1. 24.12.2016

    güzel kızım,

    seni karnımda tutmaya çalıştığım günlerdeyiz. içimde kıpır kıpırsın. yaşam enerjin yüksek olacak galiba. az yol kat etmedin, kolay değil. yaşama tutunmaya çalıştığını içimde hissettikçe mutlu oluyorum. bir hafta sonra yedi aylık olacaksın. pek çok risk ortadan kalkacak aslında. yine de seni birkaç hafta daha içimde büyütmem ne kadar iyi olacak bilsen. aceleciliğin bana, nazlılığın babana benzeyecek galiba. babanı tam olarak tanıyıp tanımadığını bilmiyorum. eve gelip seninle konuştuğunda tekme atıyorsun, sanırım sesini tanıyorsun babanın.

    baban, dünyanın en iyi kalpli insanı. öyle temiz ki dünyası, şakaları bile gerçek sanıyor bazen. baban gelişini dört değil sekiz gözle bekliyor aslında. senden bahsederken gözleri parlıyor. hem heyecanlı hem meraklı sana dair. öyle sert, otoriter bir baba olması biraz zor gibi. öyle sakin, öyle iyi. arabalarıyla oynamak istersen kıskançlık yapabilir belki. idare et sen de. benden sana küçük bir tüyo: idare edilmeyi seviyor baban.

    bugünlerde iyice sertleşti tekmelerin. az önce bir tane daha attın, aman tanrım. dışarıdan bile görünüyor karnımı nasıl harekete geçirdiğin. şimdi raporluyum sen yaşama daha iyi tutun diye ama okuldayken attığın tekmeleri öğrencilerim bile hissediyordu. tutup elini seninle buluşturduğum çocuklar mutluluktan, şaşkınlıktan, gülmekten kendilerini alamıyorlardı. seninle konuştular, seni sevdiler şimdiden. dün belis, ayşem, elif ve deniz ablan geldiler. ben tatlı yiyince sen çok mutlu olup tekmelemeye başlıyorsun diye pasta almışlar. tatlı yediğimde içimde fırtınalar kopuyor sanki, öyle mutlusun. bir de ataol behramoğlu okula gelmiş bir gün önce. "kızıma mektuplar"ı var onun. sana ve bana imzalatmışlar düşün. ilk ortak kitabımız seninle. birer de mektup yazmışlar, okusan ağlarsın. laf aramızda, ağladım ben. akşamüstü sana şiir okudum. kitaptaki bütün şiirleri daha doğrusu. ne güzel dinledin sakince. beğendin galiba, bitince tekmeledin yine. ataol behramoğlu ayrı kalmış kızından. ona olan sevgisini, özlemini, yokluğunun verdiği acıyı öyle içten yazmış ki... dilerim biz hiç uzağına düşmeyiz senin.

    doktor, "bebeği almak zorunda kalabiliriz." dediğinde öleceğim sandım. deliririm herhalde dedim kendi kendime. yapacağın yaramazlıklarla delirt bizi, evi dağıtman, kitaplarımı karalaman, babanın araba koleksiyonunu ya da televizyonun ayarlarını bozmanla delirt ama ne olur yokluğunla değil.

    korkmuyor değilim. öyle bir ülkede, öyle bir dünyada yaşıyoruz ki korkmuyor olmam mümkün değil. senden önce bütün insanlar için korkuyor, endişeleniyor, üzülüyordum. şimdi en çok senin için. nasıl bir ülkede yaşayacak, nasıl eğitim alacak, nasıl büyüyeceksin? iyi anne baba olabilecek miyiz sana? her şey kötüye gidiyor maalesef. varlığınla, adın gibi ilkeli duruşunla, yaptıklarınla hep iyiliklere vesile ol dilerim. kötülük çok kolay kızım. kötü olmayı seçmek, kötülük yapmak dünyanın en kolay işi. sen zor olanı seç canım kızım. elinden ne kadarı gelirse o kadar olsun ama lütfen iyiliği seç.

