• okudum
    • okuyorum
    • okumak istiyorum
  • youreads puanı (9.10)
budala - fyodor mihailoviç dostoyevski
romanın kahramanı prens mışkin, saralıdır. tedavi gördüğü isviçre’den döndüğünde elindeki giysi çıkınından başka hiçbir şeyi yoktur. yaşamı kendi iç dünyasını seyre dalmakla geçmektedir. insanlarla her türlü alışverişten arınmıştır. budalalık derecesinde iyi olan prens mışkin, tam bir ermiş kişidir, sevmekten başka bir şey gelmez elinden. müthiş bir zeka sahibidir. çevresindekiler, onu her zaman yadırgarlar, ama onsuz da edemezler. kendisi de saralı olan dostoyevski, romanının kahramanına kendi kişiliğinden pek çok şey koymuştur. prens mışkin’in anıları, aslında dostoyevski’nin anılarıdır. prens mıskin’in romanının bir yerinde anlattığı, siyasal görüşlerinden dolayı kurşuna dizilme cezası alan bir adamın öyküsü, aslında dostoyevski’nin başından geçmiş bir olaydır. bir tutku romanı olan budala, dostoyevski’nin yazdığı ilk büyük aşk romanıdır.


  1. bu kitabın en mükemmel özelliği belki de nastasya filippovna karakterini ortaya çıkarmasıdır. dostoyevskinin karmaşık kadın karakterlerinin başında bu kadın durur. günümüz psikoloji literatürü açısından değerlendirirsek borderline diyebileceğimiz bir karakterdir. dostoyevskinin başka bir borderline karakteri için: (bkz: liza khokhlakova)

    nastasya karakteri çocukluk itibari ile yaşadığı örseleyici yaşantılar dolayısı ile içsel olarak nefret ile dolmuş bir karakterdir. bu nefreti en başta kendine, daha sonra en yakınındakilere yansıtarak varoluşunu devam ettirmeye çalışır. nastasyanın romandaki örüntüsünü takip edersek bunu açık olarak görürüz. sürekli bir öz-yıkıcı eylemlere başvurmakta ve kendini aşağılamakta, diğer zamanlarda narsisistik bir tutum ile çevresindekilere zarar vermekte, manipüle etmekte ve değersizleştirmedir. prens muşkin karakteri, sınır kişiliklerde görmeye çok alışkın olduğumuz idealizasyon mekanizmasının nesnesidir. muşkin'in "iyi"liği, nastasyayı olduğu gibi kabul edip olumlayacak (bir nevi fallik anne temsilidir mişkin) ve nastasyayı kurtaracaktır. nastasyanın düşlemi budur. ancak içsel dünyası bu düşleme güvenmesine izin vermez. o yakınında olan her şey kirleten bir kişidir ve mişkinin yanında olmak, mişkini yansıtma mekanizması ile kirleterek onun saf beyaz iyi rengini karartmak anlamına gelecektir. bu yüzden nastasya, mişkin'e yaklaşır yaklaşmaz kendisini geri çeker. kendini geri çektiğinde bu annesel iyi nesneyi kaybettiğini düşünerek tekrar yaklaşır. ve bu bu şekilde devam eder. nastasya, içsel nesne ilişkileri nedeniyle mişkin'in ne yanında olabilir, ne de onun uzağında varlığını sürdürebilir.
  2. bu tarz kitapları okumak beni her zaman zorluyor, nedeni ise çok doyurucu ve takip etmesi zor bi kitap. ama hepsini geçiyorum, kitapta bazı yerlerinde iki cümle ile anlatılan, söylenen sözler, yazarımızın ne kadar bilgili olduğunun kanıtı niteliğinde.

