1. Frp oynayan ve oynatan youserların kendilerini etkileyen hikayelerini, gülmekten yan masaların rahatsız bakışlarını çektikleri geyiklerini paylaşacakları başlık. İlk girdileri ben yapacağım. Çoğul eki kullanıyorum zira paylaşacaklarım 2015 yazında Ekin Ergün’ün dm olduğu necrosphere isimli dnd 5e oyunundaki karakterimin tuttuğu günlüklerden oluşuyor. Kendisine bize güzel bir oyun ve arkadaş ortamı sağladığı için minnettarım. Aktif olarak yazılarına ve oyunlarına devam ediyor. http://draconism.com/ adresinden kendisine ulaşabilirsiniz.
    Günlüğümde adı sıkça geçen, hikaye boyunca sivri dilimin hedefi olan Dorn isimli pelor ruhbanının @willemcarter olduğunu da belirterek buradan kendisine selam gönderiyorum :) burada yazdıklarım için cevap hakkına sahiptir :P Son olarak dün böyle bir başlık açmam için bana fikir veren @lake of the hell’e teşekkür ediyorum.

    Gökyüzünden güneşin kaybolduğu, hayvanların mutasyon geçirdiği, demon istilasının kasıp kavurduğu bir ortamda Nak'shir şehrine varan Haletin Belendir isimli Tiefling sorcerer’ın macerası şöyle başlar:

    Xiv'thara'da Başlayan Macera

    Xiv’thara topraklarının başkentine yaptığım uzun ve yorucu yolculuktan sonra, kesemdeki altınlar suyunu çekmeye başlamıştı. Uzun süredir aradığım değerli bitkilerden yoksun olmanın da etkisiyle şehirde ek işler arıyordum. Şehirdeki bağlantılarımdan birisi bir Pelor rahibinin batıya bir yolculuk düzenlediğini ve katılacak adama ihtiyaç duyduğunu bahsetti. Sonunda altın ve altın değerinde şifalı otlar elde edebileceğim bu maceraya balıklama atladım.

    Pelor tapınağına gittiğimde şu kısa hayatımda gördüğüm en tuhaf grup beni bekliyordu. Torunlarını büyütecek yaşta, bir köyde rastlasam bel soğukluğu için ilaç hazırlayacağım, Dragan isimli ihtiyar bir büyücü grubumuzun ilk üyesiydi. Gözlerinin altında ne şeytanlıklar yattığı belli olmayan ve yanında kesemi kontrol etme ihtiyacı hissettiğim, o uzun ve telaffuzu zor elf isminin kısaltması olan Ald’i kullanan sivri kulak grubumuzun ikinci üyesiydi. Sanırım aramızdaki en düzgün kişi, üzerindeki zırhtan şehir muhafızlarından biri olduğunu anladığım Jeremiah ismindeki savaşçıydı. Ve hepimiz ufak bir salonda birbirimizi keserken odaya işverenimiz, Pelor rahibi ve savaşçısı olan, Dorn isimli genç girdi. Bizimle konuşmadığı zamanlarda durmadan Pelor’a dua ediyormuş gibi bir havası vardı.

    Dorn geldikten sonra yolculuğumuzun amacından ve benim için en önemli olan kısım olan ganimetin paylaşımından bahsettik. Herkes için eşit bilgi ve eşit ganimet paylaşımı konusunda anlaştık. Yolculuğumuz Thar isimli, Xiv’thara bölgesinin ücra yerleşimlerinden birine düzenlenecek bir keşif gezisi olacakmış. Yürümekten nasır bağlamış ayaklarımı dinlendirecek bir at arabası ve yolculuk süresince bize yetecek kadar erzak ayarladıktan sonra yola çıktık.

    Gün boyu süren yolculuğumuz olaysız geçti. Ta ki akşam karanlığı bastırıp nöbet paylaşımı yapılana kadar. Tüm talihsiz olayların beni bulması gibi, gecenin karanlığından kamp alanımız olan kayalıklara doğru gelen Gnolların haberini vermek de benim nöbetime düştü. Üzerlerine zırhlarını bile giyemeden don gömlek savaşa giren Pelor clerici ve savaşçı dostumuzun dövüşleri izlemeye değerdi. Cleric oradan oraya koşturarak yaralarımıza şifa verirken, Jeremiah’da iki kişiye karşı cesurca dövüşüyordu. İhtiyar büyücü kendisinden beklemediğim bir şekilde iki Gnoll’ün dünyasını değiştirerek gözüme girmeyi başardı. Her ne kadar bir ara bilincini kaybetse de Dorn sağolsun tekrar ayağa kalktı. Bu adamı değerlendirirken görünüşüne aldanmamam gerektiğini aklımın bir köşesine not ettim. Sivri kulak Ald’i savaş boyunca hiç göremedim ama söylediğine göre uzaktan Gnoller’i şişlemekle meşgulmüş. Eh bu cenkte ben de atalarımı utandırmadım. Aldığım ağır yaralara rağmen iki leşim vardı. Sonunda başlarda kazanacağıma dair olan ümidimizi kaybettiğimiz dövüş bittiğinde yedi leşe karşın kaybımız yoktu. Diğerleri ganimet olarak çerçöpü paylaşırken ben uyumayı ve gücümü toplamayı tercih ettim.

    Bu tatsız olaydan sonraki günler olaysız geçiyordu. Ta ki gökyüzünde doğudan bir ok gibi fırlayıp batı yönünde uzaklaşan gök cismini gördüğümüz güne kadar… İki gün önce yaşadığımız saldırı herkesin sinirlerini germişti. Yolumuza devam edip etmeme konusunda uzun süre kararsız kaldıktan sonra devam etmeyi tercih ettik. Ne var ki daha yarım saat gidemeden bir kum fırtınası bizi de arabamızı da yoldan savurup dört bir yana dağıttı. Fırtına biraz dinip arabanın etrafında toplandığımızda çevik elf dostumuz hariç herkes perişan olmuş bir haldeydi. Arabamız ters dönmüş atımız da bitkin bir halde yerde uzanıyordu. Yaşadığımız talihsizlikler bununla da sınırlı değildi. Dindar dostumuz arabanın içerisinde mahsur kalmış durumdaydı. Fıtık olmasından korktuğum ihtiyar dedenin de yardımıyla Dorn’u güçlükle kurtarmayı başardık. Bununla birlikte Pelor’un yardım etmediği yerde ona yardım ettiğimiz için bize minnet duyacağına, düşüncelerimi açıktan paylaştığım için bana kötü kötü baktı. Sanırım hassas noktasından vurdum.

