1. eskiler iz sürerdi.
    biz muttasıl arıyoruz yeni insanlar.
    arıyoruz alemin iç yüzünden zihnimize
    yansıyan bir tasarımla gerçeği.

    şivekar bizden biri
    yola çıktı yolu bilmeden
    arıyor bir hedef gözüne kestirmeden
    aradığı ne sevgili, ne efendi, ne sultan
    özünü harekete geçiren onun
    kanını kaynatan candır düpedüz kendi canı.
    yol canlılıkla mukayyet
    gitti deriz
    ölenler için
    yalnız yaşayanların işidir
    yola çıkmak, yolu katetmek.

    şivekar olduğuna
    olmasını istediği için inandığı
    o bir, biricik can için yola koyuldu
    canını koydu yola
    öyle bir başka ben
    bulsun ki
    ben`i bütün şemaliyle onda bulunsun
    başkada bir ben yok ise
    yere çalınsın rüya
    benle
    başka yok olsun.

    eskiler aramaz, iz sürerdi.
    bilirlerdi evet`le hayır arasına belki
    sokulduğunda
    felaket gelir.
    noksanı fark ederlerdi, çünkü bütünden
    nelerin koptuğu besbelli.
    dağılmak eskilerin dilinde
    ufalanmak anlamına gelirdi
    iz sürerlerdi irileşmek, ulaşmak, toparlanmak için
    biz yeniler bir an önce dağılsak bari deriz
    korkarız kaybolmaktan çokluk içinde.

    şivekar korkmadı kaybolmaktan
    daldı çokluğa can havliyle
    dedi bulsam da hüsnü yusuf`u
    onun gibi kaybolsam keşke.

    kaç yıl geçirdi şivekar arayış içinde?
    neler yaşadı?
    biz yeniler yüz kızartan soruları hemen atlarız.
    saklarız
    arayan ve arayışın süre gittiği ortamın
    yek diğerinden ne paylar aldığını.

    dünyada
    çözülürse dünyayı
    issız kılacak bir çelişki vardı
    bir çekişme vardı dünyada azgınlık fışkırtan
    taraf olunduğunda.

    aradı hüsnü yusuf`u şivekar
    hep geciktirilmesi gereken o çelişkinin
    susmayanı sağırlaştıran çekişmenin ortasında.
    yalnız arayan bilir acımasını
    aramamak acımamak demektir
    küçümsenecekse
    memnuniyet küçümsenmelidir
    dünyanın dönmekten memnuniyeti
    insanların utancı dünyaya dönüşmekten
    insanlar
    onların birer kırba hepsi
    dış tarafları köseledir
    hepsi içinde taşır içilecek şeyi
    utanır ıslanmış köseleden insanlar
    sahipsiz bir utanç hepsi.

    şivekar önceleri
    arayışın ilk aşamasında
    bu utancı sadece seyretmekteydi.
    evden ayrılırken bohçasına koyduğu birkaç altın
    takındığı birkaç parça mücevher
    bir şehirden başka şehre göçerken
    dağlar aşıp ormanlardan geçerken
    sıyrılıp yol bulmayı ona kolaylaştırdı.
    daha sonra ve fakat
    insan dedikleri o sahipsiz utançla
    yaptığı pazarlık fena tartakladı onu
    insanlık utancından
    en külliyetli payı o aldı.

    aradı
    arayış ibresinden gözünü ayırmadı
    karnı aç
    üstü başı lime lime
    artık narin ayakları çiziklerle dolu
    dirseklerinde yara kabukları
    gerçi bu kadarı, böylesi
    başlarken hiç akla gelmezdi
    lakin hayret!
    arayana yoksulluk eziyet vermiyor
    arayanın aramaktan başka derdi yok.

    vakti bilmek için
    diyor kendi kendine
    haber almak sadece bir başlangıçtı
    aradıkça dirisin
    aradıkça mecalsiz kaldı kibrin.
    aradın ve anladın
    haber almakla yol tüketilmiyor
    arayış sahicilik vaktine erişsin istiyorsan
    senin kendin
    haber olsa gerektir.

    bak işte
    bir parça kuru ekmek
    kim bilir kim düşürmüş
    kim bilir kim ekmeği bir kenara
    ayak altından çekmiş.

    ne de sert!

    şu akan derecikte biraz ıslatsam ekmeği
    diye düşündü şivekar
    o zaman dişim keser.
    pırıl pırıl dereye
    uzattı elindekini
    belki eski kibrinden
    kalma biraz halsizlik
    belki bu ince suyun
    cilveli alayişi
    ekmek
    dereye düşüverdi.
    hem karnı aç
    hem de avı nispet yaparmış gibi
    su üstünde kıpırdanıyor
    koştu o kuru ekmeğin
    peşi sıra şivekar

    bir süre öyle gittiler

    o da ne?

    dere görünmez oldu
    harap bir tahta perde girdi
    ekmekle şivekar`ın arasına
    genç kız gerilemedi
    hem zaten vazgeçerse
    ne yapacağı belli mi?
    dönülecek bir yer
    bilmiyor gitmezse ekmeğin ardı sıra.

    suya girdi bulmak için ekmeğini
    tahta perdeden öteye geçti.

    aklı zorlayan bir yer o perdenin ötesi.
    bir bahçe. gerçekten buraya bahçe mi demeli?
    ağaç, yaprak, meyve, kuş hepsi tamam
    tastamam hepsi.
    sanki biraz önce tamamlanmış gibi.

    kokusu çiçeklerin
    otların, çalıların kısa cümlecikleri
    yukardan dua fısıldar gibi yüze değen esinti.

    insan bir resmin içine
    bu kadar girebilir.

    bu bahçede her şey hayran olunmak için
    her şey kendine özen göstermiş
    her şey kendine öyle bakıtıyor ki
    şivekar bir kuru ekmeğin peşi sıra buraya girdiğini
    bir daha aklına hiç getirmedi
    hangi garip kuşun rızkıydı ki o ekmek?
    kim bilir nereye gitti?

    şimdi artık bahçenin derinliği genç kızı cezbediyor
    bu bahçe keşfe açık bir kalbi bekler gibi
    yürüdükçe bahçeden bir şey siniyor kıza
    şivekar bahçeye tını salıyor adım attıkça
    çok geçmeden gözlerinin önüne

    ne diyelim?
    resim içinde resim mi?

    edebiyat burada bize yardım edemez.

    bir çiçekle meşgul olan kelebekle meşgul olan bir erkek
    eskiler olsaydı betimleyeceklerdi
    biz yeniler alt dudağımızı ısırır
    ve terleriz
    şivekar bizden biri
    onun dilinden dökülen
    bizim kelimelerimiz
    saçma
    ama başka ne sorulurdu ki?
    ''in misin, cin misin?''
    cevap verdi hüsnü yusuf:
    ''ne inim, ne cinim''
    ''ben de senin gibi bir beni ademim''