1. "içeriye bakan kim?"'den bir mehmet günsür öyküsü. günsür'ün genç yaşta, ardında mücevher değerinde bir kitap bırakarak ayrılmasına üzülme sebeplerinden biri:

    "kaş kanalını geçerken güneş doğmaya başladı. öğleden önce demirlemek istiyorum.
    çok geç gelip hemen yatmışlardı. havaalanında çantaları kaybolmuş, beklemişler. onlar uyumadan yola çıkmıştım.

    belçikalı bir adam ve kızı. adam benden on yaş kadar büyük görünüyor. kız, yirmi yaşlarında. gece karanlığında ikisini de doğru dürüst göremedim. hazır çorba içip kamaralarına yerleştiler. adam, yanına bir şişe viski, mum ve küçük bir bardak aldı. şimdi uyuyorlar.

    perşembe günü köy’ü arayıp iş çıktığını söylemişlerdi. ben de bu tekneyi istemiştim. yeniydi, merak ediyordum. adı hoşuma gidiyordu: caïque. bildiğim kadarıyla, arapça’dan fransızca’ya geçmiş bir kelime. bildiğimiz kayık.
    güneş, iskele tarafında, tepelerin ardından doğuyor. rüzgâr neredeyse sıfır. dümen suyumda karabataklar. düşük devirde, dört-beş mille gidiyorum. kahve ve sigara içerken, iki yolculu turlarda çıkabilecek sorunları düşünüyorum. alışveriş listesinde –ve şimdi dolaplarda– çok fazla içki var. adam taksiden inerken aksi bir sarhoşluk sezmiştim. birbirleriyle hiç konuşmamışlardı. bunun gibi şeyler.

    kastellorizon adası’nı sancağımda bırakıp meisti’ ye biraz yaklaştım. karasuları ve sahil koruma botlarıyla oynamak eğlencelidir. dürbünle baktım. hiçbir hareket yok, uykudalar.

    pruvamda yunuslar çıktı. bir süre izleyip sonra kayboldular. sudan karaya doğru hafif bir rüzgâr başladı. kıyıda, kireçli kayalar, koyu lacivert bir buğu içinde. yüksek, sert kayalar. büyük ege depreminin kıvrımları. derin yarlar ve mağaralar arasına sıkışmış çok küçük kumsallar geçiyoruz. hareketli, siyah ve beyaz lekeler halinde keçiler. uykusuzum, gözlerim yanıyor. dümeni kilitleyip aşağı iniyorum. bir kahve daha. adam, derinden, kesintili bir horlamayla uyuyor, duyuluyor. kamaraların kapıları kapalı. salondaki masanın üstü karışık: iki fotoğraf makinesi, sigara paketleri, boş çorba kâseleri, bir türkiye broşürü, uçak biletleri, oyuncak ayı, yunanca gazeteler, yarım ekmek, küçük, yeşil bir çanta –makyaj malzemeleri?– ve diğer yolculuk artıkları.

    iki yıl kadar önce, köy’e yerleşirken, yapmak istediğim tek şey vardı: bir şeyler yazmak. çok küçük bir hayat. en temel olanlarla yetinerek; zeytin, zeytinyağı, şarap, çay, balık, pirinç ve o köyün ekmeği, sebzeleri. yanıma tek kitap almıştım: braudel’in “akdeniz ve akdeniz dünyası.” iki cilt. kendim için yazmak istiyordum. hatırlamak için. ya da bazı şeyleri kayda geçirmek için. yazın üç-beş tur alıyordum, kötü para değildi, kışı karşılıyordu. zeytin ağaçlarının arasındaki balkonlu, taş evde çok rahattım. sayfalar, cümleler, kısa metinler yazdım. venedik terra ferma’sını, kastilya transhümansı’nı, hecin devesi ve orta asya devesi’ni, arap ve türk istilaları’nı, mevsimler’i, atlantik ve sahra’yı ve daha birçok şeyi defalarca okudum. yalnızca bunları yaptım. yazdıklarımı, benden başka kimse okumadı. iyi çalıştım.