    Dorn’u kurtarmaya çalışırken kaybettiğimiz kıymetli vakitlerin üstüne bir de arabanın artık kullanılamayacak kadar kuma gömüldüğünün farkına varmamız tuz biber ekti. Arabayı kurtarmak için harcadığımız tüm çabamız boşa gitti. Neyse ki Cleric dostumuz atı iyileştirdi de yüklerimizin bir kısmını onun sırtına atabildik. O gece için seçtiğimiz kamp yeri olan kurumuş bir ormanın kıyısına gelene kadar hepimiz yeni bir felakete karşı diken üstünde yoluculuk ettik. Yol arkadaşlarımın söylediğine göre orman da pek tekin değildi ama bunu umursamayacak kadar yorgundum. O gece herhangi bir sorunla karşılaşmadan deliksiz bir uyku çektim. Sanırım bizimkiler son yaşadıklarımızdan sonra fazla şüpheci oldular.

    Yolculuğumuzun bundan sonraki kısmı dindar Clericimizin beni sivri dilim konusunda uyardığı bölüm hariç nispeten sessiz ve rahattı. Şimdi günler süren çabalarımızın meyvesini toplamak üzere Thar kasabasının girişindeyiz. Bakalım bizi burada ne maceralar bekliyor…
  2. thar kasabası maceraları 1

    thar kasabasına girişimiz güneşin batmaya yaklaştığı saatlerdeydi. etrafı ahşaptan surlarla çevrili bu küçük kasaba tıpkı bize anlatıldığı gibi misafirperverlikten nasibini alamamış uğursuz bir yerleşkeydi. girişteki muhafızlarından uyuz şerifine, aksi hancısından huysuz ihtiyarlarına kadar her cinsliğinden nasibimizi aldık.

    bizim görevimize benzer bir görevle kasabaya gelecek olan her ekibin yapacağı gibi ilk işimiz şerifin odasına gitmek olmuştu. masasına ayaklarını uzatmak dışında hiçbir iş yapmıyor gibi duran bu herifin bize yaptığı en büyük yardım, yirmi metre daha yürüsek kendi başımıza bulabileceğimiz tavernanın yerini göstermek oldu. kasabanın ormana odun toplamaya giden iki gencin kaybolması dışında xiv’thara’da iblislerin istilasına uğramamış hiçbir yerden farkı olmadığı konusunda inat etti. yine de tıpkı bizim gibi bir gariplikler dönüğünden şüphelenen tek insanın ismini vermesi de bir başlangıç kabul edilebilirdi. valnon ismindeki kişinin kasabanın delisi olduğunu da buraya yazmak lazım tabi ki. nerede olduğunu boccob’dan başka kimsenin bilmediği bu deliyi bulma işini yarına bırakarak geceyi geçirmek için tavernanın yolunu tuttuk.

    şerifin büyük bir lütuf olarak bize bahşettiği bilgi sayesinde gittiğimiz tavernada ondan daha suratsız ve ilgisiz biriyle karşılaştık. dünyadaki en önemli işmiş gibi elindeki kirden kararmış bezle bardakları temizlemekten çok pisleten herif, taverna işleten birinden çok annesinin çalıştığı genelevin barında barmenlik yapan bir piçe benziyordu. bu suratsızlığın başka bir açıklaması olamazdı. ama pek tabi ki bunu onun yüzüne söylemedim ve kahrolası ilgisini bize verene kadar arkadaşlarımla beraber bir masanın etrafında oturdum. herifin ilgisini çekene kadar geçen sürede dragan ve dorn önceki gün kuma saplanan arabamızın yerine yenisini yapacak kasabalılarla anlaştılar. her ne kadar bana pahalı gelse de yarın akşama yeni bir at arabasına sahip olacağını bilmek güzeldi. sanırım bu işe en çok yol boyunca atı kendisine bağladığımız jeremiah sevinecek. o gece her ne kadar konforlu olmasa da dışarıda gecelediğimiz uzun bir aranın ardından ilk defa bir çatının altında geceledik.

    sabah kalktığımızda ilk işimiz adı valnon olan bu deliyi aramak oldu. şansımız varmış ki çok aramamız gerekmedi. bununla birlikte yanına gitmek istediğimizde önce gerilemeye sonra var gücüyle kaçmaya başladı. ihtiyar dragan dâhil hepimizin katıldığı yorucu kovalamaca eğer aramızda hızıyla hepimizi geçen ald olmasaydı bütün gün boyunca sürebilirdi. sonunda biraz da hırpalanmış haldeki valnon’u sorgulamaya başladığımızda belki de kasabadaki en akıllı ve en deli insanla tanıştığımızı fark ettim. asıl ismi olan simon’u çevre şehirlerde tanınan ve korkulan bir adam olduğunu söylediği valnon ismiyle değiştirecek kadar akıllıydı. bununla birlikte gözlerine dikkatlice bakan birisi oradaki çılgın parıltıyı görebilirdi. verdiği birkaç basit bilgi dışında kasabada konuşmak istemedi. bu konuda onu sorgulamaya hakkımız yoktu zira çevremizdeki evlerden birden fazla baş bizi izliyordu. kasabanın kuzeyinde kendini güvenli hissettiği bir mağara olduğunu ve bizimle orada konuşacağını söyledi. jeremiah arabayı yapacak olan köylülerle görüştükten sonra simon’un peşinden kasabayı terk ettik.

    kasabadan ayrıldıktan yarım saat kadar sonra mağaraya varmıştık. ucu bucağı görülmeyen karanlık bir yere benziyordu. her ne kadar mağara kapısında konuşmak istesek de simon içeride konuşmak için ayak diredi. benim ve sivri kulak dostumuz için makul olsa da diğer dostlarımız için çekilmez derecede karanlık olan bu mağaraya dorn’un ışığıyla beraber girdik. çok uzun sürmeyen bir yolculuktan sonra bugünkü yolculuğumuzun ilk tuhaflığıyla karşılaştık. ilk olarak ald’in fark ettiği, duvarlara kazınmış hiç birimizin bilmediği dillerde semboller vardı. bu sembolleri simon’a sorduğumuzda bize gördüğü görülerden ve kâbuslardan bahsetti. görülerinde gördüğü sembolleri duvara kazıyan kendisiymiş. yine de bunların ne anlama geldiği konusunda bize pek bir yardımı dokunmadı. yazılardan sonra simon’un anlattıkları arasında en ilginç olanlardan biri de hiç birimizin tanımlayamadığı eli perdeli ve solungaçlı insana bezer bir canlıydı. bu canlıyı simon’un anlattıklarından yola çıkarak biraz da büyü sayesinde gözlerimizin önünde canlandırabildik. dragan yazıları ben de bu görüyü kopyaladım. işe yarar birer ipucu olabilirler. sonunda simon’un tüm anlattıkları bittiğinde hala cevaplanmamış pek çok soru vardı. simon’un anlattığı başka bir tuhaflık olan mağaranın içinden gelen sesleri takip etmeye karar verip, oduncu kuzenleri arama işini sonraya bıraktık.

