1. Her sabah günaydın mesajı gönderen sevgili gibi bir sitedir. ( bir yudum kitap ) kendilerinin tanımı ise; FOLX Digital'in kitap aşıkları için geliştirdiği, e-posta kutunuza her sabah 5 dakikada okuyabileceğiniz en iyi hikâye ve roman pasajlarını gönderen bir servistir. 'Her sabah bir yudum kahve, bir yudum kitap kalbe iyi gelir' fikri ile yola çıkmışlar.

    E posta adresinizle kaydoluyorsunuz, önce bir hoşgeldin pasajı ile sizi aralarına alıyorlar. Sonrasında her sabah size en fazla 5 dakika içinde okuyabileceğiniz küçük metinler gönderiyorlar. Böylece çok fazla alanlarda eserler ve yazarlar tanıyor ayrıca güne güzel başlıyorsunuz.


    Kişiye göre değişen kötülüğü: benim gibi kitaplar konusunda takıntılıysanız, merak edecek ve tamamını okumak isteyeceksiniz. Her gün bu maillerin geldiğini düşünürseniz, bu site bütçenize incir ağacı dikecek diyebiliriz.
  2. Güne başlamanın güzel yollardan biri kesinlikle biryudumkitap . çeşitli yazar ve şairlerin pasajlarını size gönderdiği gibi sizden gelenler şeklinde bir uygulamaları da var. [email protected] mail adresine okumuş olduğunuz kitapların isimlerini vererek 90 bin kişi ile o kitaplardan bir pasaj okumasını sağlayabilirsiniz.

    kaçıranlar ve yeniden okumak isteyenler için son bir haftanın pasajlarını derledim. keyifli okumalar. (*:swh)

    24 Mart 2016 - Ay Hırsızı / Sunay Akın Türkiye İş Bankası s.217-220
    23 mart 2016 - boğaziçi mehtapları / abdülhak şinasi hisar yapı kredi yayınları s.17-19
    22 mart 2016 - Korkma Ben Varım - Murat Menteş İletişim Yayınları, s92-95
    20 mart 2016 - Uzatmak ve Tutmak / Mustafa Karadavut Edebiyat Ortamı Dergisi, 29. Sayı
    21 mart 2016 - Gönül Dağı / Savaş Ş. Barkçin Erdem Yayınları, s38-40
    19 mart - Şehrin üstünden geçen bulutlar / Ahmet Muhip Dıranas
    18 mart 2016 - Çanakkale'nin on binlerce kahramanından Yüzbaşı Mehmet Tevfik Bey'in son mektubudur.
    17 mart 2016 - Tersi ve Yüzü / Albert Camus Çevirmen: Tahsin Yücel, Can Yayınları, s.41-43

    !---- spoiler ----!
    24 Mart 2016 - Ay Hırsızı / Sunay Akın Türkiye İş Bankası s.217-220

    Doğu Karadeniz Dağları'nın eteğinde kurulu Trabzon'da düz bir alan bulmak kolay değildir. Bu yüzden, teraslı evler çoğunluktaydı. Çamaşırların asıldığı, yaz akşamlarında sofraların kurulduğu teraslar, çocukların da oyun alanıydı, bir zamanlar. Trabzonlu, teraslarda giderirdi, düz bir alana duyduğu özlemi.

    Uçağı ilk kez o teraslardan birinde görmüştüm. Çamaşır asmak için terasa çıkan annem, evde tek başına kalacak yaşta olmadığım için beni de yanında götürürdü. Annem bana zaten hep "çantam" derdi.

    Uçak , ipe asılı çamaşırlar arasından bir görünüp bir kayboluyordu: babamın pantalonu, uçak... Ağabeyimin gömleği, uçak... Annemin eteği, uçak...

    Anneme uçağın nereye konacağını söylediğimde "havaalanına yavrum" yanıtını almıştım. Havaalanı! İlk kez duymuşum bu yeri... "peki anne, havaalanı nasıl bir yer?.." Annem terasımızı göstererek şu yanıtı vermişti: "işte böyle, düz bir yer..." Kıskanmıştım. Uçak başka çocukların terasına konuyordu demek!

    İlkokulda başlayıp, okumayı sökünce 100 ünlü Türk adlı kitabı okumaya başladım. kitabın sayfalarında, kollarına taktığı kanatlarla uçan bir adam görünce kararımı vermiştim, 101. ünlü olmak için ben de uçacaktım.

    Evimizin terasında tahtalarla bir uçak yapmaya koyuldum. Tuhafiye mağazası olan babam mal almak için gittiği İstanbul'dan dönünce, sandıktan geçilmezdi terasımız. O sandıkların tahtalarıyla hayatımın ilk ve tek uçağını yedi yaşında yapmaya koyuldum. Evet, uçacaktım. Hem de uzaklara, Rusya'ya kadar gidecektim. Yolda acıkacağımı düşünerek, annemin reçellerini bir dilim ekmeğe sürüyor ve uçağımın yanına koyuyordum. Her sabah, ekmeklerin böceklerle kaplandığını görünce yeni bir dilim hazırlıyordum. Çocuk yüreğimde umutsuzluğa yer yoktu, annemin reçelleri de çoktu... Hani şu "Reçel" adlı şiirimde andığım kavanozlar

    Gülemedim ki hiç
    hasta yatağının başucunda
    haberi bu yüzden yoktur
    annemin
    sol yanağındaki
    gamzeden

    komodinin üstündeki
    ilaçların sayıları arttıkça
    kutularından yaptığım
    gökdelenin uzamasına
    sevinirdim

    Ve bilmezdim
    annemin yaşantısındaki
    renkliliğinin yalnızca
    raflara dizili
    kavanozların içindeki
    reçeller olduğunu

    Benim bu çabam sonuç vermişti; bir gün babam beni aldı ve ilk kez uçağa bindirdi. Evet, uçuyordum! Ankara'ya gittik babamla, çocuk ruh doktoru Atalay Yörükoğlu'na! Zavallı annem ve babam... Uçmayı öylesine istiyor ve bu isteğimi herkese öylesine çok anlatıyordum ki sonunda beni bir doktora göstermeye karar vermişlerdi! O güzel insan, benimle saatlerce oynayan çocukluk arkadaşım Atalay Yörükoğlu şunu söylemiş babama: "bu çocuğun kanatlarını sakın kırmayın."

