1. tohumu
    anasının rahmine
    bir ilkbahar sabahı düşmüş.
    baharmış.
    dışarda rüzgar.
    dışarda dallarda, bulutlarda
    toprakta delimsirek çırpınışlar.
    bir yanda hışır hışır emeniyor börtü böcek
    irili ufaklı bütün kuşlar
    suskun buldukları korunakta
    öte yanda tabiat
    bir kadınla bir erkeğin yatakta
    terli telaşıyla yarışa yelteniyor.

    ah, bu hep zaten böyle oluyor
    insanlar tabiatı her zaman heyecana boğuyor
    çünkü kuşlar ve böcekler gibi değil
    bulutlar ve ırmaklar gibi sevişiyor insanlar
    sevişerek çiseliyorlar dünyayı
    yalnız ilkbahar gecelerinde değil
    sevişiyorlar
    sonbaharın mağmum karanlığında
    kış gelince hakaretamiz bir soğuk çattığında
    yaz olunca ısınan baygınlığın çözeltisi yüzünden
    sürgün günlerin birinin batımında
    birisi bir başkası yerine seyahat ederken
    yusuf'a doğru giden her eğimde
    her hangi bir vakte denk düşüyor
    sevişme anı.

    erkine göz değen bir beyin oğlu yusuf
    annesi han kızıymış
    doğmuş ve bir zaman
    ev içinde, şehirde
    halayıklar, lalalar
    yaşamış göz altında.
    sonra bir gün
    birden bire
    bir değil yüzlerce feryat
    hani çocuk?
    nerede?
    onu son kez gören kim?
    neden hiç bir izi yok?

    yusuf
    üç cin tarafından yedi yaşında
    kaçırılarak karışmış oldu kırklara.
    haz ciniydi ilk göz koyan: kızguran derlerdi ona
    öyle bir cindi ki canın tam ortasında
    bu dünya, öte dünya
    nerelerden geçiyorduysa ikisi arasındaki çizgi
    yoktu ayrım yerini bu yaratıktan daha iyi bileni
    çocuklukla, gençlikle, yaşlılıkla
    geçen ömrü içinde dağılır ve toparlanırken insan
    hep duyulan
    haz cininin kopardığı gürültüden başka bir şey değildi.


    hazzı ne dışından, ne içinden tavsif edebilirsiniz
    hazdır
    dünyalar sanmayın bizi içine çeken
    hazdır dünyalardan bütün emdiğimiz
    daha başından beri
    henüz cenin iken biz
    kalbin de cesameti belli belirsiz iken
    hangimiz hazzın bize neler ettiğini bilmeyiz?
    o cin hiç uğramamış olsaydı semtimize
    iyi olsun, kötü olsun neye yöneldiysek
    aklımız başımızdayken veya delirdiğimiz zaman
    canımız susmayı ve konuşmayı çektiğinde
    oraya hepimizden önce varmış olurdu kızguran.

    canı hazla tanıştıran işte bu cindi
    bu cindi yusuf'u kaçırma işinde
    şebekenin başını çeken
    peki, neden yusuf? ve kaçırma neden?
    derinlik kelimesi
    bu bapta işimize yarıyor
    şimdi size
    hüsnü yusuf'tu o
    güzellik timsaliydi desem
    bilirim söylediğim tartışma açmaktan öteye geçmez
    kime göre güzellik?
    çağlar içinde konulmuş mu bir kanun?
    hem nerede görülmüş
    tek başına güzellik
    kendi ayakları üzerinde dursun?