    mağaradan çıkmak isteyen simon’dan ayrılmamızdan bir süre sonra mağaranın üçü bölünen yol ayrımına denk geldik. bunlardan ilk olarak en soldakini denemeye karar verdik. kısa bir yolculuğun ardından önü dev bir kaya parçasıyla kapatılmış bir kapının olduğu genişçe bir açıklığa geldik. doğrusunu söylemek gerekirse bu kapıyı açmak için çok değerli dakikalarımızı harcadık. bulabildiğimiz tek ipucu ise, dragan’nın bu kayanın büyü gücüyle oluşturulduğunu fark etmesi oldu. kayanın gizlediği şey her ne ise oraya ulaşmak için başka bir yol bulmak ümidiyle orta yolu denemeye karar verdik. orta yolun ikiye ayrıldığı yerde sol tarafı seçtik ve kendimizi kayanın gizlediği yerin arkasındaki geniş açıklığa yerden 150 feet kadar yukarıdan bakarken bulduk.

    yukarıdan görülen manzara endişe vericiydi. üç cultist bir ayin üstündeydi. yere çizdikleri tuhaf bir şekillin etrafında hiç de hayra alamet olmayan bir şeyi bizim dünyamıza çekmeye çalışıyorlardı. bu noktada aşağıya inme ya da ne yapacaklarını bekleyip ona göre hareket etme konusunda o kadar vakit kaybettik ki cehennem ’den çağırdıkları bir iblis gözlerimin önünde şeklin ortasında beliriverdi. boş durmaya hiç niyetleri yokmuş gibi gözüken cultistler yeni ve daha büyük bir şeyi çağıracaklarını düşündüğümüz bir ayinin hazırlıklarını yapmaya giriştiler. yere çizdikleri şekil o kadar korkutucuydu ki o ayini bitmeden önce onları durdurmazsak çıkacak olan şeyin karşısında hiçbirimizin duramayacağını hepimiz anladık. elimizdeki halatları birleştirerek yaptığımız halat yardımıyla aşağıya inmeye başladık. ne var ki henüz sadece ald ve dorn’un inmeyi başardığı uzun ipin üzerinde fark edildik ve dövüş başladı.

    son derece kötü durumda olduğumuz dövüş, küçük ama çok etkili olan iblisin biz iptekilere kuyruğumdan daha uzun olan çatalıyla dürtmesiyle başladı. aldığımız yaralara rağmen aşağıya inmeyi başardık. biz iblisle uğraşırken daha korumasız durumda olan üç cultist’in arkadaşlarımız tarafından katledilmesi çok zor olmadı ama iblisi geldiği kahrolası düzleme geri yollamak için epey bir uğraşmamız gerekti. bir ara son derece şanssız bir biçimde, yaratığın hem dişlerini hem de çatalını tatmış bir halde bilincimi kaybettim. eğer dostumuz dorn olmasaydı şimdi bu satırları yazıyor olmak yerine mezar altında olmam işten bile değildi. gözlerimi tekrar açtığımda biraz ilerimde arkadaşlarımın saldırılarıyla gücünün sonuna yaklaşmış gibi gözüken iblisi geri göndermek için bir magic missile yetmişti.
    uzun uğraşlarımızdan sonra iblisi geri yollamayı başarmış, çok daha büyük bir ayinin gerçekleşmesini durdurmuş ama bir adım ileri gidemeyecek kadar da yorulmuştuk. aldığımız ortak kararla savaş alanımızda dinlenmeye ve gücümüzü toplamaya karar verdik. kendimizi biraz daha iyi hissettiğimiz iki saatin sonunda geldiğimiz yoldan geri dönüp üç yol ayrımına geri geldik. her ne kadar ben daha ileriye gitmeye pek niyetli olmasam da grup olarak hiç kullanmadığımız en sağdaki yolun nereye çıktığına bakmaya karar verdik. mağaralarda yaşadığımız son büyük macera iki dev örümceğin akşam yemeği olmamaya çalışmaktı. önceki savaşta aldığımız yaralar yüzünden neredeyse bunu da başarıyorduk. örümceğin zehrini tadan dorn ve suratına yapışan ağlar yüzünden bir süre önünü göremeyen ald ölüme en çok yaklaşanlardı.

    her şeye rağmen son derece hareketli bir günün sonunda tek parça halinde kasabaya varmayı başardık. masallardaki kahramanlar böyle bir maceradan sonra zengin bir ziyafet, sıcak bir yatak ve güzel bir kız bulurlardı. benimse tek bulduğum meymenetsiz hancının yüzü oldu. şimdi rutubetli odamı paylaştığım, gök gürler gibi horlayan ihtiyar büyücünün ve uykusunda bile pelor’a dua eden dindar gencin yanında uyumaya çalışıyorum. umarım yarın tanrıların unuttuğu, iblislerin kol gezdiği bu berbat kasabadaki işimiz biter.
  3. thar kasabası maceraları 2

    sabah olduğunu düşündüğümüz bir vakitte uyandığımızda, güneşsiz bir gökyüzü, çift başlı kediler ve suratsız kasabalılar normalden sayılacaksa, thar kasabasında her şey normale benziyordu. handa yaptığımız kısa bir kahvaltıdan sonra yeni arabamıza binip, hepimizin kafasında soru işaretleri bırakan ormanı keşfetmek ve şeriften kaybolduklarını öğrendiğimiz oduncuları aramak üzere yola çıktık.

    at arabasında ormana doğru yol aldığımız saatler bugün yaşadığımız maceraların en güzel dakikalarıydı sanırım. pikniğe gidercesine rahat geçen yolculuğumuzun ilk sıkıntısı orman sınırlarına adım atmamızla kendini gösterdi. önce dorn, ardında ald’in tuhaf mırıltılar duymaya başlaması hiç hayra alamet değildi. kötücül bir karanlıkla dolu ormanın ufunetinin üstümüze çökmesi yetmezmiş gibi etrafımızda son derece hızlı bir karaltının cirit atması bu maceramızda karşılaştığımız tek rahatlığın ormana olan yolculuğumuz olduğunu bir kere daha teyit ediyordu. gece karanlığında iyi gören gözlerimle karaltıyı yakalamaya çalışıyordum ama yaydan çıkan bir ok gibi içimden geçerek yaşam enerjimi sömürdüğünde tek yapabildiğim seyretmek oldu. beşimizi de maymuna çeviren bu karaltı karşısında büyülerimin etkisiz kaldığı anlar yaşadım. neyse ki diğerleri yaratığa hasar vermede benden daha başarılı oldular. özellikle jeremiah’ın kendimi yaralamadan taşıyamayacağım bir kılıçla, tıpkı bana yaptığı gibi dorn’un içinden de geçmeye çalışan yaratığı, dorn’u burunsuz bırakmaya ramak kalmış bir hamleyle yaralamasını bu dövüşün en muhteşem hareketi olarak belirtmeden geçemeyeceğim.