    mesela kitabın alelade bir yerinde geçiyor, " zaten bütün utangaçlar hükmetmek ister. " yani bu nasıl kısa ve çarpıcı ve bir o kadar da doğru bi cümledir. hükmetme isteği bambaşka bi şeydir, ve gerçekten de utangaç insanları gerçekten tanırsanız bu lafın gayet doğru olduğunu anlarsınız.
  3. budala (orjinal ismi: idiot) 1868 senesinde fyodor mihayloviç dostoyevski tarafından yazılmış bir romandır.

    dünya klasiklerinden birisi olan bu romanında dostoyevski, prens mışkin isimli hasta ve bön bir karakterin merkezinde yer aldığı olaylar zincirini anlatmaktadır. prens mışkin, kolay kandırılabilir ve yönlendirilebilir saf bir karakterdir. aynı zamanda, eğitimli ve zeki bir insandır. masumca bir dürüstlüğü, kolayca öfkelenmeyen ve sıkılmayan bir yapısı vardır. usta yazar, bu karakteri romanında özellikle merkeze alarak, (bu şekilde) çevresindeki insanların ona karşı iki yüzlü tutumundan, yani toplumun iki yüzlü tutumundan bahsetmektedir. aynı zamanda romanda, saf ve dürüst bir insan olarak toplumda yaşamanın zorluğundan ve hiyerarşik bir toplum yapısından da bahsedilmektedir.

    romanın ana karakteri prens lev nikolayeviç mışkin'in, rusya'da, sankt petersburg'da başladığı yeni hayatla birlikte gerçekleşen olayların başlangıcı itibarıyla, okuyucuya verilen bir "rusya'da yaşama sevgisi" olgusu vardır. ama, sonlara doğru gidildikçe durum farklılaşıyor; özellikle kısa çözüm bölümünde olayların sonucu "ana gibi yar, vatan gibi diyar olmaz" ve "rus'un rus'tan başka dostu olmaz" mantığına bağlanıyor. temelde dostoyevski'nin anlatmak istediği şey, rusların belirli bir vatan anlayışının olmadığına dikkat çekerek bunun olması gereğini vurgulamaktır.

    ayrıca, prens mışkin karakteri ile dostoyevski'nin, bu romanında kısmen kendi kişiliğine, hayatına ve anılarına da yer verdiği belirtilir...

    roman, dört bölüme ayrılmıştır. bir de çok kısa bir sonuç bölümü vardır. ilk iki bölümde dostoyevski, romanda geçen olayları temellendirir. romanda asıl vermek istediklerini ve eleştirilerini, özellikle üçüncü bölüm itibarıyla gelişen olaylar zincirinde dile getirmeye başlar. romanda düz bir anlatı vardır. ara ara olaylarla ve çeşitli durumlarla alâkalı açıklamalara yer verilir. betimlemeler çok azdır. genellikle diyaloglar daha sık olmakla birlikte, çok kişinin içerisinde olduğu konuşmalar ön plandadır. bazen, tek kişinin yaptığı uzunca konuşmalara ve anlatılara da yer verilmektedir. diyaloglar zaman zaman oldukça sıkıcıdırlar. dostoyevski, diğer önemli romanlarında olduğu gibi, bu romanında da sıklıkla psikolojik unsurlara yer vermektedir.

    dostoyevski'nin bu romanında, fransız edebiyatından etkilenen bir yazar olduğunu kolaylıkla anlayabilirsiniz. bununla birlikte, romanda fransızca deyim ve söz kalıplarının sıkça kullanımı da söz konusudur.

    spoiler bölümünde romandan aktarmak istediğim birkaç kısmı veriyorum.

    !---- spoiler ----!

    uzun uzun, karmakarışık konuşmaya başladı keller, ama daha konuşmasının başında sonuna atladı ve tanrı'ya inancını yitirdiği için bütün ahlâk değerlerini yitirdiğini, hırsızlık bile yaptığını söyledi.
    - bunu düşünebiliyor musunuz prens?
    - beni dinleyin keller, dedi prens, sizin yerinizde olsaydım, ortada bir neden yokken açıklamazdım bunu. ayrıca böyle konuşurken, yanılmıyorsam, kendinize iftira da ediyorsunuz.
    - yalnızca size anlatıyorum bunları, sırf kişisel gelişimime katkısı olsun diye... sizden başka kimseye anlatmam.