    aslında böyle ışık ışık, pırıl pırıl sözler yazmak isterdim sana. nasıl desem? minik ellerini arkaya atışını, ince ayaklarını, uykuya dalışını, uyanışını, gözlerini açarken gülümseyişini nasıl merak ettiğimi mesela. babana benzesen keşke. hamileyken en çok kime bakarsan bebeğin o kişiye benzermiş diye hep babacığına bakıyorum. ben babamı çok severim, sen de çok sev babanı. hem o kadar şanslısın ki... dünyaya geldiğinde, onu tanıdığında anlayacaksın söylediklerimi.

    sabah oluyor. seninle ilk sabahlayışımız değil bu. anneanneni dedenin yanına gönderdik dün. şimdi babaannenlerdeyiz. hepsi iyi insanlar. herkes seni bekliyor. deniz ablan her aradığında  "hala bebek çıktı mı?" diye soruyor. yaz bebek, bir buçuk aylık kuzenin senin, tombiş olmuş şimdiden. görsen öyle tatlı ki öpüp koklamalık. onun sesini dinletiyor sana baban. amcanın bir tanecik kızını iyi tanı diye biraz. 

    cici kızım, yine yazacağım sana, yine şiir okuyacağım, yine bir şeyler anlatacağım. beni dinlemekten bıkma olur mu? şimdi dinlen biraz. önümüzde uzun bir yol var. hadi tutun güzel kızım, tutun hayata. "çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır / ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana."
  2. merhaba sevgili bebe. bugün ultrasonda seni ve cinsiyetini gördüm. çocukken en sevdiğim çizgi film kahramanı casper idi. bebik sen de caspera benziyordun bunu ayırt edecek bilinçte değilsin şu an biliyorum ama caspera benzeyen bir bebe olacağını düşünüp kendi kendime gülüyorum. bugün isim konusunda yer yer hıyarlaşan babanla tartıştım ama hiç sorun değil tabi ki ben kazandım ,adamın ciğerini sökerim bilirsin. henüz sana dokunmadan beni mutlu edebildiğin için sana öbek öbek teşekkürler evlat.
  3. belki yazıp bitirdiğimde yollarım bu başlığın altına, belki de utanırım bu yazdıklarımdan. ne zaman aramızdaki buzları eritmeye başlasak, o zaman ekleniyordu her şeyin üzerine o bağırışların, karşı koyuşların. kendi doğruların, inançların yüzünden her zaman beni kısıtladın. baş kaldırmaya çalışırsam ekonomik baskıyla tehdit ettin. ama artık ben çok sıkıldım babacığım, artık ben bu sessiz kavgadan çok sıkıldım. kendi korkularını benim önüme ve daha beteri benim hayallerimin önüne bir engel olarak koymandan yoruldum.

    lise bitsin, başka şehre gideyim rahatlarım diye düşünürken; üniversite bitsin, ekonomik olarak kendi ayaklarım üzerinde durayım diye bekler olduğumu fark ettim. bunu fark ettiğimde de direnmeye başladım. halbuki biraz yüzüme gülsen, bi'omzuma vurup "tamam oğlum, dediğin gibi olsun, ama şuna şuna dikkat et." desen, omzuma vurduğun için elin taş olmaz, yüzüme güldüğün için karizman çizilmez, bana tamam dedin diye "baba" sıfatın zedelenmez. oysa bunu pek yapmadın. hiç yapmadın. kırk yılda bir, bir şeyler yapmak isterdim ve bunu yapabilmek için zorla iznini aldığım zamanlarda bile yapacağım işi burnumdan getirmek için elinden geleni yaptın. aslında öyle büyük isteklerim de yoktu, dedim ya.

    bütün bunları seninle konuşabilmeyi çok isterdim. ancak bana oğlun gibi değil de, yakasından yakaladığın o suçlulara davrandığın gibi davranacağını, bana bağıracağını bildiğimden hiçbir zaman buna cesaret edemedim. oysa bana dik durmayı öğretmen gerekirdi. bana öğrettiğin şey baskılara boyun eğmekten ötesine geçmedi. ne zaman sana baş kaldırmayı düşünsem korktum. ama ben de sıkıldım artık senin bu tavırlarından. bu yüzden canını sıkacak şeyler söylüyorumdur belki.