    şehvet, hüsran, hatıra, mukavemet
    bunların çarkına kapılanda
    bir güzellik doğuyor
    insanlar hep böyle şeylerin yedeğinde buluyor güzelliği
    o sebepten ola ki
    güzel yine de güzel solarken bile.
    çünkü her soluş merhamet uyandırıyor
    çünkü merhametti ona önceden rengi veren de.

    yasasız ve solup giden
    bir güzellik değildi yusuf'un güzelliği
    yoktu tabiattan ve tarihten tanış olduğumuz
    hüsnü yusuf'u yeden hiçbir duygu.
    hüsnü yusuf o hüsnü yusuf'tu ki yanı başına
    yalnızca en gerekli şey konulmuştu
    ne duygu, ne ihtiras, ne düşünce,
    ne mükemmel bir mantık...
    derinlikti yusuf'u güzel kılan
    gerçekte adem soyuna ait olmayan
    ve sanki bir yeminle onlara hep bağlı kalan
    derinlik.
    derinlikti yusuf'la varoluşun bağını kuran
    bu çocuğun yüzünden başka yüzlere yansıyan şey
    o bir engin ezinti, bir terennüm gibi
    devam
    diyordu devam etsin devam etse gerek
    derinlikten cayılmasın
    kopsun kıyamet.

    bu çocuk ne giyerse giysin
    giysilerin üzerinde duruşu
    neye dokunursa dokunsun ona ellerini
    yerle göğün bağlacına ermiş gibi sunuşu...
    ya rabbi, bu derinlik ne demek oluyor?
    başını çevirirken bu çocuk
    sanki affı muhakkak bir günah
    saklıyor.
    esrar dolu kimine göre belki bu baş
    ama bilgelik güdümüyle yusuf'a bakarsanız
    sırların güzelliğini görürdünüz
    güzelliğin sırlarıyla sarmaş dolaş.

    acunu oyalayıp acunda oyalanan
    kıvılcımlı oklardan biri değildi yusuf
    güzel olmasına güzeldi
    ama bunu söylemek
    dile denk düşmüyor nedense
    çünkü denilmez
    silahlı bir birliğe bakıp:
    ne de güzel bir ordu!
    güzelse de güzel denilmez ordulara
    savaşı hatırlatan hiçbir şeyi gönül
    yatkın bulmaz güzel kelimesiyle anlatmaya.
    yusuf'un güzelliği
    bir çarpışma gibi içrek
    bir savaş gibi yaman
    terk ediş uyandırmıyor gidişi
    bir kalış sunmuyor durduğu zaman.

    ''mutlaka başka'' dedirtiyor oluşu
    sineyi hatırlatıyor sinesi
    insanların
    sineleri olduğunu
    gözleri çok fazla
    çok fazla derin
    her şeyi ezberletecekmiş gibi zora koşuyor
    oysa ezberleyecek hiç vakit
    bırakmıyor insanlara
    çabucak
    derinleşmeniz gerekiyor yusuf'la karşılaştıysanız,
    bitişmeniz isteniyor hakkı verilmiş bir anlamla.

    haz cini kızguran
    yazık olur, yanlış olur diye düşündü
    hüsnü yusuf
    insan dedikleri bu nankör, kan dökücü, cimri, unutkan
    yaratıklar arasında bırakılırsa.
    öyle ya
    dünya ahalisinden hangisi
    kendini hazır saydı şimdiye kadar
    bitişmek için
    hakkı verilmiş bir anlamla?

    haz
    güzellikten ayrılmak istemezdi
    arınmak isterdi haz
    hazzı arıtmaya güzellik yeterdi.
    kaçırılmazsa, insanlar arasında bırakılırsa yusuf
    bir gün, nasıl olsa, er geç
    güzelliğin yanı başına bir şehvet
    bir hüsran, bir hatıra
    en azından insanların o hiç vazgeçmedikleri
    bir mukavemet eklenecekti.
    güzellik bulandıkça
    haz bulandırılacak
    o zaman hüsnü yusuf'a bakan diyecek ki
    güzel; ama bir pürüz var
    güzel; ama başıma kim bilir ne bela açar
    güzel; ama daha temiz olabilirdi.

    kaçmalı yusuf, kaçırılmalı
    güzellik hazzı mutlaka arıtmalı
    yoksa ben
    önce ben, sadece ben, hep ben
    diyerek nev'i beşer
    pıtraklı ve pusarık bir tapınakta raks ederken
    kendinden geçecek
    hamleler, darbeler, sarılışlarla binlerce yıl
    neleri çürüttüyse
    onlarla geçinecek.

