1. çoğunun youreads'e kafa dağıtmaya geldiğini bilsem de bu günlerde dahi ülkenin politikasından ve gidişatından bahsedilmemesinden duyduğum rahatsızlık üzerine açtığım başlıktır. siz nerede yaşıyorsunuz ?
  2. insanlarin ulkelerindeki politik olaylara kayitsiz kalip kalmadigi sosyal medya platformlarindaki paylasimlari ile olculmedigi icin cikarim yapmak gereksizdir. bir konu uzerinde elektronik ortamlarda yorum yapmamamiz o olaylara kayitsiz kaldigimiz anlamina geliyorsa onu bilemem.
  3. memleket cayır cayır yanarken hala apolitik kalmayı başaran varsa tebrik ederim.
  4. artur miller'ın cadı kazanı oyununda bu durum çok güzel anlatılmakta. oyunu izlemeyenler yahut okumayanlar için anlatmak gerekirse practor adındaki bir köylünün bir temizlikçi ile ilişkiye girmesi ve abigale adındaki temizlikçinin ormanda birkaç kızla beraber büyü yapmaya çalışmalarıyla başlayan ve kiliseye mahkemeye ve din adamlarına kadar uzanan hikayesi anlatılır. abigale practor'dan ve hasta karısından intikam alabilmek için(practor abilgale'i kendisinden uzaklaştırmaya çalışır) ormanda büyü için toplaştıkları ve siyah bir kadınla beraber ateşin başında dansettikten sonra aralarındaki kızlardan birinin hastalanması sonucu büyü yaptıklarını itiraf eder. ortada büyü falan olmasa da hastalanan kızın fenalaşması sonucu kentten rahip hale çağrılır ve olay soruşturulmaya başlanır. abigale cadı avı sırasında, "cadılar" ihbar edilip mahkemelerce ya asılıyor, işkenceye uğruyor ya da itiraf etmeleri isteniyordu. hiçbir suçu olmayan masum insanlar cadılıkla suçlanıyor ve itiraf etmeye zorlanıyordu. bu masum ve dindar insanların itiraf edip paçayı sıyırmaları gibi bir düşünceleri hiç olmamaktadır çünkü suçsuz oldukları halde itiraf ederlerse isimleri kilisenin kapısına asılacak ve soyisimleri sonsuza dek kirlenmiş olacaktı. tam da bu durumda abigale practor'dan intikam alabilmek için karısını cadılıkla suçlar. hizmetçilerini tehdit ederek iğneli bir peluşu proctor'un evine gizlemesini sağlar. mahkemede bu iğneli peluş delil gösterilerek karısı tutuklanır(abigale bu peluşlu iğnenin kendisini büyülediğini mahkemede gerçekleştirilen muazzam bir oyunla bütün mahkemeye inandırır) huzur göçmüş herkes yarın neler olacağını bilmeden korkarak sinerek yaşamaya çalışmaktadır. olayı soruşturan bay hale ise(kendisi iyi bir rahiptir) practor'un üzerine giderek delilere ulaşmaya çalışır. mahkemede practorun karısı yargılanırken bay practor karısının idama giden yolunu görüp bütün bunların abigale'in bir oyunu olduğunu itiraf eder. mahkeme abigale ile practor'un ilişkisini öğrenir ve practor'u cadılar konusunda itiraf etmeye zorlar.

    artur miller'ın bu oyununu böyle uzun uzadıya anlatmamın sebebi yaşananların günümüzle çok paralellikler içermesinden dolayıdır. mahkeme abigale'in yalan söylediğini anlasa da öncesinde acı çektirdiği ve ölümüne sebep olduğu birçok insan için bunu görmezden gelmektedir. practor'un saygın bir insan olması dolayısıyla önüne ya cadılık yaptığını itiraf etmesi gereken bir belgeyi imzalamasını ya da idam edileceğini buyurur. practor'un neler yaptığını böylece anlamanız mümkün değilse de (okumadıysanız yalvarırım okuyun) mahkeme onu kullanarak götünü kurtarma derdindedir. ki burada belki hevesinizi çağırırır diye hale'in bir tiradını paylaşmak isterim. bütün olanların bir düzmece olduğunu öğrenen mahkeme başkanı insanların isyan etmesinden çekinmektedir. abigale'in kaçması herşeyin daha iyi görünmesine yardımcı olmuştur. hale'e isyan var mı diye sorduğunda şöyle bir cevap alıyor. her okuyuşumda haksızlığa karşı dile getirilmiş ve masumiyetin tıynetsiz insanların iki dudağı arasında olduğunu hatırlarım

    danford: isyan lafı mı duydunuz köyde?