    Ne gariptir ki, 1984 yılında ilk şiirim yayınlandıktan sonra, ünlü şair ve eleştirmen Cemal Süreya şunları söylemişti benim için: "İlk şiirlerinden biriyle uçtu çocuk."

    Her uçak yolculuğunda tekerleği bulan insana teşekkür ediyorum. Yanlış okumadınız Hezarfen Ahmet Çelebi ya da Wright Kardeşler'e değil, " tekerleği bulana" dedim! Teknolojik devrimin harikası olan o dev kuşlar, tekerlekleri olmasa ne işe yararlar?

    Bir uçak, bilimin tüm dönemlerini gövdesinde, kanatlarını barındırır. Her kalkışta, uygarlık yolunda önemli bir gelişme olan tekerleği göğsüne basarak havalanır ve her inişte onları açarak "merhaba" der dünyaya!...

    Ellerini göğsünde çapraz tutarak dönmeye başlayan ve döndükçe kollarını kanat gibi açarak bu dünyadan havalanan bir Mevlevi de, bir uçaığn uçmak için tekerleklerini kapayıp, açmasını anımsatır bana...

    Uçağı ilk kez gördüğüm Trabzon'un, insanın uçuş tarihinde önemli bir yere sahip olduğunu bilmiyordum. Gilberto Primi'nin, 1951'de yayımlanan L'Aviation Turcue adlı kitabında, 19. yüzyılın başında, Of'un dernek Bucağı'nın Arşala Köyü'nün Ahtanos Mahallesi'nde yaşayan Veli Direko'dan söz edilir. Bilime son derece ilgili olan, şimşir ağacından saatler yapan Veli Direko'nun yakın köy olan Ahburun'da Derelioğluları'ndan Ali'nin oğlu Ahmet Hoca adlı bir arkadaşı oturmaktadır. İki köy arasındaki mesafe dağlık ve engebeli olduğundan Veli Direko, arkadaşının yanına uçarak gitmeyi düşünür. İki kafadar, yakaladıkları bir kartalın kanatlarını, gövdesini, kuyruk ölçüsünü, bedeninin oranlarını inceleyerek bir planör yaparlar. Veli Direko, köyünden havalanarak aşağıdaki Ahburun'a ulaşamasa da, 200 metre uçmayı başarır. İki arkadaş çalışmalarını ilerletseler de dönemin yetkilileri hayallerini kafese koymakta gecikmezler.

    Ne denir; bir fıkra sanılan "Kaz uçar da Laz uçmaz mı?" sözü aslında gerçekmiş!
    _________________________

    23 mart 2016 - boğaziçi mehtapları / abdülhak şinasi hisar yapı kredi yayınları s.17-19