    hazzın gücü hüsnü yusuf'u kaçırmak için yetmedi
    yalnız yönelmek gelirdi kızguran'ın elinden
    yönelmek, yöneltmek, yönlendirmek
    sevgilim! sevgilim! sevgilim!
    başka ne söylenebilirdi?

    insan dediğin aceleci
    cinler de acele etmeli
    kızguran çabucak
    yusuf'u kaçırmak için
    iki başka cinden yardım istedi
    iki cin daha
    yönlendirmesi gerekti hazzın
    güzellik hırsızlığına.
    bunların ilki sarlanan
    eylem cini.

    edim
    dünden hazırdı güzelliği
    güzel olan her şeyi
    köhne yığından kaçırmaya.
    çünkü boy atmaya can atarken bir fidan
    umursamaz çokluktaki kösteği.
    eylem gerek tohumu çatlatmak için
    yalnız doğurandır doğruyu bulan
    neyse çok toprakta
    gökte ne çoksa
    bir an gelir
    biriciklik burcuna edimle varır
    eylemdir
    tazeler, harap eder, küstürür, gönül alır
    eylemle uçar bezginlikteki kir
    dirilik erki kalırsa
    yalnız eylemde kalır.

    işte yusuf'un güzelliği
    işte arınmak isteyen haz
    bir kez ''işte'' denildiyse artık durulmaz
    bir şey bir şeye dönüşürken
    eyleme geçilecek
    ve yakadan düşecek bu bungun kalabalık
    bir oluş yönünde sıyrılan her ne ise
    edimle ilenecek çokluğa, katılığa
    eyleyenler görecek yeganelik ne imiş:
    nereden sonrası kübra
    nereden önce sagir
    kaç, kaçır, doldur ya da dök
    ii faut agir.

    haz cini eylem ciniyle bir araya gelince
    belki her şey yapılabilirdi
    evet, her şey
    iyi ve kötü.
    acaba
    iyi veya kötü şey
    aynı zamanda yerli yerince ve uygun mu?
    iyi olsun, kötü olsun diye yapmak istenilen
    rast gelecek mi kendini var eden yöne?
    bunu anlamak için haz cini kızguran
    yönlendirdi gökleren'i
    yusuf'u kaçırmaya.
    güzelliği çalmak için çağrılan
    ikinci cindi bu
    ödev cini.

    hüsnü yusuf kaçırılacak çünkü
    bunun bir çünküsü var
    her nesnenin kendine özgü
    bir yeri var evrende
    hazzın çünküsü yoktur
    eylemin de
    haz ve eylem
    bilinmez nerede eğleşecekler
    oysa yalnız nesneler değil duygular düşünceler
    ararlar ve bilmek isterler benzerleri arasındaki yerlerini
    bu yer bir yer olmaklığı yüzünden
    ödevini gösteriyor her nesneye
    giderek
    her nesne ödeviyle
    kaybediyor nesne niteliğini
    ödevini yerine getiren ''o şey'' oluyor.

    böylelikle ormanların kimliğinden söz açıyorlar
    denizlerin kimliği, çöllerin, buzulların, sıradağların
    ve kapanmak bilmiyor bir kere açıldı mı söz
    gökleren her tarafa bir şey yetiştiriyor
    armağan verir gibi, tetiğe basar gibi
    maden işçilerinin urbalarına kimlik
    kumarhane kapılarındaki kabadayılara nişan
    rujunu sürdükten sonra
    aynada kendini öpermiş gibi yapan
    sütüm yetseydi de doyurabilseydim, ne var?
    sana almazsam neyim önümüzdeki yaz
    ödevin cümleleri birer birer sayılmaz
    yerine getirmeye bile gerek yok
    tabiatla düşüyor
    tarihle
    yükseliyor durmadan
    hem ödev
    hem ödevi üstüne alan.

    hepsi üç cindir bunların.
    hazdır, eylemdir, ödevdir
    yusuf'u kaçıran.
    yusuf'u insanların dünyasında
    el alemin dipsiz düşkünlüklerine tutundurmayan.