1. kendisi bizim alt komşumuz oluyor, iki ay önce bebekleri oldu, evleri de tam dış kapının yanında. geçenlerde dış kapıya bir yazı astı bu, lütfen kapıyı yavaş kapatın, bebek uyuyor” şeklinde. ben bir iki denedim ama kapıyı yavaş kapatmanın imkanı yok, zaten yavaş kapattıran yaylı alet takılmış bi de onla uğraşıyorsun falan kapıdan çıkmak külfet oluyor. neyse kimse uğraşamadı tabi bununla, babamız da gitti kapının yayını çıkarttı. bu sefer de kapı açık kaldı diye başka bir komşu yayı geri taktı. babamız bu sefer de kapı arasına lastik conta takmış, kapı yine kapanmıyormuş. başka bir komşu lastik contayı çıkarmış, benim haberim yok tabi bu olay iki üç kere devam etmiş. dün akşam bi gürültü patırtı koptu, camlar şakır şakır indi aşağıya, sonra bi daha büyük bi gürültü ardından bağrışmalar, bebek ağlamaları birbirine karıştı. noluyo lan ev mi yıkılıyor acaba deyip dışarı çıktım bi baktım kapı komple yok. ahah babamız kapıyı komple sökmüş, sokağa fırlatmış, kocaman bir boşluk oluşmuş apartman girişinde. şok oldum resmen, çocuğun biri geldi bana sordu –abi contayı sen mi çıkardın? tabi dünyadan haberi olmayan ben dedim, conta mı, conta ne arar lan kapıda? neyse çocuk durumları izah etti. dedim haberim yok benim, gürültüye geldim. velhsıl baba kapıyı yok ettikten sonra anne devreye girip bana bakarak "insanlar yaşamıyor bu apartmanda hayvanlar yaşıyor" dedi. hiç üstüme alınmadım. bence kapısız daha iyi apartman, estetik yoksunu, çirkin demir yığını bir şeydi. bakalım nolacak kapının akıbeti. bunu baba başlığına yazmak uygun geldi, çocuk biraz daha uyanırsa adam bütün suçu bize atıp apartmanı falan yakabilir, çok tehlikeli şeyler. birilerinin bu arkadaşa bebeklerin ilk 6 ay habire ağlayıp, uyku problemi falan yaşadığını anlatması gerek. adam apartman kapısını söktü ya, hay allah.
    abi
  2. babam tarafından trollenmem.

    ilkokul 3.sınıf zamanı bir akşamüzeri babam işten geldi ödevlerim konusunda bana hep babam yardımcı olurdu hemen gittim yanına ve o gün işin içinden çıkamadığım ödevimi babamla paylaştım.

    - baba sübhaneke duasının türkçesini biliyor musun?

    babamın dinle, imanla, ibadetle pek alakası yoktur açıkcası, sadece cenaze namazı bir de arada sıra da bayram namazı kılar ama çocukken pek bunun farkında değildim her neyse babam tamam ben sana öğretir ezberletirim dedi ve ezberletip öğretti.
    sabah oldu okula gittim ders başladı ben tabi öğrenmenin verdiği gazla heyecan içinde öğretmenin sorusunu bekliyordum ki öğretmen sordu sübhaneke duasının anlamını kim öğrendi hemen şak diye parmağımı kaldırdım, öğretmende tak diye kalk oku bakalım oğlum dedi ve ben başladım.
    sübhaneke sümbul teke - öğretmenin gözler büyüdü - anam eke, babam teke - dudakları yukarı doğru büzülmeye başladı - çorba içtim döke döke, haydi gidelim biz eve sınıfta çıt çıkmazken öğretmen kahkaha atarak kim öğretti sana oğlum bunu dedi ben de saf saf gülerek babam dedim.
    (bkz: babana bile güvenme)
  3. "zaman zaman babama acidigimi hissederdim. ona kendisini cok sevdigimi soylemedigim icin. ama aslinda kendime aciyordum.
    benim söylemeye duyduğum ihtiyaç , onun isitmeye olan ihtiyacindan fazlaydı." / trevanian
    beid
  4. ölümüne kızdığım, sinirlendiğim, ansiyete krizi geçirmeme bile neden olmuş ama ölümüne de sevdiğim adam.

    "bir güzel kadeh tutuşun vardı eskiden
    dirseğin iskemleye dayalı
    -- bir vakitler gökyüzüne dayalı, derdim ben --
    cıgara paketinde yazılar resimler
    resimler: cezaevleri
    resimler: özlem
    resimler: eskidenberi
    ve bir kaşın yukarı kalkık
    sevmen acele
    dostluğun çabuk
    bakıyorum da simdi
    o kadeh bir küfür gibi duruyor elinde"

    aylarca evde değilimdir, eve gelirim, kuru bir "hoşgeldin" der sadece, günlerce de böyle davranır ne yaptığımı bile bilmediğim bir şekilde sinirliyse. ama ertesi gün elinde iki üç çeşit meyveyle gelir, ben meyve çok seviyorum diye. çok merak ederim ama yanında oturmam, yüzümü göstermem.

    hiç soru sormaz ama suratımın şeklinden, hareketlerimden anlar keyifli miyim, gergin miyim, kafamda bir şey mi var. evde hayvan hiç sevmez, kedim var diye evime de gelmez ama benim kedimi çok sever. ben eve geldiğimde evin önüne toplaşan kedileri de. "su koydun mu kedilerine?" der gülümseyerek, ama içten.

    en yakın arkadaşım hastalığı haberini aldığı zaman ve gecenin bir vaktinde bana haberi verdiği zaman babama sarılmak istemiştim. gecenin üçünde ve aramızda 400 kilometre varken. çünkü geçer, ne yaşadıysam yaşayayım babama sarılınca o anlık geçer. beş dakika sonra kendisinin bana "hadi ne halt yedin söyle" diye sinirlendirmeyeceği garantisi de yoktur.