    Mazinin Yoksullukları

    Büyük bir haksızlık olacak büyük bir yanlışlığa düşmemek için geçmiş zaman adamlarını bugünkü fikirlerimize, yani bugünkü hayat ile karışmış ve bulanmış fikirlere göre değil, kendi günlerinin fikirlerine, yani o zamanki hayat ile karışmış ve bulanmış fikirlere göre muhakeme etmeye çalışmalıyız. Geçmiş bir zamanı anlamak için bize belki ilmimizden ziyade cehlimiz yardım edebilir. Zira belki bilgiden ziyade bilgisizliğin verdiği bir sadelik lazım gelir. Eski zaman adamlarının muasırları olabilmek için devirleri hakkındaki cehlimiz kadar devrimiz hakkındaki bilgimizden kurtulmalıyız. Asıl zorluk belki öğrenilmesi lazım gelen şeylerin değil, unutulması gereken şeylerin çokluğundan gelir. Eğer bir geçmiş zaman adamı gibi duymak istersek bizi asri adamlar yapan hemen bütün bilgimizi unutmalı değil miyiz? Eski zamanın saffetine varabilmek için o bol ve servetli zamanların yoksulluklarını bilmeli ve bizim şimdi her günümüzün dokunuşunda mevcut olan ve yalnız istifade ettiğimiz birçok kolaylık ve rahatlıktan değil, hatta tattığımız birçok zevkimizden de vaktiyle nasıl mahrum olduğumuzu hatırlamalıyız.
    Hayal perdesinde elinde kocaman bir çiçek demetiyle gelip bunu karşısındaki yaşmaklı hanıma takdim etmek isteyen Rezakizade Narçın Bey'i görünce bilmem onun ne yoksulluklar içinden çıkıp ne hulyalarla geldiğini bugün layıkıyla tasavvur edebiliyor muyuz? Kim bilir, bu tesadüf onun gönlünü nasıl kamaştırmıştı! Zira kim bilir, bu tek fırsatla o, mahrum bulunduğu ne çok zevke kavuşacağını ummuştu!
    Eskiden o kadar hayal içinde yaşanırdı ki Boğaziçi'nde mehtapta saz dinlemeye çıkan beyler ve hele hanımlar da sahneye ellerinde böyle kocaman birer manevi buketle çıkmış gibi, o hayalperest kadar acemi, hisli ve mazurdular. Ömürlerini hep bu güzel su kıyılarında geçirenlerin, bir saz alemi olacağı ve birkaç saat sandallarla dolaşılacağı haberine verdikleri ehemmiyeti anlamak için onların da bu yoksulluklarını hatırlamalı ve bilmeliyiz!
    Devrin bir üstadı Recaizade Ekrem Bey, "İmkân yoğimiş çünkü telâkiye bütün gün / Göndermeliyim, almalıyım bir haber olsun!” demişti. Fakat bir haber göndermek ve almak sanki kolay mıydı? İçerenköyü'nde, Kayışdağı eteğinde oturan akrabalarımız, karlı günlerde, bize o kadar aşılmaz yerlerde kalmış ki, bir eski zaman içindeymişler gibi uzaklaşmış görünürlerdi. Hayatta olduklarından bile emin olamazdık. Seslerini duymak değil, sağlık haberlerini bir telgrafla alsak sevinirdik. Şimdi, daha bahtiyar, bir haberi sevgili bir sesten bizzat duymaya imkân buluyoruz. Odamız, şehrimizde, hatta başka şehirlerde bile, hislerimiz ve menfaatlerimizle alakalı bütün bildiklerimize bağlanmıştır. O zamanlar bizi nafile olduğunu bildiğimiz uzun yollara düşmekten koruyan, beyhudeliği yüreğimize işleyen ziyaretleri yapmaktan ve kabul etmekten kurtaran, eski zaman ellerinin besmelesiz açılmayacakları, hayır veya şer, içinden çıkacak haber bizi ya mesut, ya bedbaht edebilecek bu kutu, uzak sesleri gizlice duymak çaresi, rahatı ve zevki yoktu. Masamızın yanından ve yatağımızın içinden dostlarımızla, sevdiklerimizle konuşmayı, haber alıp vermeyi temin eden ve bizi sevdiğimizin o zaman cennet gibi yüksekte kalan iklimine gizlice bağlayan telefon yoktu.
    New York'tan gelen fox-trot'ları, Arjantin'den gelen tangoları, Küba'dan gelen rumbalarıyla cazın coşkunlukları yoktu. Günümüzün ve gecemizin katığı olan ve artık esiri bulunduğumuz, daima canlı ve cerbezeli bir çalgı, söz, haber ve şarkı kaynağının düğmesine dokunuverince fışkıran çeşmeleri ve çağlayanları yoktu. Şimdi daha alışamadığımız yabancı bir kuvvet ve şetaret diyarından gelerek günlerimizin ve gecelerimizin içinden zamanın sükûtunu yaran bir nehir gibi geçen, neşesi ve canlılığı dünyayı her tarafından sarmış olan musikînin ziyafetleri yoktu. İstersek garp neşesini, istersek şark hüznünü bize en mahrem incelikleriyle, en gösterişli tabiatlarıyla, en üstat muvaffakiyetleriyle dinleten, istersek dünyanın birbirlerini çağıran, kovalayan ve birbirlerine cevap veren bütün dağınık seslerini kucaklayarak bir ayna gibi bize aksettiren, istersek başka başka iklimlerden süzülen sesleri, dansları ve hazları el ele tutuşmuş olarak odamızın içine alan, kulaklarımıza boşaltan ve göklerde dolaşan bütün dünya çalgılarını bir büyük kaşık gibi bize sunan radyolar; bir millet ve devlet namına söylenen ve o zamanlarda kim bilir kaç gün sonra, kim bilir nasıl kısılmış olarak duyulacak nutukları hakiki bir dünya kürsüsünden söyleterek o an içinde bütün dünyaya dinlettikleri için geçen bu dakikaya, eskilerin tabiriyle, "cihanşümul" bir ehemmiyet verdiren radyolar, bu esrarlı aletler, bu gürültü muslukları, yalan büfeleri ve propaganda hazneleri yoktu.
    O zamanlarda dağınık İstanbul'un her mahallesi diğerlerine sanki hasret çekerdi ve biz İstanbul'un herhangi bir yerinde olsak başka bir semtin daüssılasını duyardık. Her nakil vasıtasından daha büyük bir yalnızlık, kolaylık ve rahatlıkla bizi ziyaretleri için vaktiyle birer gün ayırdığımız yerlere bir çift saatte götürüp getiren; hudutlarından saatlerce çıkılmaz zannettiğimiz yerleri -mesela bir ahret diyarı sandığımız ve içinde kaybolmaktan çekindiğimiz Karacaahmet'i- birkaç dakikada geçen; bizi en az zamanda şehirden en uzak kırlara götürüp tam bir yalnızlıkta dolaştıran, sevilen birisiyle beraber aynı tehlikeye girip çıkmanın, aynı uçurumun kenarından geçmenin, çabukluğun verdiği aynı gülüşlerle gülmenin, en hâkim noktalarda en geniş manzaraları seyretmenin, toprağın üstünde rüzgâr gibi uçarcasına gezinmenin tadını veren; bize vücudumuzun büyümüş, kuvvetlenmiş ve hızlanmış ve zekâmızın incelmiş, keskinleşmiş ve çoğalmış olduğunu duyuran otomobiller yoktu.
    _________________________