    üçağızlar’ın karşısındaki dar boğazdan geçip geyikova adası’nı sancağıma aldım. on dakika sonra, “kale restaurant & pansiyon”un önüne demirledim. büyük salih’in yeri. çocuklar botla gelip tekneyi iskeleye bağladılar. baba ve kız uyuyorlardı. biraz ortalığı toplayıp denize girdim. kıyıya yüzdüm. lokantaya çıkıp kahvaltı istedim: üç yumurtalı, maydanozlu ve keçi peynirli omlet, çay, bal, tereyağı. yemeğimi yerken salih’le biraz konuştuk. sezon, gelen-giden, belediye seçimleri, “mark çok yükseldi”, “balık kalmadı”, “sarnıçlar yetmiyor” gibi her zaman konuşulan şeyler...

    adamın güverteye çıktığını gördüm. etrafına bakındı. “botu al da gel,” diye bağırdım.

    iriyarı, bıyıklı, beyaz, çok kısa saçlı, sert suratlı bir adam. belçikalı. hiç de acemi olmayan bir telaşla bota bindi, koltuk ipinden çekerek iskeleye yanaştı, bağladı.

    “nerden buldun burayı skipper? dünyada böyle yerler kaldı mı?” diye bağırarak bottan indi.

    “burası üç bin yıllık bir korsan sığınağı,” dedim.

    heyecanlı görünüyordu. masaya oturmadı. salih’ ten bira istedi. şişeyi alıp köyün içine, yukarılara doğru yürüdü. kız da güverteye çıktı. el salladım.

    “oraya nasıl gelinir?” diye bağırdı.

    “çocuklar seni alır.”

    mayosunun üzerine çok renkli bir hint kumaşı bağlamıştı.

    dik, güvenli bir duruşu vardı. uzun saçlarını toplamış.

    “baba nerede?” diye sordu masaya oturunca.

    “oralarda, yukarıda, likyalıları arıyor.”

    yoğurt, bal ve ekmek istedi. açık kumral, yeşil gözlü, küçük burunlu kız. nerede olduğuyla pek ilgilenmiyor gibiydi.

    “buralarda kekik bulunur mu?”

    “ne için?”

    “fotoğraflar çekmem lazım.”

    ziraat mühendisliği okuyormuş. roma’da. annesi italyan. yazları turist rehberliği yapıyor. 22 yaşında.

    adam döndü. ter içinde, birası bitmiş. salih’e işaret edip yeni bir şişe istedi.

    “kaleye tırmandım. ama kapalıydı.”

    kız “burası neresi?” diye sordu.

    “üç bin yıllık bir korsan limanı,” dedi baba.

    “sen fransızca’yı nerede öğrendin skipper?”

    “lisede. bana skipper demen gerekmiyor. adım mehmet, zor gelirse mee-mee diyebilirsin. yamyam ismi gibi.”

    “peki mee.”

    “denizciliği nasıl öğrendin?”

    “deniz kuvvetlerinde.”

    “ne yani, sen subay mısın?”

    “hayır, artık değilim. istifa etmiş bir yüzbaşıyım.”

    “nerede yaşıyorsun?”

    onlara köy’ü anlattım. yazı yazdığımı söylemedim.

    “sen ne yaparsın?”

    atina’da yaşıyormuş. on yıldır. estetik cerrah. belçika’yı sevmiyormuş.

    “atina’da bir klinikte, zengin kadınların memelerini düzeltiyorum işte...”

    “bir şeyler yesene.”

    “ne yenir burada?”

    “balık çorbası ister misin? dün geceden, hatta bir önceki geceden kalmıştır. azaldıkça, un, pirinç, otlar, yağ, su ve müşterilerin bitirmeyi beceremedikleri balıklardan parçalar, kafalar, kılçıklar eklenir. tencere sezon boyunca kaynar. çok güzel çorbadır.”

    durdu. bir an konuşmadı. bıyıklarıyla oynadı, kafasını kaşıdı.

    gülmeye başladı.

    “nerden çıktın sen be?”

    “arkadaşım çorba istiyor,” dedim salih’e.

    “kale bugün açılmaz mı?” diye sordu kız. bilemediğimi söyledim. “ben kekik aramaya gidiyorum,” dedi ve kalktı.

    “bu kızı çok seviyorum, biliyor musun. bunun annesiyle on yıl kadar evli kaldık. italyan. roma’da oturduk. benden birkaç yaş büyüktür. üniversitede, felsefe hocası. bu kız çok akıllı. ikimize de benzemiyor. ikimizden de daha güzel. sakin ve duru bir mantığı var. ben insanlara, insan ilişkilerine çok düşkünüm. o, dünyada yalnızca insanların yaşamadığını düşünüyor. insan, merkezde değilmiş.”