    (...) prens sonunda acıma değil de, üzüntü duyar gibi oldu. hatta, şöyle bir şey geldi aklına: "birinin olumlu etkisiyle bu adamdan iyi bir insan yaratmanın olanağı yok mudur acaba?" birkaç sebepten ötürü kendisinin bu konuda yararlı olamayacağını düşünüyordu. ama, kendisini küçük gördüğünden değil, bazı konularda değişik fikirleri olduğu için böyle düşünüyordu. sohbetleri giderek koyulaştı, öyle ki birbirlerinden ayrılmak istemiyorlardı artık. keller alışılmadık bir istekle, insanın kolay kolay inanamayacağı şeyler anlatıyordu. yeni bir öyküsüne başlarken, bu yaptıklarına çok pişman olduğunu ve içinin kan ağladığını söylüyor, öte yandan yaptıklarından gurur duyuyor gibi, hatta kimi kez komik bir biçimde (ki hem kendisi hem de prens kahkahalarla gülüyorlardı) anlatıyordu.
    sonunda şöyle dedi prens:
    - önemli olan şu ki, çocukça bir güven ve olağanüstü bir doğruculuk var sizde. yalnızca bu özellikleriniz nedeniyle yaptığınız çoğu şeyinizin bağışlanabileceğini biliyor musunuz?
    keller duygulanmıştı.
    - mert biriyim ben efendim, dedi, bir şövalye gibi mert biriyim! ama biliyor musunuz prens, tüm bunlar hayâl dünyamda benim, hepsi gösteriş için, hiçbirini gerçekleştiremiyorum! neden öyle olduğunu anlayamıyorum.

    ***

    lizaveta prokofyevna mektubu sonuna kadar büyük bir dikkatle dinledikten sonra sert bir tavırla;
    - ne saçmalık ama! dedi. senin için ne anlamı var bu saçmalığın?
    - ben de tam olarak bilemiyorum. bildiğim tek şey onu yazarken samimi olduğumdur. yaşamı dolu dolu yaşadığım, içimin umutlarla dolu olduğu dakikalarım oluyordu orada.
    - nasıl umutlarla?
    - açıklaması zor. sanırım, sizin şu an düşündüğünüzden farklı umutlarla... yani kısacası, gelecekteki mutluluğa ve belki de orada bir yabancı, bir başkası olmayacağıma dair umutlarla... yurdumu birden çok sevmeye başlamıştım. güneşli bir günün sabahı kalemi elime aldım ve bir mektup yazdım ona. neden ona, bilmiyorum. insan bazen yanında bir arkadaşı olsun ister... (bir süre sessiz kaldıktan sonra ekledi prens:) evet, ben de öyle hissetmiş olacağım.
    - âşık mısın yoksa?
    - hayır. ben... kız kardeşime yazar gibi yazdım o mektubu ona. altına da "kardeşiniz" diyerek imza attım zaten.
    - hımm... demek özellikle... anlıyorum.
    - bu tür sorularınıza cevap vermekte zorlanıyorum lizaveta prokofyevna.
    - zorlandığının farkındayım, ama zorlanman hiç ilgilendirmiyor beni. bak ne diyeceğim, tanrı'nın önündeymişsin gibi, doğruyu söyle bana: yalan söylemiyorsun değil mi?
    - hayır, söylemiyorum.

