1. evet, bu bence bir beceri. bir noktadan sonra çok da zorlamamak gerek. hatta istisnaları bir kenara koyarsak cinsiyetler üzerinden yapılan ayrımlara da katılmamak elde değil.

    evimin çalışma odası sitenin küçük bir oyun parkına bakıyor. çocuklar özellikle haftasonu cıvıl cıvıl, onların sesleri ile çalışmaya çalışmak, yazmaya yeltenmek harika^:ağlamıyorum, kulağıma çocuk kaçtı!^ bir deneyim!

    dün balkonda sigara içerken bir grup veletin muhabbetine önce tanık sonra dahil oldum. konuşma dilinde yazayım, kolay olsun:

    oğlan: beşiktaş'ta bi futbolcu var, adı bek, hem de bek oynuyo, ne komik dimi? ehehe!
    ben: o bek o bek değil ama...
    oğlan: nasıl?
    kız: anlamı başka diyo salak şey! abla, bek oynuyo dedikleri be - a - ce - ke olan bek dimi?
    oğlan: oğuzhan! basket sahası açıksa oynayalım mı?

    oğuzhan'la oğlan gittiler, kız olanla ben o bek hangi bek, hangisi nasıl yazılıyor az daha lafladık...

    ileride oğlum falan olursa, boşver annecim diyeceğim, git babanla maç izle, topunu al bahçeye falan çıkın...

    o zamana kadar duolingo
    mesut
  2. bu konuda yeteneksiz olduğumu biliyorum. ispatlı bir süper lise geçmişim var. sınıf mevcutu 40 idi ve kafası basmayan bir kaç kişiden biriydim. turistik bir bölgede yaşamadığımız için "are you kola?" deme şansımız da olmuyordu. dil öğrenme çabama en büyük katkı guns'n roses "don't cry"'ın yer aldığı albüm olabilir. kaset kapaklarının çarşaf gibi şarkı sözlerinin yer alması ingilizce öğrenme heveslisi biri için en büyük kaynaktı işte. o çarşaf aynı şekilde geri katlanamazdı ama olsun.

    bir ingilizce hocası; "çocuklar ingilizce öğrenmenin ilk kuralı türkçe düşünmeyin" demekten geçer. nasıl yani? ben türkçe de düşünemiyorum!, hocanın ne demek istediğini yıllar sonra fatih terim'in ingilizcesini dinlerken anladım. "i don't want to see the back" diyordu ya fatih terim. "what can i do, sometimes. it is the football, that is the football. " ile devam ediyordu. biz ne diyorduk en fazla "talk to me softly there is something in your eyes"...

    lise 1'e geçince matematik, fizik, kimya derken ilk 3'e girmeye başladığımı görünce demekki sorun ben de değil sadece ingilizce'de imiş. olmaz olsun böyle dil. sınıf sonuncusu kimlikten yavaştan kurtulmaya başladığım için mutluydum. dil öğrenme mecram "use your illision"'dan lost repliklerinden jack'in "where are we?" ile "we have to go back kate" şekline evrilse de vazgeçmemem gerektiğini öğrendim.

    ve yıllar geçince sağa sola seyahatler ile "hi friend, can i take two beers please?" veya "can you offer another else?" demenin çok da zor olmadığını farkettim. son nokta ise ingilizce öğrendim diyebilmem için mutlaka bir film spoiler'ını ingilizce vermem gerekir. henüz o mertebede değilim. "i am studing so hard, maybe i can try"
  3. böyle bir beceri-kanımca-yoktur. şurada da bahsedildiği üzere kendi diline hakim olmayan bireyler yabancı herhangi bir dile karşı daha dirençli olurlar. bu anlamda diğer bir dili öğrenme süresi uzar. bu da beceri düzeyi olarak adlandırılır ki bence yanlış bir derecelendirmedir. kendi dilinde yeterlilik sertifikası istenmediği halde yabancı bir dilin yeterliliğini almaya çalışmak teknik olarak anlamsızdır. diğer bir deyişle, kendi diline hakim olup olmadığı test edilmeyen birine yeni bir dili anlatıp bunu da "dil öğrenme becerisi" olarak nitelendirmek anlamsızdır. ülkemiz dışında birçok dünya ülkesinde de yabancı dillere karşı olan yaklaşım benzer şekillerdedir. fakat, çoğu dünya ülkesi genç beyinlerin kendi dillerini erken yaşlarda ileri bir şekilde kullanabilmeleri sağlayan tekniklerle çalıştırdıkları için bu ufak beyinler liseden mezun olduklarında latince dahil bir - iki avrupa dilini kullanabilir seviyeye gelmektedirler. bu durum kabul edersiniz ki onların dil becerisine sahip olduklarını göstermediği gibi bizim de bu yeteneğe sahip olmadığımızı göstermez. fakat bu durum açık olarak kendi dilimizin eğitimine ne derece önem verdiğimizi gösterir.

    dil hususunda bir beceriye ihtiyaç yoktur. yeterli ve yerinde eğitim ile birden fazla dil konuşmak hayal değildir.