    bir kaç ay önceydi çocukluk arkadaşım " babanı gördüm, konuştuk. çok kilo vermişti bir sıkıntı mı var ?" demişti. bu konuşmanın bir buçuk ay kadar sonrasında aynısını benim için söylediler. halbuki ben durumla gayet iyi başa çıkıyorum zannediyordum. olan bitenden sonra kendimle yaptığım hesaplaşmadan ben galip çıkıyordum aklımca. her gün yataktan kalkıyor, düzene devam ediyor ve bol bol gülümsüyordum.

    hesaplaşmamın sonunda farkettim ki ben en olmak istemediğim insandan biri olan babama epey benziyorum. ben de ketumum, hak eden kişilere değil nazımın geçtiği kişilere kızıyorum, herşeyi ben hallediyorum da kimse nasıl hallediyorum bilmiyor-garip bir şekilde de sormuyor, ben de hiç sormazdım-, her şey olup bittikten sonra "şu zaman da şöyle bir şey olmuştu" diyorum anca. ama bir insan da neden böyle davranırmış az buçuk anladım. neden hiç konuşmazmış ya da neden sadece içince konuşurmuş ve "galiba ben de öyle olacağım lan" dedim kendi kendime. "insan bunca kazığı yiyip yiyip nasıl sert, umursamaz ve kırıp parçalamaya müsait olmasın?" olmaktan da korktum allah var ama hak da verdim neden insan öyle olurmuş, neden eldeki o kadeh küfür gibi dururmuş. elimde küfür gibi duruyor bütün kadehler kimse farketmiyor. benim de zamanında farketmediğim gibi.

    ah baba, ah.

    "baba bana yürüdüğün o yolları göster
    baba bana dünyanın yüreğine inen geçidi..
    baba durursam azarla, tökezlersem kaldır beni "
  5. aynı evin içinde olmamıza rağmen çok az görüşebiliyoruz. geçen hafta sonu kampa gitmiştim de döndüğümde hasta buldum.bugün biraz daha iyi gibiydi. atm'den para çekeceğiz bahanesiyle çıktık evden sonra oturduk çay içtik. önce üniversite muhabbeti. ama o benden değil kardeşimden endişeli. daha liseye başlamadı çok erken diyorum. ama o, seveceği mesleği seçebilecek mi diye endişeleniyormuş şimdiden.
    bana sen kendini kurtardın dedi ya bir gururlanmadım değil.
    bireysel emeklilikten konuştuk. arabayı yeniliyor muyuz dedim. bir sekiz yıl daha kurtarsa yeter dedi. seviyorum ben arabamızı baba. eskiyormuş.
    şu birikmiş parayla annene de bir ev alırız dedi. geri kalanı da senin ve kardeşinin düğünü için. şaşalı düğün isteyen kardeşim dedim bana düz nikah olsun. nişan mı? kuru pasta limonata yaparız dedim, güldü.
    eş seçimi konusunda yine kardeşimi düşünüyor. anneme düşkündür o, annem halleder o işleri dedim. bakalım dedi. e peki ben? güldü. senin aklın başında dedi. ben evlenmeyeceğim dedim, baba hep sizle yaşayacağım. daha çok güldü.
    nasip kısmet derken annemle tanışmasından bahsetti tekrar. peki memnun musun dedim yine evlenir miydin? ooo dedi. annen kadar iyisi bulunur mu? sonra yutkundu. ama beni tek rahatsız eden, ben iyi bir eş olamadım, annen... dedi çok fedakarlık yaptı. diyecek bir şey bulamadım olsun hala geç değil dedim. o da yaş geçti artık dedi. yutkundu.
    en sevdiği portakaldan 3 kilo aldı, ben de kivi aldım. çürümesin ha dedi. ohoo bunlar anca bana yeter dedim.
    eve dönerken uzun zamandır muhabbet etmediğim babamın elini tuttum. aynı küçükken onun öğretmen olduğu benim öğrenci olduğum mahalle okulumuza giderkenki gibi. yaşlandığını fark ettim babamın. babaların yaşlanması çok koyuyormuş. ama sonra yanımda işte dedim. umarım uzun yıllar daha yanımda olursun baba...

    tanım: baba işte. baba...
  6. kişinin kişiliğini inşa eden yapı taşlarından en debdebeli olanı. en naif ve anaç taş ise pamuk ruhaniyetine sahip valide olsa da, bahsi mesel babadır. babayı konuşmak gerek, baba lafzı arz olunca. anneyi bir yana, en güzel yana koymadan evvel, ana gibi yar baba gibi hıyarı not düşmüş eskiler. hıyarın büyük bölümünün su olmasına odaklanıyor ve babayı yaşam iksiri kabul ediyoruz. anne en güzel yana geç lütfen.

    iskele ve şam olmak üzere birkaç kısma ayrılan baba, biyolojik sebebin alâmeti farikası, tohum, hücresinin çoğalmış hali, gölge, çınar, kök kabul edilir. baba çatık kaş ile kibriyat, egemenlik ve erki remz eder. bazı insanlar, şanslı çocuklar, babaları ile bir diyalog ile yolları kaim ve güzel iken, bazı insanlar ise, ki biz bunlara bahtsız çocuklar diyelim, babaları bir monolog ile yolları çetrefilli ve mutsuz oluyor. bir insanın babası ile konuşacak bir şeyi olmaması ne kadar acı bir şey. hiç hissettiğiniz oldu mu? sessizlik içinde konuşan iç sesiniz, hatta sesleriniz, uğultusu içinde debelenip durduğunuz o mağdur suskunluk! insanın babası ile ilişiği, fizyolojik olmaktan öte olamaması acı bir şey. biriktirilmiş onlarca tonlama, onlarca, yakarış, onlarca baş okşama, sırt sıvazlama iştiyak ve hisse iştirak etmeyen bir baba profili. onlarca dedim de, riyaziye hicap etmesin diye küçük tuttum rakamları. baba da belli mi olur, ar damarı üstüne bir şeyler düşer, rengi kırmızımsı olur. riyaziye ve baba hicap etmesin. aman babayı üzmeyelim.