    22 mart 2016 - Korkma Ben Varım - Murat Menteş İletişim Yayınları, s92-95

    Sana dün Kocatepe’den bir baktım Aziz İstanbul

    Kocatepe Camii’nin avlusu öyle kalabalıktı ki, bir tek kar tanesi bile yere düşmüyordu. Cumhurbaşkanı, hükümet üyeleri, milletvekilleri, subaylar, bürokratlar, polisler; ünlü şarkıcılar, sinemacılar, yazarlar, gazeteciler ve tabii sivil halk… Namaz kılındı. Dua edildi. Minareler sordu: “Nasıl bilirdiniz?” Kubbeler haykırdı: “İyi bilirdik!” Minareler: “Hakkınızı helal ediyor ediyor musunuz?” Kubbeler: “Helal olsun!”
    Mister Spock, Dracula ve diğerlerini gözden kaybetmiştim. Peşlerine düşmedim. İz sürecek durumda değildim. Cenaze namazı sırasında, yazar Aziz İstanbul’la yan yana, omuz omuzaydık.
    Aziz İstanbul’un yaşı elli küsür, fakat uzun saçları hâlâ simsiyah. Her sabah, saç boyasını ekmeğe sürüp yiyor sanırsınız. On senedir, onun tüm hikayelerini okuyorum. Her cümlesi, her kelimesi, her harfi beni benden alıyor. En çok da Dört Ayaklı Şahitler, Uzaylı Kıyması, Aptallar İçin Yarım Akıl ve Pişmiş Tavuğun Çiğ Gölgesi adlı kitaplarını tutuyorum. Komşuyuz, yedi ay önce, evinin iki sokak arkasına taşındım. Günaşırı şereflendirdiği Kırat Kıraathanesi’ne, onu görmek için her fırsatta uğrarım. Cadı sidiği ve dedikodu kokan, bordo çuhalı masalarına iskambil papazlarının sırtüstü düştüğü, yamuk yumuk sandalyeleri kördüğüm olmuş bu salaş mekanda; Aziz İstanbul’un konuşması, kıble rüzgarı gibi gönlümün pasını pasağını siler, zihnimi dezenfekte eder, Hicaz güneşi gibi vicdanımı bronzlaştırır: “Sen Tibet’e gittin, işitmişsindir, eski bir Çin atasözü ne der? Fısıltı, haykırıştan daha inandırıcıdır.”
    Bu, bana bir başka Çin atasözünü hatırlatıyor: Kafan kesilse bile, savaş çığlığını yarım bırakma; zaferde, çığlıkların payı büyüktür. Yine de hünerli yazarın sözünü bölmüyorum.
    “Fakat atasözlerinin yarısı, diğer yarısını yalanlar. Çünkü aslında her biri yalnızca belli durumlarda geçerlidir. Edebiyat mırıltının ve naranın yerini tayin eder. Onlara ayar çeker. Eşya, kelimeler karşısında savunmasız, dirençsizdir. Zihnimizi edebiyat dekore eder. Kalbimiz ile beynimiz arasında işlek kanallar, tüneller, koridorlar açar. Ahlaki olgunluğun, vicdan hassasiyetinin, gönül ferahlığının imkanlarını; edebiyat sanatı sayesinde keşfederiz. Bir kumandanı, bir deliyi, anneyi, büyücüyü, talebeyi, avukatı, fahişeyi; korkağı, cömerdi, zavallıyı, kurnazı, dâhiyi, tembeli, salağı… kelimelerinden tanırız. Sağlam bir edebiyat donatımı, bize insanların ruhunu sezme, insanlığımıza hakim olma, sahip çıkma gücü verir. Birbirimizi hakikaten tanımamız, sahiden anlamamız, derinden kavramamız edebiyat sayesindedir. Cehaletten, zalimlikten, hoyratlıktan, çiğlikten, zayıflıktan başka nasıl sıyrılabiliriz? Edebiyat, terbiyenin namütenahi hulasasıdır. Görgünün vitaminidir, bizi telef olmaktan kurtaran şifalı iksirdir: Bizi, elimizdekinden farklı bir sonsuzluğa sevk eder. Hem ağaçları, hem ormanı görmemizi sağlar. Yaprakların bakışlarını, meyvelerin soluğunu, gövdelerin çarpıntısını duyarız. Ardı arkası kesilmeyen ibret ve hikmet patlamalarının arasında yaşadığımızı fark ederiz. Harbin, sulhun, muhabbetin, dostluğun, aşkın, nefretin, emeğin, dikkatin, tedbirin, takdirin… mânâsını öğreniriz. Mânâ ile anlam arasındaki ayrıma temas ederiz. Anlam, bizdeki karşılıktır; mânâ ise hakikatin kendisidir. Böylece, benzer şeyler arasındaki farklar ile farklı şeyler arasındaki benzerlikleri kurcalarız. Gönlümüz neye elverir, vicdanımıza ne sığar, aklımız neye erer? Edebiyat bilmeyen, soru soramaz, cevap bulamaz, problem çözemez.”