    ***

    heyecanla anlatıyordu yevgeniy pavloviç:
    - izin verin... liberalizme bir şey dediğim yok benim. günah falan da değildir liberalizm. onsuz parçalanacak, hatta belki de yok olacak büyük bir bütünün, vazgeçilmez, temel parçasıdır. en ahlâkçı gericiliğin olduğu kadar liberalizmin de yaşama hakkı vardır. benim itirazım zaten rus liberalizmine. tekrar söylüyorum, benim itirazım rus liberallerinin gerçek rus liberalleri olmamasına. bizimkiler, rus olmayan liberaller. bir rus liberali getirin bana, o anda alnından öperim onu.

    ***

    prens mışkin:
    - eskiden de çok cinayet işlendiğini, hem de böyle korkunç cinayetlerin işlendiğini ben de biliyorum. geçenlerde cezaevlerini dolaştım, birkaç mahkûmla, sanıkla tanışma fırsatım oldu. hatta onlarca insanı öldürmüş ve hiç pişmanlık duymayan çok daha korkunç katillerle tanışma fırsatım da oldu. bakın bu arada neyi keşfettim: en azılı, en acımasız katil bile suçlu olduğunu biliyor, yani hiç pişmanlık duymasa da, kötü bir şey yaptığını vicdanında kabul ediyor. ve hepsi böyledir. oysa, yevgeniy pavloviç'in bahsettiği katiller kendilerini suçlu bile kabul etmezler, buna hakları olduğunu, hatta iyi bir şey yaptıklarını düşünürler. aşağı yukarı durum böyledir. bana sorarsanız, korkunç fark buradadır işte. unutmayın ki, bunu yapanlar gençlerdir, yani çarpık düşüncelere kolayca kendilerini kaptırabilecek yaşta olan gençler...
    prens ş. artık gülmüyor, hayretle dinliyordu prensi. uzun süredir bir şey söyleme niyetinde olan aleksandra ivanovna, aklına çok değişik bir şey gelmiş gibi susuyordu. yevgeniy pavloviç ise prense büyük bir şaşkınlık içerisinde bakıyordu. ama şimdi bakışlarında en ufak bir alaycı tavır yoktu.

    ***

    ippolit'in okuduğu mektuplarından:

    (...) "sorun onlara, herbirine tek tek sorun bakalım mutluluktan ne anlıyorlarmış? ah inanın, kolomb amerika'yı keşfettiği anda değil, onu keşfederken mutluydu. inanın, mutluluğu belki de yeni dünya'yı keşfetmeden üç gün önce doruğa çıkmıştı, umutsuzluğa kapılan adamlarını gemiyi avrupa'ya döndürmek üzereyken kararlarından vazgeçirdiği anda... önemli olan yeni dünya değildi, yerin dibine batsındı yeni dünya! neredeyse yeni dünya'yı görmeden, neyi keşfettiğini anlayamadan ölmüştü kolomb. önemli olan yaşamdır. onu keşif süreci, sürekli ve bitmek tükenmek bilmeden yaşamı keşfetme çabası, yoksa keşfetmiş olmak değil... ama ne diye söylüyorum ki ben bunları! şu anda anlattıklarımın boş şeyler olduğundan, beni "güneşin doğuşu" üzerine kompozisyon yazan bir küçük öğrenci sanacaklarından veya bir şeyler anlatmaya çalıştığımı ama beceremediğimi söyleyeceklerinden kuşkum yok. ancak şunu da ekleyeyim: bir insanın kafasında doğan dâhice veya yeni her düşüncede, hatta ciddi bir düşüncede, onu anlatmak için ciltlerce kitap yazsa, otuz beş yıl sözlü olarak anlatmaya çalışsa yine de kafasından bir türlü dışarı çıkmayan, başkalarına anlatamayacağı bir şeyler her zaman vardır. bu yüzden, belki de en önemli düşüncelerini tam olarak kimseye anlatamadan ölür bu insan."

    "bireysel sadaka, insanın doğasını incitir, insanın doğasını aşağılar. ama örgütlü sosyal sadaka ile kişisel özgürlük iki ayrı kavramdır ve biri öbürünü yok etmez."