    hale: yetim çocuklar ev ev dolaşıyor. sahipsiz hayvanlar yollarda bağrışıyor, çürümüş ekinlerin kokusu sarmış ortalığı, herkesin yaşamı bir orospunun çığlığına kalmış, siz hâlâ isyan lafı var mı yok mu diye soruyorsunuz. nasıl oldu da hâlâ bütün vilayeti yakmadılar diye sorsanız daha iyi edersiniz.

    danford: bay hale siz bu ay andover'da vaaz ettiniz mi?

    hale: allaha şükür andover'da bana gereksinim yok.

    danford: siz benimle alay mı ediyorsunuz bayım! ne diye döndünüz buraya!

    hale: niçin mi? gayet basit. şeytanın elçisi olarak geldim hıristiyanları fitliyorum birbirlerin iftira etsinle diye.(ciddileşir) elim yüzüm kan içinde. görmüyor musunuz kana boyandı elim yüzüm.

    aynen böyledir işte. mahkeme insanların adalet duygusunu zedelemiştir oyunda her önüne gelen bir düşmanını suçlamakta ötekini çukura yollamaktadır.
    suçsuz, masum olmasına rağmen itham edilen hayatları bitirilen yanlışa ses çıkardığı için en değerli şeylerini isimlerini kaybetmeye kadar varmıştır.

    şimdi asıl diyeceklerime gelelim. bir gün o cadı kazanının içine gireceğimi bildiğim halde korkumdan susuyorum. evet geleceğe dair inancımı yitirdim. üç kuruş için insanların hayatlarını yitireceklerini onurlarını ayaklar altına alacaklarını, aç bırakacaklarını bilerek sustum. hiç susmam diyordum oysa ki. e ama kollektif olarak yitmeye de ses çıkarmıyoruz. practor ailesi kadar yürekli değilim. boynumun vurulmasını ismimle değişecek kadar alçağım belki. benim yarına dair hiçbir umudum kalmadı. mesele oradan ya da buradan bakıldığında çözülecek gibi de değil. toplum olarak bölünmüşüz zaten. ya mafyaya karşısındır ya onunla berabersindir. arası yok. yüzyıllardır belki insanoğlu bumerang içinde. çağ değişse de işleyiş aynı. cebime üç kuruş girecek diye koca koca tarlaların yakılmasına sessiz kalınırsa yarın cebindeki para bittiğinde o yanık tarlaya aç kalmamak için sen tohum dikeceksin. anızları temizleyecek olan da sensin. tarlayı yakanın derdi değil bu. apolitik görünebiliriz. ben kendimce bunda bir utanç göremiyorum. hitlerden saklanan yahudilere benzer bu biraz. içinde taşıdığın düşüncenin gücünü farkettiğimiz anda bizim çağımız gelecek belki de. neden farkedemiyoruz biliyor musunuz? henüz bu düşüncenin ağırlığını taşıyacak kadar güçlü değiliz. adalet özgürlük ve sosyal bir yaşamın bile ağır geldiği bir çağdayız. sadece yersel değil çağsal bir sorun bu.

    şu paragrafa geldiğimde bir durdum. düşündüm ne desem ne eklesem. pencereden dışarı baktım. pencerede iki kırlangıç. karşı çatıda martı. yalan değil. hava kapalı. üzülmeyin efendim. bizler kuşa böceğe ağaca bakıp güzelliklerine ağlayacak insanlarız.

    her şeyimizi alsalar bizden bunu alamazlar.
  5. çok eskiden bir alıntı görmüştüm. "insanların siyasi görüşlerini onlarla konuşarak değiştiremezsiniz" diye. o yüzden fazla da kimseyle uğraşmak istemiyorum. çünkü adam anlamayacak, dinlemeyecek.