    baba: insanın çocukluk masalı veya kıssası oluyor. masal çocukluğa verilmiş bir hediye, kıssa ise büyümüşlük oluyor. bazı babalar kıssa olur çocuklarına ve çocuk içinde bir büyük, büyüdüğü zaman da içinde bir çocuk olur.

    muallim olur zatî âlileri. iyi bir muallim. kader de mürebbiye.
  7. bugün babamın ellinci yaş günü.

    yalnız uyandı. telefonuna baktı. biri turkcell, diğeri türk telekomdan iki mesajı vardı. ikisini de okudu. borçları birikmişti. mesajlar fazla yer kapladığından her ikisini de çöpe yolladı.
    ayağa kalkıp lavaboya gitti. işedi, yüzünü yıkadı, tıraş olmak gelmedi içinden, bir süre öylece yüzünü izledi. bugün ellinci yaş günü olduğunu hatırlamayarak oradan ayrıldı.

    evet, bugün babam yarım asırlık bir tarihin vatandaşı.

    telefonda biraz oyun oynadı. snake xenzia. günlerce uğraşmıştı rekor için. bugün sonunda başardı. mutluydu. çocuklar gibi kahkaha bile attı.
    sonra oyundan sıkılıp televizyonu açtı. haberleri (daha açık konuşursak haberleri sunan sunucuyu) izledi. kanalı değiştirdi. eski bir fransız filmi canını sıktı. moda programlarındaki tartışmalara geçti. on sekiz yaşına daha yeni basmış iki kız hiddetle tartışmaktaydılar. babam dediklerinden hiçbir şey anlamıyordu anlamamasına da, ne yapsın, zaman geçmeliydi işte, izliyordu.
    o an, hayatında farklı bir şey oldu. karnı acıktı. dolaba gitti, dolap boştu. bu yeni bir şey değildi işte. sonra masadan üç günlük yarım çekirdek kutusunu aldı. çıt-çıt, zaman da geçiverdi. gece oldu.

    bugün babamın ellinci yaş günü.

    gece bulmaca çözmeye başladı. polonya"nın başkentini aradı durdu saatlerce. gelmedi aklına. kederlenip, tuvalete gitti. bir sigara yaktı, duvarı izledi. aniden, büyük bir zafer kazanmış komando veya futbolcu edasıyla, berlin diye bağırdı. babamı duyan olmamıştı. berlin, berlin diye sayıklamaya başladı. polonya"nın başkenti, berlin.
    bulmacaya koştu derhal. berlin hanelere sığmıyordu. canı sıkıldı. küfürler etti. gözleri bile dolmuştu. hayatına lanet etti. yalnızlığına lanet etti. herkes el-ele, ona karşı birlik içinde savaş veriyordu.
    biraz pencereden dışarıya baktı. otomobiller ve ışıklar akıyordu geceye. canı iyice sıkılmıştı.
    sonra bildiğiniz gibi, yerine yattı. yeni bir güne uyandı, ve bütün bunlar bir ömür - belki de bir elli sene - devam etti.

    bugün babamın doğum günü.
  8. ilk gençlik yıllarımın katili, acılarımın, isyanlarımın sebebi. hiç iyi olamadık seninle. hep bir zorlama ve samimiyetsiz sohbetler. yıllarca senden kaçtım ben. evden ne kadar uzakta olursam o kadar huzurluydum. annemin özlemi olmasa hiç zor değildi gurbette olmak.
    düşünüyorum da tek güzel anı bulamıyorum sadece ikimizin olduğu. ben seni sadece anneme ve bize yaptığın psikolojik baskılar ve hataların ile hatırlıyorum.
    şimdi hastasın; güçsüz ve korku dolu bakıyor gözlerin. ölüm korkusu sardı ama hâlâ aynısın be baba. annemin hakkını nasıl ödeyeceğini düşünmüyorsun bir de kendini imanı güçlü müslüman olarak adlandırıyorsun. senin doğru dediğin herşeyin tersini yapmakla geçti ömrüm. bundan sonra bizim ilişkimiz düzelmez. bende diğer entrilerdeki babalara özenmeye devam ederim. iyileş baba bir an önce iyileş annemi de mutsuz etmeyi kes.
  9. "babamı kitap okurken düşünüyorum öyle anlarda. daha doğrusu kitap okuduğu bir sahne hatırlamaya çalışıyorum. yok. olabilir, diyorum içimden, herkesin babası kitap kurdu olmak zorunda değil. bu kez babamın evde geçirdiği zamanlarda ne yaptığını bulmaya çalışıyor hafızam. yok. bulamıyorum. babamı, evin içine yerleştiremiyorum."

    yekta kopan aile çay bahçesi kitabında böyle anlatıyor. bunları okuduktan sonra ben de çok düşündüm acaba babam çok kitap okur muydu diye çok olması bile gerekmezdi hatta. babamdan kalanlara baktım içinde eski ders kitapları ve gazete kuponuyla alınan ansiklopediler dışında bir şey kalmamış. biraz üzüldüm açıkçası. yaşasaydı bana boşboş kitap okuyacağına git biraz çalış mı derdi. neyse demez o kadar herhade dedim.