    her neyse. belki bir gün bunu okursun -ki sanmıyorum, hayatın boyunca, böyle bir sözlük olduğundan haberin bile olmayacak muhtemelen-. eğer kıracaksa bu direniş baskılarını, kalbini kırıyor olmam umurumda değil, bunu bilmeni isterim. çünkü ben çok isterdim senden korkmadan seni sevmeyi. ama hiçbir zaman bunu yapamadım, yapamadık yani. yine de özür dilerim.

    hiç "oğlum" demesen bile, oğlun.
  4. yıllar da geçse
    üzerimizden türlü badireler, türlü hatıralar da geçse,
    kader-yazgı-tanrı-karma-bir güç-hayat... her ne dersen de, o yolumuzu bir gün hiç birleşmemek üzere ayırsa da...

    21 ağustos'u 22'sine bağlayan o gece sana iyi ki o mesajı atmışım... 1.5 seneyi aşan şu iniş-çıkışlı birlikteliğimiz ve tanışıklığımız hep minnetle anacağım hatıralar olarak kalacak. yaptıklarımıza, yapamadıklarımıza dair keşke'lerim de oldu elbet... ve sen, öyle bir şeysin ki, hem iyi ki'm hem keşke'msin benim... bu satırları gördüğünü veya okuduğunu varsaysak bile senin nazarında hiçbir ehemmiyeti olmadığı kanaatindeyim. ama nazım demiş ya hani "elmanın da seni sevmesi şart mı?" diye... öyle işte...

    hayatımda bir kez kocaman sevmiştim ben... ondan sonra asla sevemem sanıyordum ve sen işte benim bu sanrımı paramparça ettin, ondan sonra da sevebileceğimi öğrettin, öyle bir öğrettin ki... neler geldi geçti hala sen geçmedin... geçecek gibi de değilsin... geçmeni de istemiyorum zaten... bir gün gelip birbirimizin olacağımıza inancım hiçbir zaman zedelenmedi benim. o, sana ilk "seni seviyorum" dediğim andan itibaren hiçbir zaman umutsuzluğa kapılmadım bu hususta.

    seni çok özlüyorum... beni sevdiğini söylediklerini, beni özlemelerini, iki dudağının arasından çıkacak güzel birkaç cümle lafı çok özlüyorum. özlüyorum sevgi dolu bakışlarını, gülüşlerini ve kıskanışlarını... hayalleşmemizi, gelecekteki hayatımızı planlayışımızı ve o günlere duyduğunu sandığım inancı, kısaca seni ve sevgini, varlığını çok özlüyorum...

    hasretin bir gün dineceği inancıyla yaşıyorum her gün. seni arıyorum bazı bazı farklı bedenlerde, farklı insanlarda... hiç kimse sen değil, hiç kimse senin gibi değil, hissettirdiklerinin zerresini umut dahi ettiremiyor hiç kimse...

    seni anlattıklarımdan, sevgini kıskananlar oluyor... nazar değecek diye korkuyorum... nasıl bir lanet sevgi ki bu bendeki, vazgeçilmiyor ve vazgeçmek dahi istenmiyor... uyuşturucu bağımlısının her geçen gün daha da çok arzulaması gibi bağımlısı olduğu maddeyi... öyleyim sana ve sevgine karşı...

    gün olur, karanlıklar yerini aydınlığa bırakır, üzerimize güneş doğar ve güzel bir geleceği ikimiz, sadece biz inşa ederiz diye umut ediyorum.

    umut konusunda, babamın anlattığı güzel bir hikaye var... o uzunca hikayenin sonunda bir eşşek var ve o eşşek sucuk yapılmadan az evvel gülümser ve yaşama dair umutsuzluğun yer olmadığını şu cümlelerle anırır yanındaki arkadaşına: benim hala umudum var... o eşşek sucuk olmuş mudur yoksa bir şekilde kurtulmuş mudur bilinmez ancak, umutsuz yaşanmayacağını bir kez daha anlatmıştır.

    bilinmez, sucuk mu olurum, yoksa umduğumu mu bulurum... ama karıncanın da dediği gibi en azından bu uğurda can veririm...

    seviyorum seni kadın, mutsuz ettiklerinde de beni...
    hatta en çok mutsuz ettiklerinde...
    umursamaz tavırlarınla yoksaydıklarında...
    olmayacak, olmaz, yok deyişlerinde seviyorum seni en çok...
    hal böyleyken seviyorum seni...
    bir de seviyorum dediklerinde nasıl severim sen düşün,
    hesap edemezsin.

    hiç olmasa da, bir gün olsa da,
    bir gün olup sonra daima ayrılsak da,
    hasretin ciğerime kor alevler dağlasa da,
    hasretinin dağladığı kor alevi seviyorum...

