1. Çalışmanın ve hatta çok çalışmanın kutsal bir olgu olarak kabul edilmesi insanlık tarihinde nispeten yeni bir konsept. Çalışmak belki bir seviyeye kadar ancak çok çalışmak genellikle ne doğu kültürlerinde ne de batı kültürlerinde köleler(!) dışında pek kabul gören bir uygulama değildi.

    Plato ve Aristo çoğunluğun çalışması gerekliliğini, azınlığı oluşturan elitlerin (!) tamamen düşünsel aktivitelere (felsefe, sanat, politika..) kanalize olmalarının sağlayabilmek olarak açıklar. Bununla birlikte Eski Yunan’da bir insanın kalitesi sahip olduğu boş zamanla ölçülürdü, çok çalışmak aslında bir utanç ve üzüntü sebebiydi.

    Avrupa’da gerçekleşen Protestan Reformuyla beraber çalışmak (özellikle fiziksel anlamda) herkes için kabul edilir hale geldi.

    “Protestan Etiği” kavramının fikir babası Max Weber ise bu kavramın anahtar terimlerini “çalışkanlık, dakiklik, sabır - sebat etmek (hemen bir ödül ya da karşılık beklememek) ve işin önceliği” olarak belirlemiştir . Çok tanıdık sözler değil mi, okurken patronun sesini duymadınız mı kulaklarınızda? ;) Dolayısıyla kapitalist düzen ve sanayileşme devrimi sermayesinin çalışanlardan beklentisini Max Weber oluşturmuştur diyebiliriz.

    Sanayileşmeyle birlikte sermayenin hakimiyeti hükümetlerin bile önüne geçerken 20.yy’ın sonlarına doğru bilgi & teknoloji ve sermaye birbirine bağımlı iki yapı haline geldi. Yani sermaye gücünü koruyabilmek için bilgiye ve teknolojiye muhtaçtı. Bilgi & teknolojinin ise daha da büyüyüp gelişebilmek adına sermayeyi arkasına almaya ihtiyacı vardı. İşte bu sebeple, bilginin sahibi birçok çalışan sermaye sahibiyle aynı masada oturma şansını(!) elde etmeye başladı. Modern girişimcilikle beraber, işler biraz daha değişti. Artık sıradan bir insandan, bir milyardere dönüşmeniz aylar içinde bile muhtemel olabilir. Ancak ikon olmuş birkaç isim dışında (Zuckerberg, Jobs, Musk…) bu tarz atılımlar böyle bir rekabet ortamında hiç de kolay değil. Dolayısıyla, toplumu bordrolu çalışanlardan bir araya gelmiş bir yapı olarak tanımlarsak çok da yanlış olmaz.

    Bu noktadan sonra özellikle değinmek istediğim iki konu var.

    Öncelikle, hepimiz çok mu çalışıyoruz? diye sorsam cevap büyük ihtimal “Evet” ya da “E herhalde yani pff..” şeklinde olacaktır. :)

    Peki, soruyu biraz değiştirip şöyle sorsam “Gerçekten çok mu çalışıyoruz yoksa sadece çok mu meşgulüz?” Belki meşguliyet ve çok çalışmak birbirinin yerini tutmaz, o yüzden ikisi de diyor olabilirsiniz ama çok çalışmayı benim nazarımda sürekli meşguliyet halinden ayıran çok majör faktörler var. Çok çalışmak, sınırları belli bir hedef, konsantrasyon, kendini adama ve beraberinde de üretimi gerektirir. Burada sadece fiziksel üretimden bahsetmiyorum, pozitif katma değer yaratacak her şey (fikirler, uygulamalar…) üretimin içine girebilir. Meşguliyet ise daha çok multi-tasking kaynaklı kısa vadeli işler sebebiyle oradan oraya koşmayı gerektiren, sürekli bir doluluk hali. En son ne zaman bir katma değer oluşturduk sorusuna cevabımız bile bu noktadaki tabloyu önümüze seriyor. Modern insanın kendi kendine oluşturduğu bu kompleks sistemlerin devamlılığı için “öylesine” yaptığımız ya da yapmak zorunda kaldığımız o kadar çok şey var ki, buna çalışmak dahi diyemiyorum. Çok çalışmak, sonuçları dolayısıyla duygusal tatmini de beraberinde getirirken bu sonsuz meşguliyet durumu insanlar üzerindeki duygusal tembellik ve mutsuzluğun sebeplerinden, ve bireysel yenilenme ve gelişmenin önündeki en temel engellerden olabilir. Maalesef böyle bir düzende de maaş bazında değerimizi belirleyen ne kadar çok çalıştığımız değil ne kadar meşgul olduğumuzdur. Yani hayatımızı paraya meşguliyetimiz kadar takas ediyoruz.