    sonra acaba evde ne yapardı diye düşündüm. hangi koltuğa otururdu, tv izlerken uyur kalır mıydı, kalk yerine yat dediğimizde ya da kumandayı aldığımızda uyumuyorum ben diye kızar mıydı, yemek masasında hangi sandalye onundu, reklamcılık okuyacağım dediğim zaman ailedeki herkes gibi karşımda mı dikilirdi yoksa arkamda mı dururdu ? cevap yok. kocaman ve sonsuz bir sessizlik.

    soramıyorsun da böyle şeyleri bir noktadan sonra evdekilere. her sorunun sonunda akan gözyaşlarını dindirmek senin görevin oluyor. sonra vazgeçiyorsun sorular sormaktan. yaraları deşmeye gerek yok diyorsun.


    hayalini kurmak en güzeli..
  10. en son dört yıl evvel yazmışım senin hakkında. üstelik sana. bir teksir kağıdına, ve de pilot kalemle. arkalı önlü hem, okumayı zorlaştırıcı bir etken; ama sen zaten hiç okumadın. ben de okumayacağını bilerek yazdım zaten, arkasına geçiren mürekkep izi belki de bu yüzden umurumda olmamıştır. okumak istemediğinden değil, ben senden sakladım o kağıt parçasını. hakkımda ne düşüneceğini görmekten korktum. senin hakkında ne düşündüğümü öğrenmenden. neden bilmiyorum; sanırım bende bir çeşit utanç duygusu oluşturdu senin adına. hiç görmediğin, değil dinlemek, hiç duymadığın çocuğunun sana hala cılız bir enerjiyle olsa da elindekinin son kırıntısıyla bağlı kalmaya çalıştığını, sen her ne yaptıysan ya da yapmadıysan seni sevmekten vazgeçmemek için mücadele verdiğini görmek sana iyi hissettirmeyecekti; en azından ben bundan suçluluk duyabilecek kadar vicdan sahibi olduğuna inanıyordum hala. ve üzülmeni görmek istemedim. seni tüm hatalarına ve ilgisizliğine rağmen sevmeye devam ettiğimi görürsen eğer, düzelmek için hiçbir şey yapmayacağından, hak etmediğin bir kabullenişin sıcaklığında mayışmaya hakkın olduğunu düşünmenden korktum bir yandan da. halbuki boş bir çabaymış. zaten hiç denemedin. zaten hiç orada değildin. iki türlü de. şimdi bir kez daha buradayım. yine haberdar olmayacağın cümleler yazıyorum; zira bunlar senin için değil, kendim için.

    geride bıraktığım o dört yılda, belki de öğrenmeye cesaret bile edemeyeceğin acılar, travmalar, heyecanlar ve mutluluklar yaşadım. o zamana dek sadece tanık konumunda olabildiğim çoğu senaryoda başrol oynadım. mükafatlandırıldım da, bedeller de ödedim, çok fazla hüzün hissettim, çok fazla "keşke" demek istedim ama hiç canı gönülden pişmanlığım olmadı neyse ki. bazılarından aslında pişman olmadığımı, olmayacağımı görmek biraz zaman aldı. geliştim, çürüdüm, öldüm, dirildim, değiştim, yoruldum, sıkıldım, eğlendim, uyuyamadım, ağladım, güldüm, üzüldüm, sevindim, sevildim, gittim, benden de gidildi. geçtiğimiz günlerde büyük bir acı yaşadım. meğer gerekliymiş bu, şimdi görüyorum. meğer sen beni ne kadar tanıyorsan, ben de kendimi o kadar tanıyormuşum neredeyse. bilmediğim, doğru bildiğimi sanıp yanıldığım, hiç farkında bile olmadığım onlarca parçam varmış. cesaret edebildiğimi sandığım çoğu şeyden korkuyormuşum. güçlü görünmenin güçlü olmak için yeteceğini sanıyormuşum; ve bu beni o kadar zayıf bıraktı ki, günlerce uyuyamadım. kendi bireyselliğimi savunduğumu sanırken insanları itmişim etrafımdan; hayatımda tesirleri yokmuş, bana yetmiyorlarmış gibi hissettirmişim. onlar tarafından kırılmaktan yakınırken, ben onları kırmış oluyormuşum evvelinde meğer. hepsi de saçma sapan ve şişirilmiş bir profil, güya ayakta duran bir imaj çizmek içinmiş. neden buna ihtiyaç duydum peki? güç neden benim için, sevdiğim ve sevildiğim insanları bile benden uzaklaştıracak kadar obsesif yaklaştığım bir kavramdı? neden tek başıma da ayakta durabileceğimi, yaptığım, düşündüğüm, söylediğim her şeyin doğru ve yerinde olduğunu, asıl haksızlık yapılan tarafın hep ben olduğumu, ilgiye, sevgiye, dinlenilmeye en çok ihtiyacı olan tarafın hep ben olduğumu düşünme, bunu kanıtlama ve göz önüne serme eğilimindeydim?

    cevap açık. bu yüzden buradayım. çünkü cevap sensin.

    güçlü olmak, öyle görünmek istedim, çünkü güçsüz bir insan olarak sana benzemek başıma gelebilecek en kötü şeydi. belki de asla uyanamayacağım bir kabustu. senin için önemli olduğunu söylediğin, belki de hakikaten öyle olan hiçbir şeye ve hiç kimseye senden görmeyi hak ettikleri değeri verecek güçte olmadın hiçbir zaman. konu bensem, bu önemi vermen de gerekmezdi esasında. ne düşündüğünü, senin için ne ifade ettiğimi bilsem yeterdi. tam mesaili bir ilgi ve sevgi talep etmedim hiç. bu ailede en çok aza kanaat etmeyi öğrendim, çünkü her şey çok azdı. iletişim, sevgi, ilgi, destek, dürüstlük. hepsi çok azdı. hissettirmen yeterdi sadece. ama güçsüzdün. hatalar yaptın, yalanlar söyledin, sözlerini tutmadın, bağımlılıklarının kölesi oldun; her defasında affedildin. ama affedilme duygusunu bile kaldıramayacak kadar güçsüzdün. içten içe biliyordun bu toleransı, bu çabayı hak etmediğini. lakin gecenin bir körü gelmeye ancak tenezzül ettiğin evinde hep affediliyordun. anahtar deliğini bulamayacak kadar sarhoş olduğun gecelerde, bölünmüş uykusunu sorun etmeden kalkıp sana o kapıyı açacak birileri vardı. önceden hiç anlam veremezdim neden bunlar karşısında huzurlu hissetmediğine. "hoş geldin, üşüdün mü, battaniyeyi vereyim" diye açıyordum mesela sana kapıyı. hatta bir kere sana bir not bile yazmıştım. yanlış anımsamıyorsam şöyle bir şeydi:

    "baba, uyanık kalmaya çalıştım ama çok yorgunum. birazdan yatacağım. ama sana yemek yaptım. dolapta köfte ve makarna var, ve de pudingle portakal suyu. ben sıktım. umarım seversin. iyi geceler."

    sen de bu kağıdın altına beni sevdiğine dair bir şeyler yazmıştın. el yazının bozukluğundan yine sentetik bir sarhoşluk içinde olduğun belliydi ama sorun etmedim, senin tarafından seviliyordum. o kağıdı çok gizli bir yere sakladım. fakat ertesi gün uykumdan, senin bağırtılarınla uyandım. annemin üstüne yürüyor ve yarı açık bilincinle, asıl sana sorulması gereken hesabı ona soruyordun. o kağıt da, o sevgi de birden tüm albenisini ve gerçekçiliğini kaybetti. kağıdı sakladım bir süre, ama taşınma esnasında kaybolup gitmiş.

    herkes telafiyi sever, herkes kefaret ister diye düşünüyordum o zamanlar. affedilmenin ne kadar ıstıraplı olabileceğini bilmiyordum. düşünsene, hatalısın, ama birileri hala seni önemsiyor. bağırıyorsun, ama birileri hala sana fısıldayabilecek sakinliği ve olgunluğu sunabiliyor. nefret saçıyorsun, ama seviliyorsun karşılığında. kızalım, bağıralım, küfredelim, içelim, sataşalım, bize yaşattığını sana yaşatalım istiyormuşsun meğer. çünkü bu senin ana dilin. bir başka şekilde iletişim kurmayı bilmiyorsun, bir başka dili anlayamıyorsun. buna rağmen bunun aslında hak etmediğin bir dil olduğunun farkındasın. bu sana bir işkence gibi geliyor.

    senin gibi olmaktan korktum. kaba kuvveti güç bellemekten ve sonunda hep güçsüz, aciz, yorgun düşen figür olmaktan korktum. güçsüz olmamalıydım. ve güçlü olmak uğrunda her şeyi yapmalıydım. alkole, öfkeye, insanlara olan düşkünlükler, muhtaçlık ve bağımlılıklar bir insanı güçsüz yapıyordu senden gördüğüm kadarıyla. "kimseye ihtiyacım yok benim" diye diye dolaştım. kimseye muhtaç değildim hayatta kalmak için evet, ama bir insan gibi yaşamak için birilerine, onların sevgilerine ve desteklerine, hatta bazen sadece varlıklarına ihtiyacım vardı aslında deli gibi. ama hayır, bunu ifade etmek bir güçsüzlük belirtisi(!) dolayısıyla, sanki çok matah bir şeymiş gibi, hep kimseye ihtiyacım olmadığını yansıtmaya çalıştım. ihtiyacım olan insanlara bile. kendisine muhtaç olunmadan, sırf kendisi olduğu için istenmek bir insanın gururunu okşayabilir; ama hiç ihtiyaç duyulmamak da insana önemsiz ve gelip geçici bir hevesmiş gibi hissettirebilir -üstelik benim bakışımla çok önemli ve kalıcı olan, olmasını arzuladığım insanı bu hisle baş başa bıraktığımı düşünüyorum- ikisi arasındaki dengeyi kuramadım ben. bana miras bıraktığın güç takıntısı beni kör etti çünkü. senin gibi olmayayım derken, hiç olmak istemediğim bir insana dönüşmüşüm. değer görmeyi ne kadar istemişsem, verdiğim değeri o kadar ulaştıramamışım insanlara. bilhassa bir insana. üstelik bunu hissettirebildiğim sanısına kapılmış vaziyetteymişim uzunca süredir.


    güç mevzusunu bir kenara bırakıp, haklılığa gelelim. sesimi yükseltmemek, şiddet uygulamamak, sadakatli olmak, yalan söylememek, iyi niyetlerle hareket etmek, ince düşünmek haklı olmaya yeter sanıyormuşum. yetmiyormuş. o kadar çok şeyi görememişim, tüm bunlara o kadar çok geç kalmışım ki. inanamazsın. seni inandıramam, zira ben bile inanamıyorum neredeyse. haksız bir konumda olmanın bir insana ne hissettirebileceğini senden biliyorum. o konuma geçmemek için ölümüne çabalayabilirmişim. ve bu çaba ısrarım, hatta belki de hırsım; haksız, yetersiz, düşüncesiz, hatalı olduğum her şeye karşı kör etmiş beni. görmediğim bir şeyi nasıl düzelteyim ki? düzeltemedim haliyle. düzeltmek için bir şansım daha olmasını diliyorum sadece, bir hak daha verilmesini istiyorum. zira tüm haklarımı tükettim.


