1. sahibinden satılık kelepir devlet hem de hiç muhalefetsiz!

    neoliberal politikalar türkiye gündemine 24 ocak (bkz: 24 ocak 1980) kararlarıyla birlikte girmişti. ancak hayata geçirilmesi politik konjonktür açısından pek elverişli değildi. özellikle parlamento dışı devrimci muhalefet fazlasıyla güçlü ve direngendi. şimdiki gibi devletle uzlaşmış, devletleşmiş, bürokratik kastlara bırakılmış sendikalar yoktu. disk (devrimci işçi sendikaları konfederasyonu) belki de tarihinin en etkili dönemini yaşıyordu. türkiye halkı sendikalarda, derneklerde, partilerde örgütlüydü. halkın onay vermediği politikaların hayata geçirilme şansı yoktu. dolayısıyla neoliberal politikaları hayata geçirmek için söz konusu "pürüzler" ortadan kaldırılmalıydı. ardından herkesin bildiği bir süreç yaşandı. (bkz: 12 eylül 1980)

    12 eylül askeri darbesiyle, muhalefet dümdüz edildi, yüz binlerce insan gözaltına alındı, milyonlarca insan fişlendi, binlerce insan zindanlara tıkıldı, içlerinden idam edilenler oldu. halkın öz örgütlenme yapıları olan sendikalar, dernek, siyasi partiler kapatıldı. halk örgütsüz bırakılınca artık hiçbir "pürüz" kalmamıştı devletin neoliberal politikaları hayata geçirmesi için. özelleştirmelere ilişkin ilk yasa 1984 yılında çıkarıldı ve özelleştirme idaresi kuruldu. ilk başlarda slogan "sermayenin tabana yayılması" idi. devasa devlet bizimle sermayesini paylaşacaktı sözde. elbette böyle olmadı sonuçları açısından.

    80'li yıllar özelleştirmenin altyapısını oluştururken, 90'lı yıllarda iç ve dış borçları (bu noktada imf ve dünya bankası anlaşmaları devreye giriyor elbette), kamu açıklarını gerekçe göstererek peşkeş çekme de denebilecek özelleştirme uygulamaları hız kesmeden günümüze kadar devam etti. "devlet et ve süt mü üretirmiş?", "devlet mi yapacak kardeşim ayakkabınızı?" gibi beylik lafları duymayanınız yoktur sanırım. sermayenin tabana veya halka yayılması söylemi artık hiçbir şekilde kabul görmüyor ve inandırıcılığını da çoktan yitirdi. verimsiz kit’leri (kamu iktisadi teşekküllerini) “satıp kurtulmaktan”, türkiye’nin en verimli, en yüksek teknolojiye haiz ve en çok gelir getiren kurumlarını (tek, telekom vb.) özelleştirme aşamasına çoktan geldik.

    şimdi sanırım özelleştirme uygulamalarının başka bir aşamasına geçiyoruz 15 temmuz darbe girişimi sonrası. her şeyin ohal koşullarında yapılabilirliği arttı sanki. aslında özelleştirmelere karşı direnebilecek örgütlü bir halk da yok. ama artık sokağa çıkmak ve direnmek bile çok daha zor.

    kredi ve yurtlar kurumunun özelleştirilmesi demek devlet yurtlarında kalmak dışında başka bir seçeneği olmayan yoksul öğrencilerin sokağa bırakılması ya da artık okuyamaması demek, devlet tiyatroları ile devlet opera ve balesinin özelleştirilmesi sanatı yalnızca bir avuç varsıl ve elitin ilgi alanı haline getirmek demek, devlet su işleri genel müdürlüğünün özelleştirilmesi devlet desteği olmasa hayata geçirilemeyecek içmesuyu, kanalizasyon, sulama gibi en temel altyapı projelerinden devletin desteğini tamamen çekmesi demek. 100’den fazla kurumdan söz ediliyor. devlet her yaptığını şahane yapar diyecek halde değilim. ama mevcut özelleştirme uygulamaları sonucunda halkın daha da yoksullaştığını ve alım gücünün, özel şirketlerin kar hırsıyla yarışamadığını, maliyetleri düşürmek için işten çıkarmaları, korkunç çalışma koşullarını (bkz: 13 mayıs 2014 soma faciası) , düşük maaşları görünce bu uygulamaların sermayeyi yandaşlara peşkeş çekmek ve zengini daha da zenginleştirmek, yoksulu daha da yoksullaştırmak dışında bir işe yaramadığını görmek hiç de güç değil.

    ne yapmalı? sorusu burada gelip boğazıma düğümleniyor. inanın daha normal koşullarda bile devlet aygıtıyla karşı karşıya kalmayı göze almak çok zorken, örgütsüz bir halk hele olağanüstü koşullarda bu yapılması planlananlara nasıl direnir bilmiyorum.