    “insanı merkeze koyunca, ‘üstün insanın her şeye hakkı vardır’a kadar gidiliyor sanıyorum,” dedim. beni pek dinlemiyordu. kafasındakileri toparlamaya çalışıyor gibiydi.

    “yani, bulmuş bu kız. bunun yaşı olmaz ki! arıyorsan, tek bir şeyi bulman yeter. tek bir kesinlik yeter. bu bulduğundan bütün sonuçları çıkarırsın. çıkarabilirsin. çıkaramaya da bilirsin. işte ne mal olduğun burada anlaşılıyor.”

    “sen bulamadın mı?”

    “buldum, sonra kaybettim. şimdi arıyorum.”

    sustuk. ben börülce salatası ve bir bardak beyaz şarap istedim.

    akşam için balık sordum. iki kiloluk bir lagos varmış.

    “onu bize ayır,” dedim.

    bizden başka üç tekne daha vardı. fransız bayraklı iki gypsee ve bir gulet. gulette kalabalık bir alman grubu. genç insanlar. dire straits dinliyorlar.

    “bu gece burada uyuruz, yarın da shenandoah’ı görmeye gideriz,” dedim.

    “o ne, ya da neresi?”

    “yüzbaşının sürprizi!”

    kız, elinde kekikler ve başka otlarla döndü.

    “biliyo’musun baba, yılan gördüm, benden kaçmadı. kara, kör yılan çünkü. dört tane kedi gördüm. burada çok kedi var...” diye heyecanla anlatıyordu. sonra italyanca konuşmaya başladılar. kızımı özledim. asmanın altındaki hamağa, uyumaya gittim.

    uyandığımda saat beşi geçiyordu. serin ve rahat bir uyku. rüya görmüştüm: shenandoah’ın kaptanıymışım. pasifik’i geçiyoruz. helikopterler saldırıyor. tayfalar çok uzun namlulu eski tüfeklerle helikopterlere ateş ediyorlar. korsan helikopterleri. hasta zenci, narcissus’un zencisi, bağırarak güverteye çıkıyor, denize atlıyor. ben shenandoah’ı getirip buralara saklıyorum. birinci dünya savaşı’nda hamidiye’nin yaptığı gibi. sonra lagos buğulama pişiriyorum, mantarsız ve unsuz.

    “nerde bizimkiler?” diye salih’e sordum.

    “botu alıp adaya gittiler. adam çok bira içiyor.”

    “içsin... hadi birer tane de biz içelim.”

    sonra çocuklar beni sandalla tekneye götürdüler. çocuklar, teknelere kenarları işlenmiş yemeniler satan kız çocukları. benim kızım yaşındalar. hep gülüyorlar. bana da, kenarlarına çok küçük deniz kabukları işlenmiş koyu lacivert bir yemeni sattılar.

    güverteyi, havuzu yıkadım. acente’yi arayıp her şeyin yolunda olduğunu söyledim. shenandoah’ı sordum. yarın sabah, gemiler adası’ndan kalkıp bu tarafa doğru geliyormuş. öğleye doğru görebileceğiz.
    tekneyi sevmeye başladım. on iki metrelik, beyaz, marsilya yapımı fiber bir kayık. yelkende nasıl gidiyor, yarın anlaşılacak.

    kendime bir kahve yapıp oturdum. biraz okudum.

    “sağduyum/toprağa verilişin/seni üçüncü kez gördüm orada/kar yağıyordu/bense, tabutunun ardında, taşıyıcılarla çekişiyordum bahşişleri yüzünden/bu acunda iki şey sevdin/bir papağanla/ekselansın pembe tırnaklarını/yoktur umut/ve çalışmak gerekir/kapalı yaşamlar daha yoğundur/o gizli dokular” satırlarını, belçikalıya vermek için bir kâğıda yazdım. hiçbir şeye sığınmadan yaşayabilmenin güçlüğünü ve doğruluğunu düşündüm yazarken. “yoktur umut ve çalışmak gerekir.”

    saat yediye doğru baba-kız döndüler. güneşten kızarmışlar. başka bir sürü otlar daha toplamışlar. deniz kabuklu yemeniyi kıza, cendrars’ın satırlarını da adama verdim.