    ilgi görmek! bu gayet kısa ve acısız olmalı; yara bandı çeker gibi. ne senden, ne annemden, ne diğerlerinden ilgi gördüm ben. sevilmedim diyemem, sevildim, çok hem de, biliyorum. ama ilgi yoktu. bizi tanıyan hiç kimse bunu inkar edemez. etrafımda birileri varken yalnız hissetmemle kötü hissetmem bir noktada çakışmış bir gün; ve istemsizce perçinlenmişler. yani eğer ben biriyle birlikteysem, etrafımda, yanımda, karşımda, içimde biri varsa, yalnız hissetmemeliyim, yalnız bırakılmamalıyım. türü ne olursa olsun bir birliktelik içindeysem; ama buna rağmen yalnız hissediyorsam, bu benim için felaket olur diyormuşum içimden. beni o kadar çok yalnız bırakmışsın ki, insanların her zaman yanımda olmayışı, olamayaşı sanki beni yalnız bırakmışlar ve bunu isteyerek yapıyorlarmış gibi bir algı yerleştirmiş zihnime. bu olmaz olasıca algı yüzünden en çok değer verdiğim, en çok değer gördüğüm insanları suçladım ben baba. beni mutlu edemiyorlarmış, bana yetemiyorlarmış gibi hissetmelerine sebep oldum. işin aslını anlatamadım. çünkü fark edemedim bile. fark etmem için bu acıyı yaşamam gerekiyormuş dediğim gibi. ve dibine kadar yaşıyorum inan. hem de günlerdir, haftalardır.


    üç ay evvel hiç girmek istemediğim bir cehenneme girdim. bu kadar, öldürülürcesine sevildiğim insanların evi için böyle demem belki de vefasızca, bilmiyorum, ama ben işkence çektim. saçlarım döküldü, kambur oturdum, yemek yiyemedim, diken üstünde uykular çektim, içime içime ağladım, çeşitli şekillerde kendimi yaraladım, sonra bunun için kendime kızdım. kilometrelerce öteden bir sarılış bekledim, istediğim bana verildi, ama ben hiç vermedim, veremedim. kendisinden ve yaşadığı hayattan sürekli şikayet ederken, gürültüsüyle bir başkasının sesini bastıran bir bencilliğin kurbanı oldum. buna rağmen bunca zaman tolere edildim ve sevildim. gösteremesem de, içten bir şekilde, kuvvetlice sevdim. ama çok yorgun ve öfkeliydim. bilhassa sana. bana, boşanırken yanına gelmeye bile tenezzül etmediğin annemi göz ardı ederek, ve hiç tanımadığım, belki, yüksek ihtimal senin de tanımadığın bir kadını, onunla, annemle boşanmandan tam altı gün sonra evleneceğin kadar kadrajına alarak "hayatı düzene sokmam gerekiyordu" dedin. benimki hayat değil miydi baba? anneminki hayat değil miydi? biz de düzene ihtiyaç duymuyor muyuz, hak etmiyor muyuz sence? düzen kuramıyorum, çünkü her şeyi kırdım, geri kalan her şey de kırıldı. en yakınımda olmasını istediğim
    insanı bilinçsizce uzaklaştırdım. yetmezmiş gibi, bir de uzaklaştığı için öfkelendim. dinlenilmedim, çünkü zamanında dinlemeyi becerememiştim. ve tüm bombalar aynı anda, üst üste kucağımda patladı. kimse de yoktu. ne hissetmeliyim? sana "senin hiçbir suçun yok" desem, rahat eder misin? geceleri uyuyabilmene yardımcı olur mu bu? seni suçlayamıyorum bile. çünkü benim sorumluluğumdaydı her şey. bana bırakılan hasarları insanlara yansıtmamak benim elimdeydi. sen bir bahane ya da mazeret değilsin. ben izin vermem buna. parmaklar sana çevrilmesin diye değil; kendi sorumluluklarımdan kaçmamak için vermem. yıkamam sana hiçbir şeyi. sana da yıkılan çok şey var, biliyorum. ne kadar geriye gidersem gideyim, kimi işaret edersem edeyim, her birinin mağduriyeti var, hiçbiri tam olarak sorumlu tutulamaz olanlardan, olacak olanlardan. lakin beni çok yordun, çok ağlattın. yalnız bıraktın. en kötüsü, kendimden uzaklaştırdın, beni bana yabancılaştırdın. bana bıraktığın güvensizlik, korkular ve kompleksler yüzünden yorgun düştüm, göremedim, hata yaptım. ve fark edemedim bunları. fark etmem için hayatımdaki en büyük acıyı yaşamam gerekiyormuş, yaşadım, fark ettim. umarım tedavi etmeye hazır olan ellerime müsaade edilir iyileştirmem için kırılan tüm her şeyi. bunu umuyorum, bunu bekliyorum.