    (...) "sanırım beş dakika kadar durdum bu tablonun karşısında. sanatsal yönden bir özelliği yoktu. ama tuhaf bir huzursuzluk yaratmıştı içimde. çarmıhtan yeni indirilmiş bir isâ vardı tabloda. hatırladığım kadarıyla, ressamlar isâ'yı tablolarında ya çarmıhta ya da çarmıhtan indirilmiş, olağanüstü bir güzel yüzle vermişlerdir hep. en büyük acıları çekerken bile bu güzelliği eksik etmezler yüzünden. rogojin'in evindeki tabloda bu güzellikten eser yoktu. bu tablodaki, çarmıha gerilmeden önce de dayanılmaz acılar çekmiş, işkencelere katlanmış, haçı taşırken muhafızlar tarafından acımasızca dövülmüş, halkın taşladığı, saatlerce olmadık acılar çekmiş, yara bere içerisinde kalmış bir insan cesediydi. gerçekten de çarmıhtan yeni indirilmiş, yani canlılığını henüz yitirmemiş, soğumamış bir insanın yüzüydü onun yüzü. bedeni henüz katılaşmamıştı, sanki hâlâ acı çekiyormuşçasına bir ifade vardı yüzünde. ressam, ustaca göstermiş ve vermişti bu ıstırabı tablosunda. yüzü çok fena hırpalanmıştı. her şey doğaldı; kim olursa olsun, onca acıdan sonra ölen her insanın yüzü o şekilde görünürdü..." (bkz: realizm)

    "din! sonsuz yaşamı kabul ediyorum, belki her zaman da kabul ettim. varsın, yüce gücün iradesiyle bilinç tutuşmuş olsun, varsın dünyaya bakıp "ben varım" desin bilinç, varsın yazgısı bu güçle yok olmak olsun. hepsini kabul ediyorum, ama yine de her zamanki o soru geliyor aklıma: tüm bunlarda benim tevazuma ne gerek var? beni yediği için kendisine övgüler dizmemi beklemeden yiyemiyor mu beni? iki hafta beklemek istemediğim için orada birileri gücenir mi acaba? (burada ölümlü hastanın intiharından bahsediyor) buna inanmıyorum; evrenin ahengi, bir takım artı-eksi hesapları, bazı kontrastlar gibi nedenlerle benim, bir atomun değersiz yaşamına ihtiyaç duyulduğuna inanmak çok daha makul geliyor. tıpkı diğerlerinin yaşamını sürdürmesi için hergün pek çok varlığın kurban edilmesi gibi. olsun varsın! kabul ediyorum, başka türlü, yani kalıcı olarak birbirini yemeden dünya düzeni kurulması olanaksızdır belki; hatta bu düzenden bir şey anlamadığımı bile kabul edebilirim. ama bana "ben varım" deme bilinci verildiğini kesin olarak biliyorsam, dünya düzeninin hatalı kurulmasından ve başka türlü varlığını sürdüremeyecek oluşundan bana ne? hâl böyle iken, kim ne için yargılayabilir beni? siz ne derseniz deyin, bütün bunlar olanaksızdır, haksızdır.
    bu arada, çok istememe karşın, gelecekteki yaşamın da, cennetin de olmadığını hiçbir zaman düşünemedim. daha doğrusu, evet, hepsi var bunların. ama, bizler gelecekteki yaşamdan da, onun yasalarından da bir şey anlayamıyoruz. peki ama bunu anlamak da bu denli zor, hatta olanaksızsa, benim için ulaşılmaz, anlaşılmaz olan için nasıl sorumlu tutulabilirim? evet, onlar da, elbette onlarla birlikte prens de boyun eğmek gerektiğini, düşünmeden, yalnızca ahlâklı olmak için boyun eğmek gerektiğini, uysallığım sayesinde öteki dünyada kesinlikle ödüllendirileceğimi söylüyorlar. onu anlayamadığımız için kendi kavramlarımızı ona yakıştırarak tanrı'yı aşırı derecede küçümsüyoruz. ama tekrar söylüyorum, onu anlamak olanaksızsa, insanın anlamasına izin verilmemiş şeylerle ilgili sorulara insanın cevap vermesi oldukça zordur. öyleyse kaderin gerçek iradesini, yasalarını anlayamadıysam, beni nasıl yargılayacaklar? neyse, din konusunu kapatalım."