    Pür dikkat dinliyordum: “İnsan değil, beşer olarak doğarız. İnsan yavrusu, fil ya da bit yavrusundan farklı olarak, korumaya ziyadesiyle muhtaçtır. Bebekler, kültürün garantileri nispetinde himaye edilir. İnsan olmak, bir nar gibi, üzüm, incir gibi zamanla olgunlaşarak varılan bir mertebedir. Bütün sanatlar, sanat eserleri, insanlığımızın hizmetindedir. İnsan kemâle erer mi? Bu mühim bir soru. Allah bize kitap gönderdi. Bir fotoğraf albümü, bir ezgi notası, bir melodi, bir yağlıboya tablo, bir sinema filmi değil. Harfler, canlı hücrelerdir. Cahil için her şey kötü güçler tarafından korunan sırlardır. lim için sırlar, hayatın mânâsını pekiştirir. Birbirimize söz veririz. Yeminler ederiz. Zira sonsuzlukta yolumuzu ancak ahitle bulabiliriz.”
    Sözlerini, artistik jestlerle biçimlendiriyordu. “Bir millet edebiyatla yaşar. Bir ülke, önce şiirlerle, hikayelerle, kıssalar, deyimlerle kurulur. Bütün çabamız, sevgi dolu, takdir, teşekkür ifadeleriyle örülü sözler işitmek içindir. Müjdelerin taşıyıcısı kelimelerdir. Kalp atışlarımızın, nabzımızın, nefesimizin tercümeleridir edebiyat. Muhabbeti yani sevgiyi biz sohbet anlamında kullanırız. Kedilerin ağzında tek kelime: Miyav. Köpeklerin dilinde hav. Kuzular meler, tavuklar gıdaklar. Bu kelimeleri onlara biz insanlar öğrettik. Vahşi köpekler havlamazdı. Beden dili nasıl olur da dilimizden dökülen sözleri bastırır? Buna niye razı olalım? Niye şüpheli şahıs kalıbına girelim? Niye dilimiz dönmesin? Niye edebiyat varken, suçbilimcilerin şablonlarıyla yetinelim? Söyle bana Fu, biz aşkımızı kafamızı kaşıyarak, burnumuzu karıştırarak mı ifade edeceğiz? Şiirler ne olacak? Kelimeler, belki nimetler içinde en büyüğüdür. Yuvalar, devletler, hayatlar kurulur kelimelerle. Niyazi Mısri ne diyor? ‘Burhan sorardım aslıma / Aslım bana burhan imiş.’ Biz yasakları çiğneyeceğiz. Sarayların bahçesine kınsız kılıçlarla dalacağız… Köroğlu, Yunus Emre, Karacaoğlan… Şairler, yazarlar bizim gerçek büyüklerimizdir…”
    Cenaze arabaları, naaşları mezarlığa selametle ulaştırdı. Omuzlanan tabutlar, insan selinin üzerinde yalpalayarak ilerliyor. Bir ara Mister Spock’la aynı tabut altında buluşuyoruz. Gözleri, tokuşan bardaklar gibi taşmış, çatlak, çın çın ötüyor. Öndeki tabuta geçiyorum. Aziz İstanbul yanımda. Kısık sesle “Teslimiyette, iradenin forsunu aşan bir imkan vardır” diyor. İyi ama, bu Kâdiriyye Şeyhi Dalyan Efendi’nin sözüydü? Yoksa, taşıdığımız ceset sandığında Dalyan Efendi mi var? Bana bir son dakika uyarısında mı bulunuyor?
    Aziz İstanbul’a dikkatle bakıyorum. Tabutun altından üzüntüyle bükülmüş ağzı görünüyor: “Ne dedin?”
    “Hiç!”
    “Fuat, bir şey mi söyledin?”
    “Hayır, Aziz Ağabey, ben ağzımı bile açmadım?
    Kulağımı tabuta dayıyorum. Dalyan Efendi’nin eklemek istediği bir şey yok anlaşılan.
    Mezarlığın veda mektubu gibi kısa patikalarından, ölümün özenle hazırlanmış tek kişilik yataklarına varıyoruz.
    _________________________