    sonunda yaratığı katletmeyi başardığımızda ilk düşündüğüm şey bu işten tek parça olarak sıyrıldığımızı sanıp bir parça rahatlamak olmuştu. ne var ki yanıldığımı anlamamın üzerinden fazla vakit geçmedi. iş lafa geldiğinde karanlığı yok etmek, aydınlığı getirmek tarzı dualar eden dindar cleric, bir anda bir adım öteye gidemez bir hale geldi. sanırım saldıran yaratık beynine yakın bir yerden geçmişti. tuhaf tuhaf sesler duyması yetmezmiş gibi üstüne bizi de duymamaya başlaması bizi bulunduğumuz yerden bir adım öteye gidemez hale getirdi. dinden imandan bahsederek kanına girmeye çalışmamıza, bir pelor rahibi olmuş kadar vaaz vermemize rağmen ormandan çıkmamız için ısrar etti. onsuz yola devam etmeye gönüllü olmadığımızdan ormanın girişine geri dönüp bir süre dinlendik. sonunda dorn kendini iyi hissettikten sonra tekrar yola koyulduk.

    karanlık gökyüzü geçen zamanı anlamamıza hiç yardım etmiyordu. muhtemelen kamp yerimizden ayrıldıktan iki saat sonra, sık ormanın ortasında açılmış bir açıklığa inşa edilen beş kulübeden oluşan minik bir yerleşim yerine rastladık. ilk bakışta bir hayat belirtisi görmemiştik ve terk edilmiş olduğunu düşünüyorduk ama kulübelerden birinden sızan bir gaz lambasının ışığını söndürülmeden önce yakalamayı başardık. ald’i önden gizlice gitmesi için gönderdik ama devrilen yük arabası kadar ses çıkararaktan bir tuzak yumağının içine devrildi. tekrardan ayağa kalkmayı başardığında kanlar içerisinde topallıyordu. yine de o haliyle bu sefer hiçbir tuzağa yakalanmadan gidip kulübeleri gözetledi. bununla birlikte sönen gaz lambasından başka bir hayat ibaresine rastlayamadı. nihayetinde kendimizi kulübelerin çevresine inşa edildiği bir kuyunun başında toplanıp ne yapacağımızı tartışırken bulduk. bu sırada dikkatimi çeken, dibi gözükmeyen kuyunun içerisine bakmış ve orada pençe izleri görmüştüm. bu durum tedirginliğimizi arttırmış ve kulübelere göz atma konusundaki görüşümüzü güçlendirmişti. işığın söndüğünü gördüğümüz kulübeye girmeye karar vermiştik ki kulübenin kapısı açıldı ve dışarıya orta yaşlarda bir adam çıktı.
    adının kraken olduğunu söyleyen adam güler yüzlü ve sıcakkanlı birine benziyordu. söylediğine göre oturduğu kulübe ve diğer kulübelerde akrabalarıyla beraber yaşıyorlarmış. her birimizi birer ikişer diğer kulübelere dağıtıp ağırlamayı teklif etti. her ne kadar kibar ve davetkâr bir teklif olsa da, canavarlarla dolu olan, beş tecrübeli maceracı olmamıza rağmen gezerken üç buçuk attığımız bu karanlık ormanda hiçbir şey yaşanmıyor gibi rahat bir yaşam süren bu insanlara güvenemedik. ne var ki ald’in ayağı kötü gözüküyordu ve gecelememiz gerekiyordu. bu yüzden bize müstakil bir yer ayarlayabiliyorsa orada kalmayı tercih edeceğimizi söyledik. bizi kırmadı ve yan evde uyuyan kuzenlerini kaldırarak orasını bizim kalabilmemiz için boşalttı.

    kulübe tek odalı ufak bir yerdi. bununla beraber hepimizin gözü kulübeden çok, kulübeden çıkan dişilerdeydi. anne kız oldukları anlaşılan iki kızıl güzel, kuşu kalkmayan ihtiyar dragan hariç hepimizin dikkatini çekmişti. normalde tiefling güzelleri dışındakiler pek ilgimi çekmezdi ama bu ikisi gerçek olmayacak kadar güzellerdi. sonunda ikisi kraken’in evine girdiğinde, silkelenip kendimize gelmemiz gerekti. ayağı sakat olan ald hariç hiçbirimizin dinlenmeye ihtiyacı olmadığından nöbet tutmaya ve etrafı kolaçan etmeye karar verdik. biz nöbet tutmaya başladıktan bir süre sonra adının lucy olduğunu öğrendiğimiz genç kızıl önce elinde bir tepsi dolusu güzel yemekle kapımızda belirerek, sonrasındaysa evde sıkıldığını söyleyip yanımıza gelerek yeniden kafamızı karıştırmaya başladı. bu sayede ald’in kızıllara olan düşkünlüğünü de öğrenmiş olduk. etrafında pervane olmamıza rağmen utangaç kızın ağzından öğrenebildiklerimiz sınırlıydı. bu uğursuz ormanda ne avlanıyorsa onu avlayarak geçimlerini sağlıyor ve thar kasabasıyla kavgalı olduklarından bu yerleşkeden uzaklaşmıyorlarmış. anlattıkları her ne kadar inandırıcı olmasa da utangaç genç kızdan şüphelenmemiz için hiçbir sebep yoktu. sonunda vakit ilerledikçe üzerimize yorgunluk çökmeye başladı ve kızı evine gönderdik.

    aslında bu yorgunluk normal bir yorgunluğa benzemiyordu zira bu tuhaf insanların evlerine gelmeden biraz önce dinlenmiştik. bununla birlikte ihtiyar dragan uykuya ihtiyacı olduğunu söyleyerek yattı. bunu garipsemek için bir nedenimiz yoktu çünkü ihtiyar bedenini bu kasvetli ormanda çok fazla yormuştu. asıl tuhaf olan o uyuduktan bir süre sonra fark ettiğimiz sessizlikti. ihtiyar büyücü gök gürlemesi gibi horlamasıyla gecelerimizin kâbusuydu. şimdiyse göğsü hareket bile etmiyor ve hiç sesi çıkmıyordu. hemen yanına koşup nabzını kontrol ettiğimde drangan’ın öldüğünü kanaat getirdim. neyse ki benden daha maharetli bir şifacı olduğunu ispatlayan dorn, dragan’ın nabzının attığını hissettiğini söyledi de ihtiyarı yıkama, kefenleme ve pamuk tıkama derdinden kurtulduk.