    çevremdeki hemen herkes senden nefret ettiğimi sanıyor; bu sanıya sen de ortaksın. halbuki nefret etmiyorum. yalan söyleyemem, etmeyi dilediğim günler oldu. çok fazla hem de. edebilirdim de. yaşadığım ya da yaşayamadığım çoğu şey; nefret edebilme kabiliyetimi aktifleştirmiş, küçük bir itme kuvvetimle de bunu etrafa saçabileceğim yetkiyi vermişti. seçmedim. bu duyguyu ne sana, ne de kendi ellerime bulaştırmaya niyetim var. nefretten daha güçlü ama daha derli toplu, daha sessiz ve kendi halinde bir silah var hem, adı da kayıtsızlık. sana hep bunu kullandım. kullanıyordum. lakin öyle hamlelerde bulundun ki geçtiğimiz günlerde; deli gibi öfkelendim. sessizlik sakinlik devri kapanmıştı; karşıma geçtiğin anda kıyım çıkarmak istiyordum. yıllarca sustuğum her şeyi deli gibi bağırmak, üstüne yürümek, hatta boğazına yapışmak istiyordum. bu gözü dönmüş öfke tasarılarını doğuran hayal kırıklığının, hayatına devam etmek adına yeni bir sayfa açmış olduğun gerçeği olduğunu sanıyorsun. evvelinde dedim sana, sebep bu değil. hatta senin istediğin hayatı yaşamana engel olan herkesin, her şeyin karşısında ben dururum dedim. yeter ki buna doğru bir zamanda atıl. bunu dememin üzerinden bir hafta geçmeden, yeni bir evlilik cüzdanıyla dönmüşsün evine. ki bunu da yeni eşinden öğrendim, teşekkürlerimi sunuyorum bana haber verdiği için. minnettarım. olay bu da değil aslında biliyor musun; tüm bu terk etme, boşanma, yeniden evlenme, kaçma, korkma, aldatma, yalan söyleme furyası değil. tüm bunlar tetikleyiciydi sadece. yıllar boyunca en ufak köşesine dek benzine buladığın kişiliğimin üzerine yakılmış bir kibritti tüm bunlar. benim öfkem yeni hayat düzenine, çok iyi tanıdığım bir kadını terk etmene, hiç tanımadığım bir kadınla yeniden başlamana ya da bizzat ona değil. benim öfkem beni hiç istemediğim birine dönüştürmene. bu dönüşümün farkına bile varmayacak kadar kör etmene. insanlardan, düşüncelerden, duygulardan, hatalardan, ayrılıklardan, birleşmelerden, bağışlamaktan, bağışlanmaktan korkmama sebep olmana. tüm bu saplantılara, inkarlardan beslenen zorlantılarla karşı koymama; en nihayetinde de hepsinin kucağımda patlamasına davetiye çıkarmana. bir insan tarafından koşulsuzca sevilmenin ne demek olduğunu bana hiçbir zaman göstermemiş olmana. çünkü koşulsuzca sevildim ben senden çok sonra; ama bunu algılayamadım. çünkü sende hiç tatmamıştım. güven duygumu öylesine köreltmiş ve bastırmışsın ki; insanlara güvendiğimi sanırken aslında sadece kendime güvenmişim. hepsinin bir noktadan sonra sana evrilmesinden; senin söylediğin yalanları söyleyebilecekleri, senin anneme yaşattıklarını bana yaşatabilecekleri ihtimallerinden, senin umursamazlığını ve ilgisizliğini takınmalarından; beni aldatmalarından veya yalnız bırakmalarından öylesine korkuyormuşum ki; ilk defa kendim dışında birine, bunu gerçekten hak eden birine tam manasıyla güvendiğimde, akabinde her şeyi yıprattım. güvenmenin ve güvenilmenin sorumlulukları ve endişeleri tamamen ortadan kaldırmadığını bilmiyordum mesela. bunun, çabalamayı kesmek için bir mazeret olmadığını, aksine, elden geldikçe beslemenin gerektiğini bilmiyordum. güven duygusunun yalnızca "rahat etmek" olduğunu sanıyordum. o rahatlığa alıştıkça karşımdaki insanı ihmal edebileceğimi, hatalı bir şekilde kendimi asılsız bir güvence altında ve "vazgeçilmez" hissedebileceğimi, bu hissin verdiği genişlikle her zaman daha fazlasını almak isteyebileceğimi ve buna hakkım olduğunda direteceğimi, ama bir yerden sonra vermeyi beceremeyecek kadar bencil ve öfkeli olabileceğimi bilmiyordum. haklı gerekçelerimin birer mazeret olamayacağını da bilmiyordum mesela. hepsini tek başımayken öğrenmek durumunda kaldım. ve geç de kaldım. ama bırakmayacağım. senin yaptığını yapmayacağım. şu an sanki müthiş bir hızda benden uzaklaşmaya başlayan bir halatı son anda yakalamış ve ona tutunmuş vaziyetteyim. beklediğim süre boyunca sürükleniyorum, zira sonunu bilmiyorum, ama bırakmayacağım. bırakamam. ellerim parçalandı, dirseklerim sıyrıldı, dizlerim patladı. ama sıkı sıkı tutunuyorum hala. sevdiğin ve inandığın bir şey ya da birisi için mücadele etmek ve hırpalanmayı göze almak ne demek; neyse ki bunu biliyorum. neyse ki bunun için sana ihtiyacım yoktu. öbür türlü pes etmiştim çoktan. hatta denememiştim bile. bende açtığın yaraların, bana bıraktığın hasarların, içime işlediğin korkuların ve takıntıların hayatımı, hayatımdaki adamı incitmesine müsaade etmeyeceğim artık. belki de aile ağacımızda, kendisinden önceki neslin hatalarını ve kıyımlarını durdurabilecek ilk kişi ben olacağım. gurur duyabileceğin en büyük başarım olurdu herhalde; ama ne kadarını fark edebilirsin, ne kadarına tanık olursun bilemiyorum. işin aslı, hayatımda olmanı istemiyorum. bilhassa bu döneminde. bir enkazı toplamaya çalışıyorum, bir hastalıkla boğuşuyorum. grip ya da mide üşütmesi olmayan bir hastalıkla. fazlaca zorlanıyorum, korkmuyor da değilim ama kendimi sakinleştirebiliyorum. yalnızca, tek başıma olmak biraz zorluyor. hala yanımda olan ve desteklerini esirgemeyen üç dostum benden kilometrelerce uzakta. yakındakiler ise bana çok uzaklar. bir şey beklemiyorum artık onlardan da. talep etmiyorum, ummuyorum. üzüldüm sadece. ama toparlanacağım ve düzeleceğim. kendim için. bilhassa, biri için. bu süreçte bana ilgili pozlarında olmaya çalışan ama içlerinde en ufak bir samimiyet göremediğim, birbirinin aynısı olan mesajlarla ulaşmaya çalışıyorsun. "nasılsın?", "müsait misin kızım?", "neredesin?", "paran var mı?". yapma. midemi bulandırıyor. hatta bir gün öyle çok bulandırdı ki, kendimi zorlayarak yemeyi başardığım yemeği olduğu gibi çıkardım hakikaten. işin aslı şu ki, nasıl olduğumu bilmeye korkuyorsun. ama ilgisiz bir baba konumuna düşmemek için, formalite gereği soruyorsun. müsait olduğumu bildiğin halde doğrulama ihtiyacı hissediyorsun. ve bir kez ulaşamadığında, bir daha günlerce denemiyorsun bile. nerede olduğumu soruyorsun. işin saçma tarafı, nerede yaşadığımı biliyorsun. ama bir defa bile gelip kapıyı çalmadın. elbette bunu yapmanı istemiyorum çok uzun zamandır; ama iddia ettiğin kadar endişe ve merak içinde bir babaysan, şimdiye buradaydın çoktan. benim gelmeni istemememe dair söylemlerim önemini yitirirdi, çünkü yanımda olmana ihtiyaç duyduğum zamanlar yaşadığımı biliyordun. her ne kadar istemesem de. hatta bundan tiksinsem de. ama evde yalnızca ben varım. çünkü merakın ve endişen bir defa bile utancına ve korkuna baskın gelemedi. o yüzden, bana bu iki yüzlülüğü sergileme ne olursun. tam beklentimi kesmişken, tam çıkarmışken seni; o çembere isteksizce ama gerekli olduğu için, öyle düşündüğün kendini sokmaya çalışma. gerekli değil. artık değil. birkaç yıl evvel öyleydi belki. artık istesen de yapabileceğin bir şey yok. anneme de dedim. anlam verememişti bu denli yalnız kalmama. "alış artık anne. ben alışmaya çalışıyorum, hala beceremedim, hala canım yanıyor ama ne olursun bari sen alış." dedim. ağlamaya başladı birden. beklemiyordum böyle bir çıkış. kendi gözyaşlarım durdu, onunkileri dindirmeye çalıştım. fark bu işte. aynı şeyleri sana söylesem, "tamam, takma kafana" deyip kapatırdın telefonu. annem ilgisizlik konusunda seninle yarışabilir; ama duygusuz bir insan olamaz asla. beni yalnız bırakmış olmasının ağırlığı hala omuzlarında. senin gibi silkelememiș o hissi. ağlamasına öyle çok içim yandı ki, bir de onun için ağladım saatlerce. senden isteyebileceğim tek şey o duyguydu. ayıkken ya da benim için ağladığını hiç görmedim, ağlamanı da istemem. ama o gece annemi telefonda ağlamaya iten o duyguyu bana karşı asla hissetmeyeceksin. o hissin kaynağı olabilecek bir insan, şimdiye dek elini uzatmıştı çünkü. uzatmadan duramazdı. tepkiden, kızgınlıktan, korkmaktan korkmazdı. maalesef bir korkaksın. sevdiğin bir insan olarak benim içinde bulunduğum keşmekeşe hiçbir faydan olmadığı gibi, zararının olduğunu gördüğünde ne yapacağını bilememekten korkuyorsun. sevgi işte tam da burada bir katile dönüşüyor. beni öldürüyorsun. hem varlığınla hem yokluğunla. dolayısıyla bu katliamı tamamen ortadan kaldırmak gibi bir opsiyonumuz yok. sadece hafifletmeni istiyorum. seni en çok unutmak istediğim zamanda, samimiyetsizce karşıma çıkma istiyorum. desteğine ihtiyaç duyduğumda, sakince yanıma yanaş istiyorum. ama ikisini de yapamıyorsun. ben de ne yapacağımı bilmiyorum.