    21 mart 2016 - Gönül Dağı / Savaş Ş. Barkçin Erdem Yayınları, s38-40

    Tüm canların hak olduğun bilmese
    Hakk’ın aşkı yüreğine dolmasa
    O güzel camâle âşık olmasa
    Kul garibim bu sazını çalmazdı

    Neşet’in sanatçılardan ayrıldığı nokta burasıdır.
    Onun için saz da söz de ancak Yaradan’ın gönle verdiği aşk ile anlam kazanır.
    “İnsanda aşk yoksa sazı eline almasın!” der Neşet.
    Aşk herkeste var ama kimliğini, fotoğrafını gören aşkı bilir.” der.
    Onun sazı bir gönül hızmatçısıdır. Gönle hitap eder, ona hizmet eder.
    Kendine “usta” diyene, Neşet Ertaş şöyle der:
    Estağfurullah, usta Allah’tır. Ben yaratıldım…
    Kendi sesini, sazını taklit edenlere, “Gölgeye girenin gölgesi olmaz.” der. Kimisi onun türküsünü alıp kendisine mal eder. Ona bile gönül koymaz. “Bari doğru çalsalar… Akıllarını saz çalmaya vermişler, türkülerin sözlerini unutuyorlar…” der.
    Zaten o şiir “bestelemek” tabirini kullanmaz, “havalandırmak” der, bir şiire, bir söze “hava katmak, hava vermek” anlamında… Beste de budur gerçekte.
    Havalandırmak, sanki bir nesneyi alıp onu göklere yükseltmek gibi… Zaten halk müziğimizdeki “hava” türleri de bu anlamdadır; uzun hava, kırık hava, oyun havası gibi…
    Küçük yaşta şiir yazmaya başlayan Neşet, eskiden pazarlarda satılan saman kağıda basılmış ve teksirle çoğaltılmış şiirleri, destanları alır, onları havalandırır:
    Hava kolay meydana gelen bir şey değildir. Bir müzik havasını meydana getirmek bir ana gibi yoğurmak, ana gibi meydana getirmektir.
    Bugün bizim “sanatçı” dediğimiz zaman anladığımız gibi birilerine hoş görünmek, alkış almak için müzik yapmak değildir âşıklık. İlham olmadan varmış gibi yapılmaz. Bir anlamda “aşk taklidi” yapılmaz. Aşk ya verilmiştir ya da verilmemiştir.
    Bu yüzden Neşet, yazdığı pek çok şiiri olgunluk yaşlarında imha etmiştir.
    Neşet’in türkü söyleyişi de aynı sebepten bambaşkadır. O türkü söylemez, türküyü yaşar… O eline sazı aldığı zaman kendinden geçer. Çünkü o türkünün, bozlağın, mayanın âlemine girmeden girmiş gibi yapılmaz. Çünkü müzik aşkın eseridir. Aşk ile yapılmazsa kıymeti kalmaz:
    Aşk öyle hemen akarsu değildir. Ne kadar biriktiyse yüreğinde o kadarını harcarsın…
    Aşk ile çalıp söyleyenlerin bir söyledikleri de diğerine uymaz. Çünkü müzik hâl işidir, halet-i ruhiye işidir. Aynı havayı, nağmeyi, duyguyu bir robot gibi tekrar edemezler. Onlar aşkın, gönlün esiridirler. Sadece bir işaret olan notanın değil…
    O yüzden Neşet Usta aynı eseri başka bir zamanda, başka yerde bire bir söylemez. O andaki duygusuna göre neredeyse tekrar besteler eserini.
    Nitekim bir sohbetinde şöyle söyler:
    Bana çaldığını bir daha çal deseler, aynı çalamıyorum. Çaldığım andaki duygularla şu andaki duygular değişiyor.
    Saz bu işte bir aracıdır. Nasıl en ustanın çaldığı bir saz gönle yetişemezse, en usta işi şiir de gönlü tam olarak dillendiremez.
    Neşet, o yüzden sazına perdeler eklemiştir ki duygularını daha iyi ifade edebilsin:
    Ben perdeleri neden fazla bağladım? Duygusal çalıyorum da ondan. Ben nota bilmem, içimden geldiği gibi çalıp söylüyorum.
    Nice nota bilenlerin aksine, Neşet’in saz çalan parmağı gönlüne bağlıdır. Bir sözü onu özetler: Sanat, samimiyettir.
    Aşıkların, aşktan mahrum pek çok “sanatçı”dan farkı budur. Hissetmeden, duymadan, içine doğmadan söylemezler.
    Sazı hızlı çalmaya çalışanlara, “ağır ol” der, çünkü duygu aceleye gelmez.
    Bir sohbette onun hüzünlü bir türküsünü dinleyen birisi sorar:
    Ustam, sanki bunu yaşamışsın da ondan söylemişsin…
    Neşet’in cevabı çarpıcıdır:
    Elbette efendim. Biz bir türküyü ya kendimiz yaşadığımız için ya da başkasının yerine kendimizi koyarak söylerik. Ben de bir gün düğünde çalarken bir kadının kenarda ağladığını gördüm. Hep ağlıyordu. Bir ara yanına gittim. Bacım ne oldu, niye böyle ağlıyorsun diye sordum. O da bana, ben türkü çığırdıkça aklına gurbette olan kocası geldiği için ağladığını söyledi. Ben de o gece uyuyamadım, o kadının acısını böyle anlattım.
    Başka bir hikâye… 13-14 yaşlarındadır Neşet. Bir gün çalıp söylemek için gittikleri bir düğünde onu evin bir odasına götürürler. Gerisini Ertaş anlatsın:
    Baktım bir kadın, bir de genç bir çocuk… Hasta yatıyor. Ben geri çıkacak oldum, kâhya, “Yok, burada çalacaksınız…” dedi. Veremmiş o genç çocuk. Üzüldüm tabi. Neyse çaldık, çığırdık ama etkilendim tabii. Ondan sonra fasıllar bitti. Sabaha yakın bir saatte geldik yatmaya diye. Ben o etkide oturdum, aldım elime kalemi, “Anam ağlar başucumda oturur”u yazdım.
    _________________________

    20 mart 2016 - Uzatmak ve Tutmak / Mustafa Karadavut Edebiyat Ortamı Dergisi, 29. Sayı

    Çocukken babamın serçe parmağını tutardım. Dışarı çıktığımızda, babam serçe parmağını uzatırdı; ben de hemen küçücük elimle sarılırdım uzatılan bu parmağa. Bazen sağ elinin serçe parmağını uzatırdı bazen de sol elinin serçe parmağını. Bir farkı yoktu benim için, babamın tercihini kavrayamayacak kadar da küçüktüm. Hangisi uzatılırsa uzatılsın ben aynı heyecanı yaşardım.
    Babam elimden tutmazdı, ben onun serçe parmağını tutardım. Babamın bu parmağı benim minicik elimi doldururdu. Benim ellerim için oldukça iriydi. Ellerim için en uygunuydu. Babama, yani hayata bir serçe parmağından tutunurdum. Dedim ya babam tutmazdı, ben sarılırdım. Belki de küçücük aklım yanılıyordu. Babam serçe parmağıyla beni sarıyordu. Babam serçe parmağını uzattığı zaman, yüreğim bir serçe gibi pır pır ederdi. Ben bir serçe oluverirdim; babamın parmağı bir menzil, bir ağaç dalı oluverirdi anlayacağınız.
    Ama annem elimden tutardı, elini uzatmazdı, elimi tutardı hem de sımsıkı. -anneler bir serçe kadar tedirgin mi oluyor- Yalan yok bu beni biraz rahatsız ederdi. Elim acır ve terlerdi. Fakat bu annemin umurunda değildi. Çünkü acı duyduğumu annem nereden anlayabilirdi ki? Ama elimin terlediğini hissedebilirdi herhâlde. Dedim ya babam serçe parmağını uzatırdı, annem elimden tutardı. Uzatmak ve tutmak, tutmak ve uzatmak.
    Ha bir de babam benim küçücük adımlarımı hesaplayarak yürürdü. Babamla kilometrelerce yürüsem yorulmazdım. Annem sanki beni sürüklerdi. Kendisi gibi adım atamayacağımı kestiremiyor muydu ki? Belki de annemin sokaktaki acemiliğindendi.
    Demek ki derdim; baba yüreği uzat, ana yüreği tut diyor. Hep düşünmüşümdür; serçe parmağı mı hassastır, el mi? Tabii şunu da hesaba katmak lâzım gelir: Parmak babanın, el annenin.
    _________________________

