1. hayata ve topluma dair birçok tanımla ilk kez karşılaştığımız, anlamını öğrendiğimiz kurum. çekirdek aileyi baz alacaksak anne ve baba faktörüne değinmek gerek. kişinin duygu durumunu, karakterini, genel yaşantısını en çok etkileyen baskın anne karakteri ya da baskın baba karakteridir. tam tersi söz konusu olduğunda ise yani eksik anne karakteri ve eksik baba karakteri de kişiyi duygusal ve zihinsel açıdan yetiştirir.

    ancak, aile kavramı kişiyi tamamiyle oluşturmaz. sadece taslak belirlenir. geriye kalan evre ise çevresel etmenler ile oluşan ve gelişen fikirler, gözlemlerdir. burada toplumsal normlar ön plana çıkar. kişinin saldırgan olması hem aile içi iletişime göre hem de yetiştiği topluma göre konuşlanır. kişinin cılız olması, sosyalleşememesi, ahlaki değerlerinin kötücül olması gibi durumlar da önce aileye daha sonra dayatılmış toplumsal etiğe göre şekillenir. yani bahsetmek istediğim kişinin gelişiminde ne aile tek başına faktördür ne de çevre. birbirini besleyen ve özü oluşturan bu iki etmen sonucu ve dahil kişinin bunlarla beraber oluşturduğu fikirleri bireyi oluşturur.

    kız çocuğu ve erkek çocuğu bakımından ailenin etkisi değişkenlik gösterecektir. öyle ki ailenin yaklaşımı her ikisine de eşit mesafede değilse zayıf olan taraf toplum içerisinde de güvensizlik ve zayıflık ile baş etmek zorunda kalacaktır. türkiye'de durum bilindiği üzere geleneksel aile tipinden genelleyecek olursak -istisnaları saymadan- güveni sağlam bir erkek çocuğu diğer taraftan ise sürekli kısıtlanan ve görevler addedilen bir kız çocuğu göz önünde bulunuyor. ailede gelişen bu iki tip karakter tüm topluma sirayet ettiğinde şu an karşı karşıya kaldığımız ve salt ailede değil bu aile kavramının geliştirdiği toplumsal normların içerisinde, bürokraside, yönetimde, işçilikte, hizmette karşılaşılan muameleler alelade şekilde ortaya çıkmış değil birbirini seyretmiş, geliştirmiş ve zaruri şekilde toplumsal yapıyı oluşturmuştur.
  2. b-612
  3. her zaman kan bağı gerektirmeyen oluşum. bu akşam bunu ilk defa, gerçekten hissettim.

    dağılmış bir ailede doğup büyüdüğümü bilen çoğu insanın, gündelik hayatta yaptığım hataları ya da "eksikliklerimi" bu duruma bağlamasına alışmış bir insanım. her alışkanlık insanın hoşuna gitmez; bu da kendimi bildim bileli hoşuma gitmeyen bir alışmışlık. aile desteğini olması gereken şekillerde ve zamanlarda görmediğim için "eksik" bir insan olarak değerlendirilmek sanıyorum ki kimsenin hoşuna gitmez. bu, hayatımın bazı noktalarında çuvallıyor oluşumu kabullenememekle ilgili de değil -zira gerçekten çuvalladığım çok oluyor-, kendi hatalarımı üstlenmek isteyişimle ilgili. şimdi burada yazsam gülünüp geçilecek hatalarımın bile aile ilgisi görmemiş oluşuma bağlanması ziyadesiyle irite edici. bazen oluyor, ben bile hissediyorum yanlış yapışımın ya da doğrusunu idrak edemeyişimin sebebinin ailemle ilintili olduğunu. ama bazen de; kendi toyluğumdan, kendi inadımdan ya da kendi umursamazlığımdan dolayı yokuş aşağı yuvarlanıyorum. yaptığım hataların bu iki türü arasındaki ayrımı yapıp bana yaklaşımını ona göre ayarlayabilen çok az insan var; ve onlar benim ailem. farklı yılların farklı günlerinde, bambaşka evlere doğmuşuz. birbirimizi bulana dek bambaşka düzlüklerimiz ve yokuşlarımız olmuş ama öyle bir yerde kesişmişiz ki; öncesindeki tüm ayrımlar telafi edilmiş sanki.

    en çok minnet duyduğum nokta, benim eksik olduğum düşüncesiyle beni tamamlamaya çalışmaktan ve bana duygusal sakatlıklar içindeymişim gibi yaklaşmaktan kaçınmaları; ve alışılmışın dışında bir formda tamamlanmış olduğumu görüp buna eşlik etmek istemeleri. evet, koşullarım farklı olsaydı çok daha iyi ve dengeli bir hayatım olabilirdi. evet, kaçırdığım ve zamanında deneyimleyemediğim, yabancı olduğum birçok duygu var bu bağlamda. eğer bunları yaşamamış olmam eksiklik olarak görülecekse, öyle olduğumu sorunsuzca kabul edebilirim. ama ben böyle düşünmüyorum. çünkü hayatımdaki şanssızlıkların ve dezavantajların yanında öyle değişik, öyle ender, öyle samimi güzellikler var ki ve ben hayatı ya da insanları öğrenmeye öylesine devam ediyorum ki; kendimi eksik görmeye ve belki de çoktan telafi edilmiş olan deformasyonlara üzülmeye zamanım bile yok. çünkü olayın "tamamlanmak"la ilgili olmadığını anlıyorum son zamanlarda. hayatlarımızı yapboz yaparcasına yaşıyor olmamız, bireyler olarak bizim de birer yapboz parçası olduğumuz anlamına gelmiyor; zira değiliz. hepimiz çok değişik şekillerde bir bütünüz aslında. kilit nokta bu değişik bütünlükleri kabullenmekte. bunları tolere ya da tahammül edilecek değil de; benimsenecek ve sevilecek yapılar olarak görebilmekte. beklentileri taviz vererek değil gerçekten isteyerek, bireysel yapbozun bütünlüğünü ya da yapısını bozmayarak tatmin edebilmekte. "yapılması gereken" olarak görülen her şeyin aslında "yapabildiğiniz/ yapmak istediğiniz" şeyler olmasında. karşılıklı olarak bunu yapabildiğim insanlar benim için bir aile. ve bu akşam, ailemle bir sofrayı paylaştım.

    küçücük bir masada dört kişiydik; tabağı kucağına alıp diğerlerine yer vermeye çalışma içgüdüsü hepimizde olduğu için bir an masa bomboş kaldı, gülüştük. hepimizin rahat edeceği bir şekilde yerleşmeden kimse bir lokma bile yiyemedi. içimizden biri gününü anlatırken onu dinlemeye yönelik olarak gelişen iştah, hepimizin kurt gibi aç olmasına rağmen yemeğe yönelik olan iştahı her defasında yendi. güldük ve hüzünlendik, güzel müzikler dinledik. ziyadesiyle sıradan bir akşamdı esasında; ama bir yandan da hiç de öyle değildi ve herkes bunu garip bir memnuniyetle fark ediyordu.

    aile dediğimiz bu değilse, başka ne olabilir bilmiyorum.