sırtında kıyılarında dolaştığı nehirleri andırıyormuş. iki de bir “ah, makinem olsaydı şimdi yanımda,” diyor. beni servi ağaçlarının hemen altında, kırmızı papatyaların içinde poz poz çekermiş.
    siz tina'yı biliyor musunuz?
    tina modotti.
    “radical photographer” ya da “between art and revolution” diyorlar ona.
    bitpazarında karşılaştım tina'yla. eski makaralarda on altı milimetrelik filmler satan bir adama takılmış. elinde sarma sigarası kirli halının ucuna tıpkı bizim annelerimiz gibi dizlerini hafifçe kıvırmış oturuyor.
    dudağını gösterdi. morarmış.
    “vurdu mu yoksa sana,” dedim.
    “yok. öptü durdu sabaha kadar.”
    onu eve götürene kadar akla karayı seçtim. sonunda ayva reçeline kandı. ilk defa yiyormuş.
    “bunu erik şarabıyla karıştırınca nasıl olur, biliyor musun?” dedi.
    “berbat olur, galiba.”
    çok güldük.
    sonra sarıldım ona. koltuk altlarıma başı dönene kadar gömüldü. hiç bilmediğim bir köylü kadını gibi kokuyordu.
    “aslında yakın sayılırız birbirimize,” dedi.
    tina, italya'da kalabalık bir evde doğmuş. onunla aynı denize girmişiz sonuçta.
    o yüzden heveslerimiz yakın sayılır.
    “nasıl oluyor bu böyle,” dedi. “hem kadınsın hem erkek.”
    “doğduğum toprak yüzünden,” dedim.
    o kadar uzak ve yakın ki, kaybolmamak için yokluğu birbirine teyelliyorum.
    tina, esmer bir kadın. dudaklarından düşen ışığı göğüs uçlarına yerleştirmiş. parmak uçları esirgeyen babamdan kalma