    19 mart - Şehrin üstünden geçen bulutlar / Ahmet Muhip Dıranas

    Bakıp imreniyorum akınına
    Şehrin üstünden geçen bulutların.
    Belki gidiyorlardır yakınına
    Rüyamızı kuşatan hudutların.

    Evler, ağaaçlar, sular , ben ve bu an
    Sanki bulutlarla bir, akıyoruz;
    Onların hevesine uyaraktan
    Cenup ufuklarına bakıyoruz.

    Biz de hafif olsaydık bir rüzgârdan,
    Yer alsaydık şu bulutk kervanında,
    Güzel'e ve Yeni'ye doğru koşan
    Bu sonrasız gidişin bir yanında;

    Dağlara, denizlere, ovalara
    Uzansaydık yağarak iplik iplik
    Tohumları susamış tarlalara
    Bahar, gölge ve yağmur götürseydik

    Bakıp imreniyorum akınına
    Şehrin üstünden uçan bulutların.
    Gidiyor, gidiyorlar yakınına
    Rüyamızı kuşatan hudutların
    _________________________

    18 mart 2016 - Çanakkale'nin on binlerce kahramanından Yüzbaşı Mehmet Tevfik Bey'in son mektubudur.

    Yüzbaşı Mehmet Tevfik Bey'in Mektubu
    31 Mayıs 1915

    Sebeb-i hayatım, feyz-i velinimetlerim. Sevgili peder validem babacığım, valideciğim.

    Arıburnu'nda ilk girdiğim müthiş muharebede sağ yanımdan ve pantolonumdan kurşun geçti, hamdolsun kurtuldum. FAkat bundan sonra gireceğim muharebelerden kurtulacağıma ümidim olmadığından bir hatıra olmak üzere şu yazılarımı yazıyorum. Hamdüsenalar olsun Cenâb-ı Hakk'a ki beni bu rütbeye kadar eriştirdi. Yine mukadderat-ı ilahiye olarak beni asker yaptı. Siz de ebeveynim olmak dolayısıyla beni vatan ve millete hizmet etmek için ne suretle yetiştirmek mümkün ise öylece yetiştirdiniz. Sebeb-i feyz-i rıfatım ve hayatım oldunuz. Cenâb-ı Hakk'a ve sizlere çok teşekkürler ederim.

    Sevgili peder ve valideciğim; gözbebeğim olan zevcem Münevver ve oğlum Nezih'ciğimi evvela Cenâb-ı Hakk'ın, sonra sizin himayenize emanet ediyorum. Onlar hakkında ne mümkün ise lütfenyapınız. Oğlumun tâlim ve terbiyesine siz de refikamla birlikte lütfen gayret ediniz.

    Servetimizin olmadığı mâlumdur. Mümkün olandan başka bir şey isteyemem, istesem de pek beyhudedir. Refikama hitaben yazdığım kapalı mektubu lütfen kendi eline veriniz. FAkat çok müteessir olacaktır, o teessürü azaltacak şekilde veriniz. ağlayacak, üzülecek tabii; teselli ediniz.

    Sevgili peder ve valideceğim, belki bilmeyerek size karşı birçok kusurda bulunmuşumdur, beni affediniz. Ruhumu şâd ediniz.

    Sevgili hemşirem Lütfiye'ciğim, bilirsiniz ki sizi çok severdim. Sizin için ve sa'yimin yettiği nisbete ne yapmak lazımsa yapma isterdim. Belki size karşı da kusur etmişimdir, beni affediniz. İlahi mukadderat böyle imiş. Hakkınızı helal edin. Ruhumu şâd edin.

    Ey akraba ve dostlar ve sevenlerim, cümlenize elvada. Cümleniz hakkınızı helal ediniz. Benim tarafımdan cümlenize hakkım helal olsun. Elvada, cümlenizi Cenab-ı Hakk'a tevdi ve emanet ediyorum. Ebediyen Allah'a ısmarladım.