    ***

    yukarıda verdiğim ippolit'in mektuplarında anlattıkları üzerine:

    - şu olanlara baksanıza! dedi kolya. şu anda ne düşünüyorsunuz ippolit için? artık hiç saygınız kalmadı mı ona?
    - neden kalmasın. ama çok yorgunum şu anda kolya. (...)
    - hadi siz yatın uyuyun prens. iyi neyse, artık iyi geceler dileyeyim! ama biliyor musunuz, çok etkilendim!
    - elbette. bütün bu olanlar...
    - yok, hayır prens, hayır. itirafları etkiledi beni. özellikle de kaderden ve gelecekteki yaşamdan söz ettiği bölümü; de-va-sa bir düşünce söz konusu burada.
    prens yanına kuşkusuz bu "de-va-sa" düşünceyi anlatmak için geldiği belli olan kolya'ya sevgiyle baktı.
    - ne var ki asıl önemli olan yalnızca bu düşünce değil, ortam da önemli! bunu voltaire, rousseau, proudhon yazmış olsaydı okur, aklımda tutardım. ama asla böylesine etkilenmezdim.

    ***

    özelliklerine, kişiliklerine dair şeylerin bir çırpıda tam olarak anlatılması zor insanlar vardır. toplumların gerçekten de büyük çoğunluğunu oluşturan bu insanlara genellikle "çoğunluk" denir, "sıradan" denir. yazarlar romanlarında, öykülerinde çoğu zaman toplumda belirgin özellikleri olan tipleri ele almaya ve onları sanat değeri olacak bir biçimde anlatmaya çalışır. değişik özellikleri olan bu çeşit tiplere toplumda pek sık rastlanmaz, ama bunlar aslında gerçeğin kendisinden de gerçektir.

    (...) bir romancı, özelliği olmayan, sıradan insanları ne yapacak; hiç değilse biraz ilginç göstermek için eserlerinde okuyucusunun karşısına ne diye çıkaracak onları? öyle ya, öyküde es geçmek, atlamak da olmaz onları; çünkü sıradan inanlar yaşam içerisindeki olayların en önemli halkası olarak her zaman ve sürekli olarak mevcuttur. dolayısıyla onları atlarsak doğrudan sapmış oluruz. romanları yalnızca özelliği olan insanlarla ya da ilgi çekici olsun diye doğrudan tuhaf ve hayâl ürünü olan insanlarla dolduracak olursak gerçeklerden sapmış oluruz. üstelik roman belki ilginçliğini de yitirir. bize göre, yazar sıradan olanlar arasında bile ilginç ve yararlı olanı bulmalıdır. (bkz: pragmatizm)

    hatta kimi zaman bu daha akıllı ve özgün insanlardan kimileri sadece dürüst değil, iyi yürekli de olurlar. ailelerinin kaderi onlara bağlıdır, çalışarak sadece ailelerinin değil başkalarının bile geçimini sağlamaktadırlar. peki ama neye yarar bu? yaşamlarının sonuna dek huzur bulamazlar! insan olarak sorumluluklarını çok iyi yerine getirdikleri düşüncesi teselli etmez onları. tersine, sinirlerini bozar; "işte bunun için uğraştım durdum bir ömür boyu... bu bağladı elimi kolumu... bu engel oldu barutu bulmama! bu olmasaydı ya barutu bulurdum ya da amerika'yı keşfederdim. aslında ne olduğunu şu an kestiremiyorum, ama muhakkak bir şey bulurdum." bu bayların en karakteristik özelliği de neyi bulmaları gerektiğini, barutu mu bulmaları gerektiğini yoksa amerika'yı mı keşfedeceklerini ömürleri boyunca bir türlü bilememeleridir. ama hiç kuşku yok ki, buluş yapma uğruna çekecekleri özlem de, acı da kolomb ile galileo'nunkinden aşağı kalmaz.

    not: iş bankası kültür yayınları hasan âli yücel klasikler dizisi'nin ııı. basımından aktarılmıştır. rusça aslından çevirisi ergin altay tarafından yapılmıştır.