    kötü biri değilsin. kasti bir zarar vermedin bana, görüyorum. senden nefret etmiyorum. öfkeleniyorum, üzülüyorum, yabancılaşıyorum ama nefret etmiyorum. benim hakkımda tek bir şey bilme hakkın olsa, senden nefret etmediğimi bilmeni isterdim. çünkü bu doğru. tıpkı birbirimize olan sevgimizin birbirimize ulaşmasını sağlayabilecek hiçbir köprünün olmayışı gibi. hepsini ister istemez yaktık. yeniden inşa edemem, hele ki tek başıma. sen de pek hevesli değilsin. yorma kendini. ben bir yolunu bulurum, buluyorum. hatırımda kalana göre; bir tanrı inancın vardı. senden isteyebileceğim tek şey, kırdıklarımı ve bende kırılanları onarmam için gerekli gücü toplayabilmem adına, benim için dua etmen. ben inançlı bir insan değilim, daha doğrusu inancım bu yönde değil. dolayısıyla bu ritüeli gerçekleştirecek bir konumda değilim, bazen keşke olabilseydim diyorum. bir bedel ödemeden kuvvet ve sabır dilemek güzel olmalı. fakat bu riyakarlığı yapamıyorum. inancım konusunda net bir çıkarıma varmamışken birkaç defa dua etmeyi denedim; ama işin aslı, sanki duvarlara konuşuyordum. içimde hiç manevi bir ferahlama ya da inancın sunduğu mükafatın konforu yoktu. rol yapıyor gibiydim, üzerimde yapıştırma duruyordu. ben de bıraktım. ama inanan insanların inançlarına imreniyorum; ve garip bir şekilde, bir yaratıcıya değil de, ona inanç gösteren insanların inançlarına inanıyorum. bu yüzden dua et. kabul görür müsün bilmiyorum, ama dene. ben deneyeceğim.

    her neredeysen, her kiminleysen ve her ne yapıyorsan umarım huzurlusundur. umarım bu gece rahat uyuyabilirsin. umarım benim de rahat uyuyabileceğim geceler yakındadır. sabırlıyım, sakinim, umutluyum. bekliyorum yalnızca. bir şekilde, her şeyin iyileşeceğine bile inanıyorum. abartılı optimizm de, umurumda değil. düzelecek.