    Değinmek istediğim ikinci konuya tavuklar üzerinde yapılmış bir deneyi ve bu deneyin sonuçlarını sizinle paylaşarak girmek istiyorum.
    Purdue Üniversitesi’nden evrimsel biyolog William Muir yaptığı bir deneyle tavuklar üzerindeki verimliliği nasıl artırabileceğini araştırmak ister. İlk önce ortalama tavuklardan meydana gelen bir grup oluşturur, bir de aralarından seçtiği en verimlilerinden bir başka grup daha. Yani aslında tavuklar vs süper tavuklar gibi bir karşılaşmanın sonuçlarını araştırır. Ortalama tavuklardan oluşan grup 6 kuşak boyunca kendi hallerine bırakılır, diğer grupta ise her yeni jenerasyonda aralarındaki en verimli olanlar seçilip sadece onların üremesine izin verilir. Yani genetik anlamda mükemmel tavuklar elde etmektir amaç. 6 jenerasyonun sonunda, ilk gruptaki tavukların gayet iyi ve sağlıklı oldukları ve hatta yumurta verimliliklerinin de bir hayli arttığı gözlemlenir. Buna karşın süper tavuklar grubunda sadece üç tavuk hayattadır. Bu üç tavuk geri kalan bütün tavukları gagalayarak öldürmüşlerdir. Bireysel anlamda verimli bu tavuklar, başarılarını diğerlerini baskılayarak elde etme yolunu seçmişlerdir.

    Sanırım büyük çoğunluk buna katılacaktır ki şu anda şirketler, ülkeler, okullar ve hatta aileler bile süper tavuk metodunu kendilerine yöntem olarak belirlemiş durumdalar. Sürekli bir yarış, sürekli bir rekabet, sürekli bir hırs ve üstünlük mücadelesi… Teoride bu mücadelenin sonucunda belirlenecek “en iyiler” başarılı sayılıp, bütün gücü ve kaynakları kendilerinde toplayacaklardır. Ancak William Muir’in deneyi apaçık gösterdi ki bu metot saldırganlık, gerilim, işlevsizlik ve israfı da beraberinde getirdi.
    Kulağa romantik gelebilir ancak buradaki sorunların çözümünde ortaya çıkan terim yardımlaşma, dayanışma ve birliktelik. Nasıl insanlar olarak birlikte yaşamayı öğrenmemiz gerekiyorsa ve hatta doğayla da birlikte yaşamayı öğrenmemiz gerekiyorsa, birlikte çalışmayı da öğrenmemiz gerekecek. Arkası boş takım ruhu, sinerji gibi samimiyetsiz kavramlardan bahsetmiyorum, gerçekten dayanışmayı sağlayabilmekten, başarılarımızı başkalarının başarısızlıkları üzerine kurmaktan vazgeçmekten bahsediyorum. Eğer süper tavuklar olmaya çalışmayı bırakıp, üstümüzdeki bu gereksiz gerginliği bir atabilirsek birbirimize neler katabileceğimizin hiç bir sınırı yok.

    Bu platform da aslında bunun çok güzel bir örneği...