    şairin de dediği gibi "mutlu aşk yoktur" ya hani,
    ben senin bahşettiğin mutsuzluğu seviyorum...

    öpüyorum gülüşünün kıyılarını kadın...
    bir gün mutlaka...
  5. alabama'dan monroe'ya...

    Konuştuk seninle bugün. Çok uzun zaman sonra, ilk defa. Okumak da dinliyor gibi hissettirdi. Yazdıklarını duydum, gözlerim ruhsuz, bazı denklemler bir araya geldiği için çalışan bir sayfaya değil de, dudaklarının her bir harfe göre kıvrılışına, açılıp kapanışına bakar gibiydi. Konuştuk bugün. Bir şekilde, bir sebepten. Uzundu, sorular içindeydi. Oysa en çok merak ettiğim şeyi sormadım sana. Bir gün olur, okursan eğer, nasılsın?

    Beni neden hiç sormadın? İhtiyacım vardı buna. Yok olacağını bile bile, alıştırmanı isterdim. Ölmek gibi. Gözünün önünde tükendiğini gördüğün biri için de çok acı duyarsın, fakat anlarsın ki gidecek, hatta gittiğinde acısı bitecek. Teselli olur, avunursun. Oysa hayat dolu bir insanın, daha dün kahkahalarıyla kalbini çınlatan taze bir insanın intiharı… ani olan her şey gibi acı, kötü. Kötü olan her şey gibi apansız, birden bire… intihara şahit olmak değil, veda edebilmek isterdim. Nasılsın?

    çok uzun zaman oldu savruluyorum. Kumaşım nasıl inceldi, adileştiyse artık, hiçbir yerde tutmuyor dikişim. Mutluluk şans işi, anladım. Huzuru bulamıyorum. Hayal etmekten çok uzakta, yalnızca razı olarak, ikna olarak yaşıyorum. Bir de bolca rezil oluyorum. Anneme, bilene, bilmeyene. En çok da kendime. Nasılsın?

    Ne kadar uzaklaşsam da kaçamadığım şeyler var. Bunu çok, çok uzaklaşarak bir kez daha anladım. Çalışmam lazımdı, çok işe girdim, çok işten çıktım. Çok hakkımı yediler, çok yanlışlar yaptım. Tuvaletlerde, sokaklarda, tezgahlarda çok ağladım. Kendimi ezdim, kendimi ezdirdim, küçük düştüm, düşürttüm.Nasılsın?

    Ne kadardır yoldayım bilmiyorum. Bir otel buldum, seninle bisiklet sürdüğümüz yerdeymiş. Bulaşık yıkayacaktım, orda kalacaktım, üstüne anneme de harçlık yollayacaktım.geceleri okuyacak, düşünecek, kendime gelecek, iyi olacaktım. Durmadan onsekiz saat yol aldım. Nemden olacak, hatıran üstüme yapıştı. Ağladım hatrıma geldikçe gülüşlerimiz. Isparta’da kocaman bir göl varmış, aynı deniz gibi, geçerken gördüm. Ne vardı beraber görseydik… Nasılsın?