    duruma bir anlam vermekte zorlanmadık. burada bir güç vardı ve bu güce yakın olduğumuz sürece dragan’ı uyandırma konusunda hiçbir şansımız yoktu. dışarıya çıkmaya karar verdiğimizde nasıl büyük bir belaya bulaştığımızı daha iyi anladık. kapılar ve pencereler bilinmeyen güç tarafından kitlenmişti. güçlü jeremiah hem kapıları hem de pencereleri zorlamasına rağmen açılmıyordu. belki kapıyı parçalar umuduyla attığım fire bolt bile hiçbir işe yaramadı. son çare olarak masum kızıl lucy’e bir yardım mesajı yollamayı düşündüm. yolladığım mesaj büyüsünün bizi içeride hapseden gücü aşamadığı o korkunç dakikalara ait son şey. olaydan çok sonra, ödümüz bokumuza karışmış bir halde thar kasabası’nı terk ederken arkadaşlarımın anlattıklarına göre benden sonra önce jeremiah ardından da dorn ihtiyar büyücüyle aynı kaderi paylaşmış. büyüden etkilenmeyen tek kişi olan ald’i de çam yarmasının teki insanüstü gücüyle bayıltıp aramıza katmış.

    gözlerimi yeniden açtığımda beşimizin elleri arkasından bağlanmış halde aynı halat üzerinde sıraya konduğunu fark ettim. biraz ilerimizde çok büyük bir kazan kaynıyor, yanındaysa lucy denen kevaşe, onu neresinden doğuran şıllık ve diğer kadınların ana malzemesi biz olduğumuz yahni için patates ve soğan doğruyordu. kraken denen gavat ve arkadaşları da biraz ilerimizde gülüşüyor ve yiyecekleri yemek için ağızlarını şapırdatarak, satırını bileyen çam yarmasının bizi doğramasını bekliyorlardı. ellerimiz arkadan bu kadar sıkı sıkıya bağlanmışken bu beklentilerini haksız çıkaracağa hiç benzemiyorduk doğrusu.
    iplerde bir hareketlilik sezdiğimde içimizden birinin bizi kurtarmak için hamle yapmakta olduğunu fark ettim. o kişi her kimse fark edilmesini engellemek için ellerim bağlıyken yapabileceğim tek büyü olan thaumaturgy ile ateşin rengini değiştirip, sesimi yükselterek dikkatlerini kendime çekmeye çalıştım. kısa vadede ödülüm sağlam bir yumruk olmuştu ama uzun vadede çevik elfimiz ald’e iplerini kesecek kadar zaman kazandırabilmiştim. sonunda hepimizin elleri çözüldüğünde her ne kadar istediğimiz kadar silahlanamasak da menüde ana yemek olmamak için savaşabilecek kadar güçlüydük.

    rakiplerimiz bizden sayıca kalabalıklardı. bununla beraber yumruklarından başka kullanabilecekleri silahlarının olmaması bizim için büyük bir şanstı. eli satırlı çam yarmasıysa bambaşka bir hikâyeydi. koştura koştura üzerimize gelen bu herife muhatap olmadan önce bir iki yamyam daha ortadan kaldırmak için hepimiz canla başla savaşıyordu. bir ara fark ettim ki jeremiah yalın kılıç dört yamyamın arasında çarpışıyordu. sağlam bünyesiyle yediği yumruklardan pek etkilenmiyor gibiydi. gördüğü ateşli yamyam hatunlardan sonra inancı tazelenmişe benzeyen genç dorn, mırıl mırıl okuduğu dualarla gücümüzü yeniliyordu. dragan ise yaptığı uyku büyüsüyle üç yamyamı tek bir seferde uyutmayı başarmıştı. ald ise bambaşka hikâyeydi. önündeki yamyamları atlatır atlamaz yönünü lucy ve diğer kevaşelere çevirmiş koşturuyordu. ilk başta öldürecek sanmıştım ama lucy’i altına almak için hamle yaptığında yılların verdiği yalnızlıktan gözünün döndüğünü anladım. fakat kız bizim elften daha çevik çıktı ve son anda kendini kurtarmayı başardı. sonrasındaysa anlam veremediğim bir şekilde ald gözümün önünden yok oldu. gözlerimin beni yanıltıp yanıltmadığını anlamak için ellerimle ovuşturmaya çalıştığımda ellerimin saydamlaştığını fark ettim. ve saniyeler içerisinde tıpkı ald gibi saydamlaşarak ortadan kayboldum.

    gözlerimi tekrar açtığımda nasıl olduğunu hala anlayamadığım bir şekilde kendimi dev bir mantarın altında yatarken buldum. başımı kaldırıp etrafıma baktığımda biraz önce gözlerimin önünde saydamlaşarak yok olan ald’in de benim gibi nerede olduğunu sorguladığını fark ettim. ayağa kalktığımda önce bizimle birlikte savaşmakta olan diğer arkadaşlarımızın da yerde baygın halde yattıklarını fark ettim. bu da yetmezmiş gibi ald’le çevremizde ne olup bittiğini anlamaya çalışırken kendimizi atımız ve ormanın girişinde bıraktığımız at arabasının yanı başında bulduk. olaylara anlam vermekten çok uzaktık ama ormanı bir an önce terk etmemizin gerekli olduğunu anlamıştık. hala baygın olan ve renkleri giderek soluklaşan arkadaşlarımızı at arabasına yerleştirip ormanı terk ettik. kasaba yolundayken arkadaşlarımız da kendilerine geldiler. anlattıklarına göre biz kaybolduktan sonra uzun süre savaşmaya devam etmişler. biraz daha geç uyansalar ölecekleri bir savaşın dehşetini üstlerinde taşıyorlardı.

    kasabaya olan yolculuğumuz sessiz ve huzursuz geçti. hepimiz aklımızı kaçırmanın sınırında gibiydik. üzerimizde az önceki savaştan kalma gerçek izler taşıyorduk ama yamyamların olduğu evlerden çok uzakta, atımız ve arabamızın yanında uyanmıştık. bizi uyutan ve uyandıran gücün ne olduğunu bilmemek bizi giderek daha büyük bir dehşete düşürüyordu. bu şekilde kasabaya yaklaştığımızda en son mağaranın içinde bıraktığımız simon’un kasabadan hızla uzaklaşmakta olduğunu fark ettik. ona yetişmek için gösterdiğimiz kısa bir çabadan sonra yanına vardığımızda bize gitmemizi yoksa öleceğimizi söyledi. ağzından daha fazla bilgi koparmaya çalışıyorduk ki birden yere kapaklandı. yüzünün morarmasından nefes alamadığı belli oluyordu. dorn hançeriyle gırtlağında bir delik açtı ama simon hala rahatlamamışa benziyordu. arkasına geçip bütün gücümle karnını sıktığımda diyaframındaki havayla beraber genzinden tuhaf bir organizma ayaklarımızın dibine düştü. hala hareket halindeki bu acayip canlıyı öldürdük ama simon için de çok geçti. cesedini kasabada görülmeyen bir yerde yakarak kemiklerini gömdük. boccob onu yanına alsın.