    çoğu ülkede işçi-fakir sınıf sol partilere oy verir, bizde tam tersi. e demezler mi adama fakirin kendisi dert etmiyor ki sen niye dert edesin...

    ülkenin 0'luk kısmı uyarısını yaptı, diyeceklerini dedi. hala daha dinlemeyen varsa da kusura bakmasın. ben çok sıkılırsam ülkeden çıkıp gidebiliyorum.
  6. bugun bu basliga rastgeldim ve su cok guzel girdiyi okuyunca aklima 2014'te yazdigim bir yazim geldi. guzelliklere bakmaya, guzelliklerden bahsetmeye ihtiyacimiz var. Cunku sairin de ddigi gibi yaşamak görevdir yangın yerinde
    ilgili yazi :

    !---- spoiler ----!

    Çalıntı Bir Gün..
    Bu sabah bir yazı okudum gazetede. Pek alışkanlığım değildir ama çok içimden geldi ve gazete kupürünü kestim saklamak için. Sonra sıklıkla göreyim okuyayım diye buzdolabının kapağına astım.

    Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olma imkanı vermiyor. Türkiye, evlatlarının bulutların ne kadar güzel olduğunu düşünecek vakti bulmasına izin vermiyor.

    Bunun en bariz yansımasını kendi adıma bu blogda buldum. Ne kadar uzun zamandır bloga tek satır yazmayışımda/yazamayışımda…
    Öyle bir ülkede, öyle bir zamanda yaşıyoruz ki gündem dışı,ülke meseleleri dışında bir şeyle meşgul olmak, başka konularda konuşmak, sosyal medya başka paylaşımlarda bulunmak, pencerenizin kenarına konan bir kuşun sabah sabah sizi nasıl gülümsettiğini anlatan bir yazıyı dostlarınızla paylaşmak ve dahi bunları yapmayı düşünmek bile utanç verici bir durum.
    Sherly Sandberg’in “Lean In” adlı kitabını okuyorum. Kitap aslında iş dünyasında kadınları anlatıyor gibi görünse de esasen bir nevi bir “feminist manifesto” da diyebiliriz. Kitap’ta Sherly (Facebook’un CEO’su) Facebook’ta insanları cesaretlendirmek için duvarlara çeşitli yazılar, afişler astıklarından bahsediyor. Bunlardan bir kaç örnek veriyor kitapta.

    korkmasaydın ne yapardın?

    Bu soru beni çok etkiledi. Farklı farklı konularda çok başka sorulara çok başka cevaplara, oradan yeni sorulara götürdü beni kendi içimde. Ama yazımın başında bahsettiğim ülke gündeminin ve belki de milletçe yaşadığımız “psikolojik travmanın” bizlere verdiği “sıradan konulardan bahsetmeye” dair utanç duygusu ile ilgili yeni bir soru attı zihnime:

    Utanmasaydın ne anlatırdın/ne yazardın?