    “bir saat sonra, kıyıda balık yiyeceğiz,” dedim. bir bardak şarap ve bir elma alıp güverteye çıktım.

    ***

    “ben hayatım boyunca zengin kadınların memelerini mi düzelttim sanıyorsun?” dedi adam. üçüncü şişe şarabı açmıştık. kız, salih’in karısıyla rodos televizyonunu seyrediyor ve yemeni işliyordu. adanın üzerinden yarımay doğmuştu.

    “nereden bileyim senin hayatını?”

    “ama umut olmadığını biliyorsun.”

    altmışlı yıllarda güney amerika’da operatörlük yapmış. gerilla kamplarında.

    “ben çok kol, bacak diktim biliyo’musun,” diye başladı anlatmaya: “sonra dört yıl, tek başıma bir hücrede yattım. soğuk, ıslak, filmlerdeki gibi bir hücrede.”

    “aynı günün sabahında özgürlüğümü, kadınımı, umutlarımı, sağlığımı kaybettim,” diye devam etti.

    “birkaç dakika içinde her şeyi kaybettim. güzel bir sabahtı. güneş, yeni doğmaya başlamıştı. ben daha uyumamıştım. çinli sevgilimle yataktayım. çok uzun saatler geçmişti. ufacık bir kızdı. yani kırk beş kilo, bir elli boy. çok uzun... çok uzun bir geceydi işte. her gecelerimiz gibi. pencereden içeri giren fujerler ve beyaz bir ay ışığı vardı. ahır kokuları. çiçek kokuları... bizim kokularımız. önce geri tepmesiz topların seslerini duydum. sonra mp5’ler başladı. bizimkiler cevap verdiler: kalaşnikofların kararlı takırtısı... donumu giyip yataktan fırladım. çocukları barakadan alıp bodruma saklamak için. bahçeye çıktım. çocuklar uyanmıştı. pencerelerdeydiler. eğilerek koşuyordum. vuruldum, düştüm. sürünmeye çalışıyordum ama canım çok yanıyordu. başım dönüyordu. ağzımdan kan geliyordu. çinli kız, bir yandan tabancayla ateş ediyor, bir yandan da bana doğru koşuyordu. dimdikti, büyümüştü. vuruldu. sanıyorum karnından vuruldu. düştü. bir süre çırpındı... evet. sonra öldü.”

    belçikalı sustu. bardağını üst üste iki kez doldurup içti. ay, iyice yükselmişti. rodos televizyonunda rebetler çalıyordu.

    “sonra askerler geldiler. beni görmediler, fujerlerin arasına düşmüştüm. çocukları sürükleyerek barakadan çıkarmaya başladılar. bir rahibe vardı bizimle yaşayan. askerleri engellemeye çalışıyordu. rahibe kızı, ellerindeki kısa palalarla parçaladılar. ben yalnızca seyrettim... kayboldum, kaybettim... hastanede, ayağımdan karyolaya zincirlenmiş uyandım.”

    ***

    onlar elbiselerimi alıp botla gittiler. ben biraz yüzdüm. ay, uzaktan gelen jeneratör sesi, suların sonsuzluğu, müzik kırıntıları, köpek havlaması, lacivert gökyüzü... deniz ılık ve karanlıktı. tekneye yaklaştım. adam mırıldanarak şarkı söylüyordu. kız, ağız armonikasıyla ona eşlik ediyordu. iyice yaklaşınca duydum, şöyle bir şeydi:

    “ı’ll drink you under the table
    be red rose go for walks

    the old haunts what ı want
    is red beans and rice
    and wear the dress ı like so well
    meet me at the old saloon

    make sure there’s dixie moon
    new orleans, ı’ll be there.”

    tekneye çıktım. kurulanıp bir havluya sarındım. adam bana küçük bardağına viski doldurup verdi. kız, uyku tulumunu alıp baş tarafa uyumaya gitti. uzunca bir süre sustuk.