    sonunda tüm işimiz bittiğinde kasabaya doğru tekrardan yola çıktık. kasabanın girişinde biz ormana giderken yerinde bıraktığımız muhafızlardan hiçbir iz yoktu. aklımızda simon’ın sözleriyle kasaba sokaklarında dolaşırken hiç kimseye rastlamadık. durum şüphe çekiciydi. kasabada ne olup bittiğini anlamak için şerifin odasına gitmeye karar verdik. şerifin binasına gittiğimizde kapı kitliydi ama ald’in el becerileri sayesinde kilidi açmayı başardık. içerisi bir arbedenin yaşandığını gösteren izler dışında tamamen boştu. sonunda hana gitmeye ve meymenetsiz hancıdan bir şeyler öğrenmenin doğru olacağını düşündük.

    hanın doluluk oranı son gördüğümüz sefere göre yüzde iki yüz daha fazlaydı. çoğu masa tuhaf kukuletalarla yüz hatlarını gizleyen kasabalılarla doluydu. meymenetsiz hancımız her zamanki gibi bardak silmekle meşguldü. ald odalarımızı kontrol etmek için yukarı çıkarken, diğerleri bir masada oturup etrafı gözetliyorlardı. ben hancının yanına gidip, iki bira almak ve laflamak için seslendim. ağır ağır arkasını döndüğünde simon’ın bize daha önce bahsettiği balık suratlı adamlardan biriyle burun buruna geldim. sırtımdan soğuk terler boşalırken hancının üzerime atılması için hamle yapmasını bekliyordum ama bana normal bir şekilde ne istediğimi sordu. uzun yakalı gömleğinin saklayamadığı solungaçları yüzünden hırıltılı nefes alıp veriyordu. hala gözümün önünden gitmeyen o görünüşü mü daha korkunçtu yoksa sanki hiçbir değişiklik olmamış gibi benimle konuşması mı hala merak ediyorum. onun normal konuşmasını taklit etmeye çalışarak bir iki sözcük geveleyip yanından ayrıldım. tam da o sırada ald merdivenlerin başında belirdi. benim gördüğüme benzer bir şey görmüş olmalıydı zira yüzü bembeyazdı. ağzından çıkan hecelerden tek anlayabildiğimiz yukarıda olduklarıydı. ne olduğunu, neyin yukarıda olduğunu sorgulamaya vaktimiz de ihtiyacımız da yoktu. bu kasaba biz yokken bir tımarhaneye dönmüş ya da biz delirmeye başlamıştık.

    hanın dışına çıktığımızda bizi daha fazla balık suratlı bekliyordu. kapılarda, pencerelerde, sokaklarda, her yerdeydiler. sayıları giderek artıyor ve etrafımızı sarıyorlardı. arabamıza atlayıp kasabanın girişine dörtnala gitmeseydik hiçbir zaman kapılara varamayabilirdik. sonunda kasabanın dışına kendimizi attığımızda düşünecek bir parça zaman bulabildik. kasabanın kapısında bizi izleyen onlarca balık gözlü varken ne kadar zamanımız varsa. işte tam o anda ald, zaten yaşadıklarımıza anlam vermekte olan beyinlerimizin ırzına geçen o cümleleri söyledi:

    “simon bu balık adamları hep görüyordu. biz neden şimdi görmeye başladık?”

    bu soru kafayı yememiz için gereken eşiği sonuna kadar zorlamıştı. bir parça kalan aklımızla bu kasabayı bir an önce terk etmemiz gerektiğini idrak edebildik. şimdi atımız başkent nahksir’e doğru dört nala yol almakta. konuşursak daha fazla delireceğimizden korkarak sessizce yolculuk ediyoruz. bu satırlar aklını kaybetmek üzere olan bir adamın son cümleleri olabilir. boccob yardımcımız olsun.
  4. nak'shir'de kefeni yırtma

    balık suratlı adamlarla yaşadığımız beyinlerimizi kızartan maceradan sonra geriye dönüş yolculuğumuz mümkün olduğunca hızlı ve sessiz geçiyordu. herkesin suratları asık ve düşünceliydi. yaşadıklarımıza anlam vermeye çalıştığımız her seferde çuvallıyor ve en başa dönüyorduk. yaşadıklarımız gerçek miydi? gerçekten tahr kasabasına varabilmiş miydik? mantarın altında uyandıktan sonra gözlerimizi açtığımız dünya mı gerçekti? yoksa yamyamların akşam yemeği olmaktan kıl payı kurtulduğumuz orman mı? zihnimiz bu sorularla meşgulken giderek ısınan hava ve değişen yer şekilleri grubumuza hâkim olan kasveti arttırıyordu. geçtiğimiz yerler tahr kasabasına giderken geçtiğimiz yollara hiç benzemiyordu. sanki kurumuş bitkilerin ve ağaçların arasında geçen gidiş yolculuğumuz yeterince kötü değilmiş gibi dönüş yolculuğumuz çölleşen bir arazide geçiyordu. her şeye rağmen dönüş yolculuğumuzda ne yozlaşan gnoll saldırısı ne de kum fırtınasıyla karşılaşmamak sevindiriciydi. son derece sakin geçen yolculuğumuzun sonunda nak’shir şehri uzaklardan görüldüğünde, ald’in elf gözleriyle gördükleri sakin günlerin bittiğini haber veriyordu.

    biz çıkarken alınmaz gibi görünen taş surlarla çevrili şehir paramparça olmuştu. kışla olması gereken yerin üzerinde uzaklardan kuşa benzeyen ama kuş olmadığından emin olduğumuz bir şey uçuyordu. şehirden yükselen duman bulutları ne yaşandıysa çok önce yaşandığı ve bittiğinin birer göstergesi gibi göğe doğru yükseliyordu. bu şartlar altında şehir kapılarından geriye dönmenin uygunsuz olacağı ortadaydı. bu yüzden şehrin paramparça olmuş surları arasından geçip gizlice girmenin daha uygun olacağını düşündük. atımızı şehirden biraz uzaktaki ıssız bir vadiye bıraktıktan sonra şehre bulduğumuz bir gedikten giriş yaptık.

    kamufle olmuş bir şekilde aramızdan ayrılan ald, pelor tapınağına doğru yol alırken bizler de kışlaya giden yol üzerindeydik. daha bir blok yol gidemeden karşımıza önce kafaları alev alev yanan tuhaf bir yaratık müfrezesi, sonrasındaysa üstümüzden hızla geçen iki tane kanatlı yaratık çıktı. daha ileri gidip gitmeme konusunda kararsız bir şekilde beklerken, ald de kendi bilgileriyle aramıza katıldı. söylediğine göre bizim karşılaştığımız devriye grubuna benzeyen üç ayrı devriye grubuna rastlamış.