    Soğuk ama güneşli havaları çok sevdiğimi yazardım. Sonra çocukken bayıldığım Alman pastasının minicik ve çileklilerinin yapıldığını keşfedip tadına baktığımdaki mutluluğumu anlatırdım. Hatta belki ağzımda pasta ile poz verdiğim aptal bir fotografımı paylaşırdım arkadaşlarımla. Şu anda eşimin yanımda otururken kendisine yaptıgı kahveyi içmeden önce koklayıp derinden bir”ohh” demesindeki hazzı resmederdim.
    Cumartesi öğle vakitlerinde mutfaktan gelen çayın fokurdama sesi ile çamaşır makinesi sesinin karışmasının bana müzik tınısı gibi gelmesinin tuhaflığından dem vururdum. Bu sabah mevye suyu dolu bardağımın içine kamikaze dalışı yapan sineği bardaktan çıkardığımda hala yaşıyor olduğunu farketmemizdeki keyfi anlatırdım mesela.
    Ama utanıyorum,utanıyoruz. Sadece utanmak değil mesele tabii. Göremiyoruz bunları,farkedemiyoruz.. Vakit bulamıyoruz bunlara. Çünkü çocuklar sokaklarda dövülerek öldürülürken adalet gözlerini yumuyor bu ülkede.Çünkü Van’da bir çocuk yasadıgı köye ambulans gelmediği için ölüyor ve cenezesini ailesi bir çuvalda taşıyor. Çünkü heryer yalan heryer dolan… Çünkü umut o kadar az ki heryerde…
    Olsun ama ben yine de bu sabah şarkılardan, sineklerden,kahvelerden-çaylardan, ev işlerinden, mercimek çorbasından-yumurtalı ekmekten,kuşlardan ve havalardan bahsetmek istiyorum. Bugün diyorum kendi kendime bugün de böyle olsun. Bir gün çalayım ÜLKEM’den sadece bana-bize ait birgün. O’nu düşünmeden ve konuşmadan geçireceğimiz birgün….


    !---- spoiler ----!
  7. insan apolitik olmamalı. herhangi bir politik olaya karşı tavır sahibi olmak ile, ona bir siyasi eşgüdümle yaklaşmak ayrı şeyler. diyojen'in birini gösterek tavuğa doğru "dikkat! bir insan" diye bağırması bile belli bir tavrın sonucu. bir yanda kuşlar çiçekler bir yanda bozuk bir düzen varken, insanın birini seçmesi de zorunlu değil. yani mesela, kendi adıma diyeyim, ben isterim ki insan güzellikten umuttan bahsetsin ama yanlış giden şeylerin de farkında olsun. ama bu farkındalık dünya pis insanlar bozuk'tan öteye gitsin. kendi etiği, tarihsel gerçeklik ve olayları sislendirmek için değil uygarlık ve insan doğasına daha derinden bakabilmek için varolsun.

    mesela ferdinand vurulana kadar ticari ve siyasi ortamın uyurgezer bir hava ile dolaştığını düşünmesin, belli siyasi çatlakların o güne kadar biriktiğinin farkında olsun. ya da bir toplumun gidişatı hakkında uzun uzun kelamlar edecekse o toplumun bi son otuz yılın farkında olsun az çok. edebiyatını okusun, inanç yerlerini bilsin, geleneklerine aşina olsun. sevgiliden bahsedilsin ama sevmeyi yalnız tek bir şeye indirgemesin. stereotip etiketlerle bogusmaktan korkuyor, utanıyor diye mesela adalar'daki at ölümlerine susmasın, hasankeyf'e susmasın, doğa katliamına, kültür kıyımına, çocuk ölümlerine, işgallere susmasın. bu dünyayı değiştirmeye elbet gücümüz yetmeyebilir, ama yanlış olanı söylemeyi de kendimizden esirgersek halimiz nice olur.

    umudu en karanlık yerlerden çıkarmak gerekiyor. soğuk savaş döneminde distopik bir gelecek kurduktan sonra buna ilaç olarak propagandası yapılan antikomünizm ne ise, şu an ki siyasi cehennemde, olaylardan uzaklaşmanın cevabını apolitiklikte bulmak o. ve bu çok çirkin, kolaycı, bir hareket. ne demişti camus:
    ne komünizmin felsefesiyle ne de bunun pratik etiği ile düşünce birliği içindeysek de esin kaynağının ne olduğunu, açıklanmayan hedeflerinin neye yönelik olduğunu bildiğimiz için politikada antikomünizme şiddetle karşıyız.

    felsefe yalnızca soyut bir alana giriş izni olan akademisyenlere ait olmadığı gibi, en azından politik bir tavır sahibi olmak için de bir siyasi partiye, örgüte ihtiyaç yok.

    rilke'nin en çığlıklı mektuplarından biriyle bitirelim;

    "...olanlara dayanamayan bir tek kişi yok mu ki, çıksın, bayraklarla süslenmiş bu gerçek dışı kentin göbeğinde sabahlara dek haykırsın ve "çağrıya" aldırmasın!"