    Oğlunuz Mehmet Tevfik.
    _________________________

    17 mart 2016 - Tersi ve Yüzü / Albert Camus Çevirmen: Tahsin Yücel, Can Yayınları, s.41-43

    Yaz akşamları, işçiler balkonda otururlar. Onun evinde, küçücük bir pencereden başka bir şey yoktur. Bu yüzden evin önüne iskemleler indirilir, akşamın tadı böyle çıkarılırdı. Sokak vardı, yanda dondurmacılar, karşıda kahveler ve kapıdan kapıya koşan çocukların gürültüsü. Ama, her şeyden önce, büyük incir ağaçları arasında, gök vardı. Yoksullukta bir yalnızlık vardır, ama her nesneye değerini veren bir yalnızlık. Zenginliğin belirli bir noktasında, gökyüzü de, yıldızlarla dolu gece de doğal varlıklar gibi görünür. Ama basamakların dibinde, gök tüm anlamını yeniden kazanır: paha biçilmez bir Tanrı armağanı. Yaz geceleri, içlerinde yıldızlar hışırdayan gizlemler! Çocuğun ardında, pis pis kokan bir kokan bir koridor vardı, patlamış küçük iskemlesi de altında bir çökerdi. Ama gözleri yukarıda, dudakları değe değe geceyi içerdi. Bazı bazı bir tramvay geçerdi, kocaman, hızlı. Sonra bir sarhoş şarkı söylerdi, gene de bulandıramazdı sessizliği.
    Çocuğun annesi de sessiz sessiz oturuyordu. Kimi durumlarda, bir soru sorarlardı kendisine: “Ne düşünüyorsun?” “Hiç,” diye yanıtlardı. Bu da doğruydu. Her şey ortada, öyleyse hiç. Yaşamı, çıkarları, çocukları burada, ortada, duyulamayacak kadar doğal bir varlıkla ortada olmakla yetinirlerdi. Sakat bir kadındı, güçlükle düşünürdü. Her şeyi bir alıngan hayvan onuruna kurban eden, sert, dediği dedik bir annesi vardı, kızının zayıf aklını uzun uzun zaman egemenliği altında tutmuştu. Kızı evlenip kurtulmuş, kocası ölünce tıpış tıpış geri dönmüştü. Kocası, beylik bir deyimle, onur alanında ölmüştü. uygun bir yerde, yaldızlı bir çerçeve içinde, savaş nişanıyla askerlik madalyası görülebilir. Hastane dul kadına gövdesinde bulunmuş bir küçük obüs parçasını da yollamış. Dul kadın da saklamış bunu. Çoktandır keder duymaz oldu artık. Kocasını unuttu, ama çocuklarının babasından hâlâ söz eder. Çocuklarını yetiştirmek için çalışır, parasını da annesine verir. Annesi bir kırbaçla yetiştirir çocukları. Fazla sert vurdu mu kızı “Başına vurma,” der. Öyle ya, çocuklarıdır bunlar onun, onları çok sever. Hiçbir zaman gözlerine çarpmamış, değişmez bir aşkla sever onları. Bazı bazı, oğlunun anımsadığı şu akşamlarda, ezip bitirici işinden (evlerde temizlik yapar) döndüğü zaman, evi boş bulur. Yaşlı kadın alışveriştedir, çocuklar daha okulda. Bir iskemleye yığılır, sonra, gözleri dumanlı, parkenin bir çizgisini şaşkın şaşkın kovalarken yitip gider. Çevresinde, gece yoğunlaşır, bu karanlıkta bu sessizliğin çaresiz bir sıkıntısı vardır. çocuk bu sırada içeri girerse, bu omuzları kemikli, zayıf gölgeyi görür ve durur: korkar. Çok şeyler duymaya başlar. Kendi varlığının bile pek ayrımına varmamıştır. Ama bu hayvansı sessizlik önünde ağlamak zor gelir. Annesine acır, bu onu sevmek midir? Annesi hiç okşamamıştır onu, öyle ya, beceremez ki. Uzun dakikalar boyunca öyle durup annesine bakar. Yabancılığını duydukça acısının bilincine varır. Kadın işitmez onun geldiğini, sağırdır çünkü. Az sonra, yaşlı kadın dönecek, yaşam yeniden doğacaktır: petrol lambasının yuvarlak ışığı, muşamba, çığlıklar, kaba sözcükler. Ama şimdi, bir duruş zamanını belirtir bu sessizlik, ölçüsüz bir an belirtir. Bunu bulanık biçimde duyumsayınca, çocuk içindeki coşkuya bakarak annesine aşk duyduğunu sanır. Duyması da gerekir ayrıca, ne de olsa annesidir.
    Kadın hiçbir şey düşünmez. Dışarıda ışık, gürültüler; burada karanlık, bir de sessizlik. Çocuk büyüyecek, öğrenecek. Kendisini büyütüyorlar, acıdan esirgiyorlarmış gibi minnet isteyecekler. Annesinin hep böyle susmaları olacak. O acı içinde gelişecek. Adam olmak, önemli olan bu. Ninesi ölecek, sonra, annesi, kendisi.
    Annesi yerinden sıçradı. Korktu. Ona böyle bakarken budalaca bir görünüşü var çocuğun. Gidip ödevlerini yapsın. Çocuk ödevlerini yaptı. Şimdi pis bir kahvede. Şimdi bir adam. Önemli olan da bu değil mi? Yok, inanmamalı buna, öyle ya, ödevlerini yapmak ve bir adam olmayı kabul etmek, yalnızca yaşlı olmaya götürür insanı.

    !---- spoiler ----!

    d.e.b.y'e girmişiz adettendir. sizi şöyle alalım. (bkz: youreads kedisever topluluğu)
  3. SABAHLARI KALKTIĞIMDA SÜREKLİ POSTA KUTUMU GÜNCELLEME SEBEBİM OLAN MUHTEŞEM BİR UYGULAMA VAR OL BİRYUDUMKİTAP
  4. Bookmorning olarak da karşımızdalar artık.hayatımızda, içimizde..ingilizce olarak okumak isteyenler icin; ŞURADAN abone olabilirsiniz. ^:15 nisandan itibaren^