    bu kadar kısa bir keşif çalışmasından bu kadar fazla düşmanla karşılaşmak hiç hayra alamet olmasa da elimizde hiçbir bilgi olmadan şehri terk etmek de kolay değildi. bu yüzden en azından biraz bilgi toplamak üzere bulunduğumuz bloktaki evleri soruşturmaya karar verdik. dorn ve ben bir ekip olup ald’le buluştuğumuz evde araştırma yapmaya karar verdik. dragan, jeremiah ve ald ise hemen yanımızdaki evde bu şehirde neler yaşandığına dair bir bilgi kırıntısı bulmak üzere işe koyuldular.

    sonrasındaki acı tecrübemizle pekişeceği üzere bu çabamız tam bir zaman kaybıydı. merdivenlere düşen molozların kapattığı üst kat hariç tüm evi didik didik etmemize rağmen biz bir şey bulamamıştık. diğer ekibin de gördüklerinin bizim gördüklerimizden hemen hemen hiçbir farkı yoktu. son bir ipucu ümidiyle üst katına çıkamadığımız evin penceresine ald’i yolladık. ald’in bizim de çıkmamız için sarkıttığı ipe elimi daha yeni atmıştım ki, pencereden gelen yardım sesi hepimizi hareketlendirdi. en erken hareket eden olmam sayesinde pencereye ilk ulaşan ben oldum. yine de en son giren olsam bile arkadaşlarımın söyledikleri beni içeride karşılaştığım şeye hazırlayamazdı.

    ald, irili ufaklı sandıkların bulunduğu küçük odanın ortasında nasıl olduğunu anlayamadığım bir şekilde adam akıllı yalanmış halde yatıyordu. boynundaki salyaları temizleyip nabzını kontrol ettiğimde hala hayatta olduğunu anladım. bununla birlikte tüm gücünü bitirecek şekilde onu yalayan şeyin ne olduğu konusunda hiçbir iz yoktu. ufacık bir odanın içinde bu kadar kısa bir süre içinde ald’in icabına bakıp sonrasındaysa saklanacak zaman bulabilecek bir yaratığın ne olacağını düşünüyordum ki ald’in muhtemelen yediklerini benzer bir dil darbesi bir kırbaç gibi üstüme geldi. darbenin geldiği tarafa baktığımda az önce umursamadan geçtiğim sandıklardan birinin, içinde eşyalar bulunması gereken yerden çıkan salyalı bir ağızla üstüme geldiğini fark ettim. nasıl bir düşmanla karşı karşıya olduğumuzu bilmiyordum ama benden sonra yukarı çıkan arkadaşlarımla beraber yaratığı haklamamız için tüm gücümüzle savaşmamız gerekti. sonrasında dragan’ın anlattıklarından öğrendiğime göre bu tuhaf yaratık şekil değiştirebilen türde uğursuz bir mahlûkat imiş. oturduğum koltuklardan birinin bunlardan biri olduğu düşüncesi uzun süre uykumu kaçırmaya yetti. bununla beraber ufacık bir sandıkla başa çıkarken harcadığımız çaba hepimizi perişan etmeye yetmişti. binanın ikinci katında bir süre dinlendikten sonra bu işi bitmiş şehirden ayrılmaya karar verdik.

    şehirden geldiğimiz gibi sessizce ayrılma düşüncesi tam olarak bir fiyaskoydu. çıkarken örümcek gibi tırmandığımız ipten inmeyi beceremeyerek jeremiah’la beraber acı verici bir düşüş yaşadık. çıkardığımız patırtı o kadar büyüktü ki üstümüzden geçen kanatlı şeylerin dikkatini çekti. dragan ve dorn ile beraber kendimizi evin giriş katına zor atmayı başardık ama sokağın duvarına yapışan jeremiah iblis olduğunu anladığımız o “kanatlı şeyin” dikkatinden kaçamadı. ald ise yaşadığımız kargaşa esnasında gözden kaybolmuştu.

    daha öncesinde cultistlerin çağırdığı iblisi ortadan kaldıran bir grup olarak iblislerle savaşma konusunda tecrübe sahibi olduğumuz söylenebilirdi. ama nak’shir içinde karşılaştığımız, cehennemdeki düzleminden hiç ayrılmaması gerek bu yaratık, hayallerimizin ötesinde bir güce sahipti. ne büyülerimiz ne de kılıç darbeleri onun canını yakmışa hiç benzemiyordu. aksine üst üste yaptığı saldırılarla an be an mezarımızı kazıyordu. bu karanlık dakikalarda çaresiz bir şekilde son savunmamızı yaparken aklıma daha önce de diğer iblis üzerinde denediğim ama bu sefer elimdeki büyüler sayesinde daha da avantajlı olduğum diplomasi yoluyla yaratığı bizden uzaklaştırmayı denemeye karar verdim. suggestion büyüm, boccob’un giriştiğim işin büyüklüğünü görüp yardımıma koşması sayesinde beklediğimden daha etkili oldu ve iblisi etkisi altına almayı başardı.

    yaptığım büyünün tutması ne kadar önemliyse, yaratıktan itaat etmesini isteyeceğim emirleri seçmem de o kadar önemliydi. zira büyü üç cümleyle sınırlıydı ve çıkış biletimiz ağzımdan çıkacak o üç cümlemizin doğru seçilmesindeydi. düşünmeye az bir zaman bulabildiğim bu zor durumda emirlerin şunlar olmasına karar verdim: “bana ve arkadaşlarıma zarar vermeyeceksin. şehrin sınırlarından ayrılmayacaksın. bizi gördüğünü kimseye söylemeyecek, belli etmeyeceksin.”

    ilk bakışta bu emirlerde bir boşluk yokmuş gibi duruyordu. bu yüzden ben ve arkadaşlarım tabana kuvvet kaçarak bir an önce surdaki yarığa ulaşmaya çalıştık. fakat iblis bizi rahat rahat bırakmamaya kararlıya benziyordu. verdiğim emirlerdeki boşlukları kullanarak binaları yıkmaya ve yollarımızı kapatmaya ve zarar vermeden bizi yakalamaya çalışarak kaçış teşebbüsümüzü sabote etmeye çalıştı. yine de topuklarım kıçıma vura vura kaçtığım için beni yakalamayı başaramadı. hemen arkamdan gelen jeremiah ve dragan da benim gibi şanslı maratonculardandı. eğer yeterince ciyaklayıp çırpınmasaydı ruhban dostumuz iblisin üç metrelik çatalından hiç kurtulamayabilirdi. yolun ortasında kanlar içerisinde yatarken kimsenin durup da yardım etmeye çalışmayacak kadar üç buçuk attığı bir ortamda bıraktığımız ald’in kurtuluşu da başlı başına bir macera olmaya yeterdi. sonunda nefes nefese kalmış bir halde arabamıza geri geldiğimizde bizim için xiv’thara macerasının sonu gelmişti. bir an önce bu toprakları terk etmeye kararlı bir halde atımızı halothar dağları’nda yaşayan cücelerin gölgesinde kurulmuş büyük şehir skaelgaard’a çevirdik.

