1. 7 haziran seçimlerinde oy verdim, 1 kasım'da ise oy veremedim (ikametgahım türkiye'deydi, ben değildim). Partilerin oligarşik bir örgütlenme alanı haline geldiği bir ülkede, Hdp bir arayışı temsil ediyordu. memleketin batısındanım; mavi anadolu ezgileri taşıyan, helenistik güzellemeleri diline dolayan türküleri beğenmekten geri durmam ve bu coğrafyanın lehçelerinden biri olan türkçe'deki demokrasi kavramının demokratia'nın semantik mukabili olmadığını bilecek durumdayım (aslında burada demokrasinin tüm dillerdeki modern kullanımını işaret etmekte fayda var, muhtemelen bir Yunan bugün bir ingiliz veya amerikan'ın demokrasi dediği şeyle alay ederdi).

    Bugün ellerimdeki kiri hissediyorum; o kiri hissediyorum ama bu kirin sadece hdp'ye oy verenlerde olduğunu düşenlere de şaşırmadan edemiyorum. Çünkü kendi tırnaklarının arasındaki karartıyı görmüyor, o ellerle sofraya oturuyor ve kendilerini uyaracak bir anneye (maddi-manevi otoriteye) ihtiyaç duyuyorlar. Başımızda bizi şefkatle uyaracak bir anne ya da masadan tokatla kaldıracak bir baba yok ortada. Baş köşesi olmayan yuvarlak bir masada (veya sinide) eşit yurttaşlar olarak oturmamız gereken bir sofra burası. Temizlenmenin birinci koşulu kirliliğin bilincine varmak. Biraz muhafazakar arkadaşlar için şöyle ifade edeyim, abdest almak için önce abdestinin olmadığının farkında olmak lazım. Peki bu pejmürdelik neden? Herkes sofraya musallat olan o günahtan kararmış ellerini etekli pazar satıcısının görünmez eli mi zannediyor? Komşusunun samanlığına sönmemiş izmarit atan bizler, Rönesans bahçelerinde büyümesini imrenerek izlediğimiz çocukların bize nasıl baktığını göremeyecek kadar kör yerine mi koyuyoruz bu sofradakileri ?

    Gerçekten herkes masumsa bu kan kokusu nereden geliyor? Herkes peygamber ahlakını kuşanmışsa kim bu şeytan ve bunca peygamber nasıl oluyor da şeytanı alt edemiyor? sürüp giderken unuttuğumuz ama yaşamın dinamiğini oluşturan bir gerilim var iyiyle kötülük arasında. Üstelik bütün dinler (sistematize edilmiş ahlak öğretileri), insana nasıl kötü olunmayacağını öğretir, iyilik adına verdiği sadece bir peygamber, bir idolde vücut bulan idealdir. Oysa şeytanın ne denli ileri gidebileceği her zaman bir muammadır. Bu sürünceme için (bkz: nietzsche üzerine - georges bataille) .

    Antik Yunan'da politikanın vuku bulduğu yer olan polis, şiddetten ari bir yerdir. Şiddetin olduğu yerde politika olmaz. Hal böyle olunca egemenliği elinde tutan devletin bütün ideolojik şiddet aygıtlarını denize indirdiği sırada hangi sessiz kalanı suçlayacağız, hangi avazı çıktığı kadar bağırana inanacağız? Meselelerin kan davasına döndüğü veya döndürüldüğü yerde hangi akl-ı selimden hangi politik münazaradan bahsedilebilir? Mesele kürt sorunu, bölgede akp-hdp çekişmesi değildir, mesele türkiye'deki herkes için geçerli olan bir farkında(sız)lık ve ifade (edemeyiş) sorunudur. Birilerinin sürekli terörist ilan edilmesi gerekliliğini başka türlü açıklayamıyorum. Aşırı korku (terreur) tutkunu muyuz, yoksa korku üzerine korku inşa ederek zirvesine ulaşamadığımız bir tırmanışın rekorunu diğerlerini aşağıda tutarak mı korumaya çalışıyoruz? Umarım insanlar kuşandıkları silahlarını birbirlerine doğrultacağı zaman gelmeden, bir an evvel karşılarındaki zıt görüşten insana ''abi ben sana laf anlatamıyorum'' serzenişinin bile ne kadar kıymetli bir politik yakarış olduğunu anlarlar.