    !---- spoiler ----!
  4. kitapta, insan piskolojisinin derin sularında dolaşan dostoyevski'nin nastasya filippovna'sı oldukça dikkat çekicidir. gerçekte bu karakter lou andreas-salomé a benzer. belki de salome o'na benzemiştir. salome, 1800 lü yıllarda erğin bug'ını keşfetmiş bir kadındır. kırbaçlı fotoğrafı meşhurdur. nietzsche ve freud'un başını fena döndürmüştür.
    ck
  5. belki okuduğum yaştan(*:çok gençtim peder ;)), belki de o zaman klasikleri okumaya ara verme zamanım geldiğinden zor bitirdiğim ve bittiğinde kendimi budala gibi hissettiğim kitap. yukarıdaki övgü dolu yorumları görünce tekrar okumak gerektiğini düşündürmüş kitaptır aynı zamanda :).
  6. iyinin her zaman iyi ve kötünün her zaman kötü olmadığını anlatan bir dünya klasiği
  7. bütün rus klasikleri gibi iyi bir çeviriden okunması gereken roman.
  8. her karakteri ayrı ayrı incelenmesi gereken roman. benim için mesela en önemli satırları ippolit'in intihar mektubudur. kopyala yapıştır ile sözlüğe ekleyecektim ama kimse yazmamış. sözümdür. eve gittiğimde üşenmeden yazıcam, o yanlış hatırlamıyorsam on beş sayfalık intihar mektubunu.
  9. kitapta çok fazla toplumsal gerçek bulursunuz. zaten yazarına da toplumcu-gerçekçi diyebiliriz. bu bakış açısıyla, iyi kalpli ve saf bir budalanın gözünden toplumsal gerçeklere bakabilirsiniz. özellikle ippolit terentyev karakterinin dönemin rus politik anlayışını yansıtan mektubu buna bir örnektir.

    kitap, yazarın kanımca üç büyük eserinden biridir. diğerleri suç ve ceza ile karamazov kardeşler isimli kitaplar. aslında cinler isimli kitabını da saymak gerek bu kısımda.

    bir de şunu söylemek gerekir. aslına sadık kalınarak çekilmiş 10 bölümlü bir televizyon dizisi var bu kitabın. diyaloglar, dekor, ışık gibi detaylar kitapta anlatılanla aynı. bulup izlemenizi şiddetle öneririm.
  10. dostoyevski'nin bir anlamda yeni donem don kişot'unu ya da yeni dönem isa'sını anlattığı büyük romanı. kaderler değişmemiştir don kişot yine kaybeder, budala damgasi yer, isa yine carmıha gerilir. hem iyi ve adil olup hem de kazanan, istediğini alan tarafta yer alamıyor insan. dışa dönük temiz eylemler cezasiz kalmiyor. ama yine de ateşe su taşıyan karınca gibi dünyayı kurtaracak olan güzelliğe katkıda bulunmalı insan, ödenecek her türlü bedele, taşınacak en büyük yüke rağmen. etik özgürlüğün ne olduğuna dair yazılmış çok iyi bir kitap budala. dönem dönem tekrar okuduğum kitaplardan. ayrica birbirine zıt iki karakter olan nastasya filippovna ve aglaya ivanovna'ya da beni aşık etmesinden dolayi okurken aldığım hazzı anlatamam.