    şehir hakkında pek bir bilgim yoktu ama dragan’ın anlattıklarından öğrendiğime göre şehirde hem pelor inancı hem de zarthus inancı serbest bir şekilde yaşanmaktaymış. birbirine zıt bu iki grubun nasıl birbirlerine tahammül gösterdiğini merak ederek şehre vardığımda, şehirdeki hoşgörü ortamının da bittiğine şahit oldum. nak’shir’deki surları ikiye üçe katlayacak dev surlarla çevrili şehrin tüm surları zarthus’un sembolleri ile dolup taşıyordu. kapıdaki aksi muhafızlar ki sonradan zarthus blackguard’ı olduklarını öğrendik şehrin isminin değiştiğinden ve yönetimin bundan sonra zarthus tapınağında olduklarını söylediklerinde hepimiz afalladık. şehrin yeni sahipleri her ne kadar sert olsalar da bir zarthus müridinin sahip olabileceği tüm diplomasi yollarını kullanmaya kendilerini zorlayarak bizi şehre kabul ettiler. bizden yeni kurduklarını söyledikleri zartharum şehri içinde ticaret yapmamızı ve olay çıkartmamamızı öğütleyerek hanın yolunu gösterdiler. şimdi vakit gece ve şehirde yaşananlardan yerel halkın memnun olmadığını söylemek için bize yamağını yollayan, ama her tarafta kol gezen casuslardan korktuğu için kendisi gelemeyen hancıdan öğrendiklerimizi düşünüyorum. bu satırları yazdıktan sonra, her zaman olduğu gibi belanın ortasına atlamadan önce deliksiz bir uyku çekmeye çalışacağım. son zamanlarda ölümden kıl payı döndüğümüz anların fazlalığı düşünülünce belki de bu son uykum olabilir.
  5. hayır çok merak ediyorum bunları okuyan mı daha işsiz yoksa üşenmeyip yazan mı.
  6. ön bilgi: bir önceki günlükle kopukluk olduğu hissedilebilir. ne yazık ki oyunda bir hafta katılamadığım için zartharum şehri içindeki maceraları not edemedim :( bu yazı günlüğün son yazısı zira grubumuz dünyayı kurtarmaya ve kötülüğe kafa atmaya giden bize göre seviyeleri ve görevleri daha yüksek olan diğer grupla bir araya gelerek son savaşına gitti. haletin belendir son savaştan dönmediği için günlüğü goralliant şehrinde kaldı...

    nihai görev

    her ne kadar bize karşı inançlarının ve dünya görüşlerinin son sınırlarını zorlayacak kadar makul davransalar da zartharum şehrinde bizi alakadar eden hiçbir şey yoktu. ne kafamızdaki sorulara cevaplar alabilmiştik ne de uğrunda sayısız çaba harcadığımız görevimizin sonunu getirebilmiştik. bu belirsizlikten kurtulup kendimize yeni bir amaç edinmek ya da en azından zartharum’un kasvetli ortamından daha güzel bir yerde zaman geçirme ümidiyle büyük cüce krallığı halogar’a doğru yola çıktık.

    önceki yolculuklarımıza göre son derece güvenli geçen yolculuğumuzdan sonra halogar krallığı’na vardığımızda bizi uzun zamandır rastlamadığımız konuksever bir karşılama bekliyordu. cüce efendileri, yemeklerin ve içeceklerin sonunun gelmediği o meşhur cüce konukseverliğinin en nadide örnekleriyle bizi ağırladıktan sonra çok uzaklardan nak’shir’den buralara bizi getiren yolculuğu ve görevi sordular. hemen hemen onların bilmediği hiçbir şey olmamasına karşın bizlerin hikâyesini sonuna kadar ciddiyetle dinlediler. sonrasındaysa bize kendi sorunlarından bahsedip, dikkatimizi evvelce de duyduğumuz ve tüm kötülüğe karşı son kez yürüyecek olan ordunun toparlandığı yer olan goralliant şehrine çektiler. orada olacak savaşta bizim getireceğimiz haberlere ihtiyaç olmasa bile zor görevlerimizin üstesinden gelmede gösterdiğimiz kararlılığın yararlı olacağın düşünerek, her düşündüğümde hala içimden sonsuz şükranlarımı sunduğum eşsiz hediyelerle bizi her şeyin biteceği yahut devam edeceği yer olan goralliant şehrine gönderdiler.

    goralliant şehrinde bizleri karşılayan isim anladığım kadarıyla zor zamanlarda hayatta kalmayı başarmış son büyücülerin lideri gibi duran efendi rauden oldu. tıpkı cüce efendilerinin yaptığı gibi bizleri büyük bir dikkatle dinledi ve sorularımıza son derece mantıklı cevaplar vererek bizlere yeni bir amaç verdi. efendi rauden, kendisi ve arkadaşlarından oluşan bir ekibin şehrin içinde toplanan tüm ordunun yapacağı son saldırıdan daha önemli olacak olan ve başarısızlıkları halinde bildiğimiz dünyanın sonunu getirecek olan bir görev için element düzlemine geçiş yapacaklarını söyledi. her ne kadar bizlerin ayak bağı olmasından endişe duymuşa benzese de cüce efendilerinin bu görevde kullanmamız için verdiği değerli hediyelerin de sayesinde onlara engel değil yardımcı olacağımız konusunda güvence verdik. şimdi şehrin görkemli kütüphanesinde yazdığım bu satırları bitirir bitirmez, yarın gerçekleştireceğimiz kritik görev öncesinde mümkün olduğunca fazla bilgi öğrenerek çıkacağımız en tehlikeli ve en önemli maceraya hazırlanmaya çalışacağım.

    bu macera günlüğünü kütüphanenin gözlerden ırak, tozlu raflarından birine yerleştireceğim. dönmeyi başarırsam yine yazmayı düşünüyorum. eğer dönemeyecek olursam ve yıllar sonra bu günlük tesadüfen onu fark eden bir okuyucunun eline düşecek olursa bilinmesini isterim ki, karşılaşacağım tehlikelerin farkında olarak ve hiçbir pişmanlık duymadan çıkacağım bu macerada nasıl bir sonla yüzleşirsem yüzleşeyim karanlık ordularının bir kölesi olmak yerine özgür biri olarak öldüğüm için bahtiyar olacağım. boccob hepimizin yardımcısı olsun…