    “kara öfkeyi bilir misin?” dedi. cevabımı beklemeden hızla, sert bir sesle devam etti:

    “kara öfke, grekçe ‘melaina kole’. siz şimdi melankoli diyorsunuz. istisnai kişilik. büyük insanların, büyük akılların ulaşabileceği bir durum. bunları ben söylemiyorum. sizin aristo söylüyor. ‘beni öldürmeyen her şey daha güçlü kılar.’ bunu da, bıyıklı söylüyor. cahilsin. bunları anlayabilmen mümkün değil. sen balık isimleri say. kayaları, topukları ezberle. evet, bay mee, kaybetmeye alışmışsın. kaybetmeyi kabul etmişsin. korkmaktan korkuyorsun. otlar haşlayıp ye. rüzgârı kolla. jeneratörün platinlerini tamir et. rota çiz. harita okumaya çalış. peki senin rotan var mı? bana, kaybetmeyi öğretemediler. öğrenmedim, kabul etmedim. kaybetmeye karşı, yerine koyacak karşılık bilmiyorum. kaybettiğim her şey, herkesin kaybettiği her şey, benim varlığımın kaybı. senin o aptal köyde oturup saçma sapan inzivanı yaşaman da benim varlığımın kaybı, anlıyor musun! sen git denize işe. ılık, karanlık denizde yüz. suyun içine kus. ananın rahmindeki ıslak, ılık, mutlu ve aptal aylarını özle. sabahları da ipleri topla. aman çok düzgün topla. denizcilik geleneğini kolla. tahtaları sula, fırçala. kıza bak, içini çek, konuşama. oreganoya kendi dilinizde ‘kii-kik!’ diye tuhaf bir şey dediğinizi söyle ve sırıt. bu sana üç saat yeter! mutlu aptal! ordu artığı!”

    ***

    lodos, pupadan saatte on yedi mil esiyor. kızla birlikte ana yelkeni ve cenovayı açıp ayı bacağı yaptık. kuzeye, shenandoah’ı görmeye gidiyoruz. adam içerde uyuyor. gece, üçe kadar konuşmuştuk. daha doğrusu, o konuşmuştu. bir şişe viski bitmişti. birbirimize gençlik fotoğraflarımızı da göstermiştik. kalaşnikofla g3’lerin temel farklarından, amsterdam’daki genelevden, tom waits’ten, “sürekli devrim”den ve daha birçok şeyden söz etmişti.

    kız, bana ve kendisine çay ve sandviç getirdi. güzel bir rüzgâr var. sakin, hızlı gidiyoruz. sancak tarafında, suyun üzerinde dinlenen bir caretta-caretta’ya rastladık.

    çatal adalar’ı dönünce o’nu gördük.

    yirmişer metrelik üç direğiyle, bütün yelkenlerini açmış, bize doğru orsa geliyordu. kıza dürbünü verdim. shenandoah’ın rüzgâr altına doğru dümen kırdım.

    o’nu bu kadar yakından göreceğim için çok seviniyorum. denizciliğin yaşayan efsanesi. bu sulara, elli yıl sonra ilk kez geliyordu. yüz elli altı feet’lik maun bir dev. 1902’den beri yelken basıyor. üzerinde güneş batmayan imparatorluğun son gövde gösterisi. iyice yakınlaştık. birkaç dakika, yan yana, aksi yönlere doğru seyrettik.
    sonra, beyaz, pırıl pırıl bir kuyrukluyıldız gibi uzaklaşıp gitti.

    adam güverteye çıktı. dürbünü alıp güneye doğru inen shenandoah’a baktı.

    “bizim kayık daha iyi. bunu yapmak için koca bir maun ormanını kesmişlerdir,” dedi ve kızdan kahve istedi.
    üçümüz birlikte altı gün daha geçirecektik."


    *blaise cendrars’ın dizeleri de yayınevi’nin “günümüzün şairleri” dizisinden 1964’te yayımlanan sait maden çevirisinden alınmıştır.

    **adamın söylediği şarkı, tom waits’tendir. yağmur köpeği adlı kitaptan alınmıştır. elvan okaygün’ün çevirisi şöyle:

    “seni masanın altında içeceğim
    kırmızı bir burunla yürüyüşe çıkıp
    eski hatıralar, istediğim
    kırmızı fasulye ve pirinç
    ve o çok hoşlandığım elbiseyi giyebilmek
    benimle eski salonda buluş
    gökte dolunayın parladığından emin ol
    new orleans, geleceğim.”