    Aylarca kalırım diye düşündüm, çok eşya götürdüm. Çok kitap götürdüm, senin en sevdiğin elbisemi götürdüm. Çok ağırdı, çok yoruldum. Bir kere düştüm. Patron beni aldı, arabada yanına oturmadım diye bozuldu. Sorumlu diye diktikleri bücür sürekli yerimi ve haddimi bilmemden bahsetti, nerde duracağımı bilirsem hiç sorun yaşamazmışım. Patron maaşımı kıza sorduğum için beni azarladı, “beni küçük düşürmeye ne hakkın var” dedi. Kıza sormadım, o sordu ben anlattım dedim, dinlemedi. Otel inşaat içindeydi, mutfağı gösterdiler, yerler bile yağ bağlamıştı. “patron aşırı titizdir, temizliğe çok önem verir” dedi örümcek bağlamış kaşıklıkları gösterirken. Odamda köpek pisliği vardı, içerisi hayvan kokuyordu, karyola terden renk değiştirmişti. kaşındım, Ağladım, yıkandım, kaçtım. Nasılsın?

    Annem aradı, ağladım. Korkmuş o da, bana bağırdı. Sizin eve gitmek istedim, çok yakındı. Annen bana bir yatak yapsın, biraz sevsin, soru sormasın istedim. Taksiye bindim, çok para tuttu. Bizim buraya bilet bulamadım. “Ankara’ya yok mu?”dedim. “Yok” dediler. “ayakta bile giderim, nolur götürün beni ankara’ya” dedim. Bir daha sikseler binmeyeceğimi söylediğim firmanın otobüsünü bekledim, yazıhanede otrudum, ağladım. Seni düşündüm, beni yolcu ettiğin, gelmemi beklediğin anları düşünüp güldüm, ağladım. Anneme kaçıncı rezil oluşum, saymaya çalıştım, ağladım. Biri beni durdursun istedim, ağladım. Evimden yirmi saat uzakta, ortaokuldayken Baki hoca’nın, platonik aşık olduğum çocuğun da olduğu bütün sınıfın içinde “ayakkabı yardımı olacak sarcasm, ayak numaran kaç?” demesinden sonra tuvalette ağladığımdan daha çok ağladım. yine bana, kendi halime. bir arkadaşıma buraya çalışmaya geleceğimi söylediğimde "bi sakin ol kızım, bi dur durduğun yerde be..." demişti. onu hatırladım, hak verdim. "keşke..." dedim, sustum. Nasılsın?

    Üstümdeki bütün parayı verdim muavine. Keşke vermeseydim. Bütün yolu plastik tabure üzerinde gittim. Neyse ki yüzüme boşalan olmadı. Her ihtimale karşın bir gözüm muavinlerin sağ elindeydi. Solak olabilecekleri ihtimalini de düşündüm tabi, şüphe her şeydir. Sol ellerine de baktım ara ara. Genelde boşluktalardı. Ağzımı kapalı tutmaya çalışarak uyumayı denedim. Belim ağrıdı, denemekten vazgeçtim. Tırnaklarımı yedim, orta kapıyı seyrettim. Hayatımda hiç olmadığı kadar yalnız hissettim, ürperdim. Vücudum ağrıdan uyuştu, içim geçti. Rüyamda annemi gördüm, çok utanıyordum. Uyandım, hala mahcuptum. Ankara’ya vardım, yağmur yağıyordu. Mahcuptum, çok yorgundum, kimseyle konuşmamaya karar verdim. Nasılsın?

    cause i, la la la la...

    “yatağın hazır, geldiğinde ara, gir güzelce dinlen” diye yazmış arkadaşım. Valizin kolu koptu, eğilerek sürükledim. Çantam, el valizim çok ağırdı, hepsini sırtlandım. Yarım saatlik yolu 1.5 saatte yürüdüm. Su içtim, soğukmuş, titredim. Varınca hediye ettiklerin dahil bütün kitaplarımı mehtap’a vermeye karar verdim. Vardım, yıkandım. “ne güzel, kutu kadar ev” dedim, ankara'daki kendimi özledim, evin hürriyetine imrendim. mehtap’ın hazırladığı pijamaları giydim. Annemi özledim, bir daha utandım, uyudum. Rüyamda tam özür dileyecekken kahvaltıya uyandırdı mehtap. Sustum, yedim. Konuştuk da. “ne işin var öyle işlerde?” dedi, “bilmem” dedim. Seni sordu, anlattım. Sana hak verecek oldu, kızdım, ağladım. O gitti, ben bütün kitaplarımı ona bıraktım. Bütün elbiselerimi attım. Senin en çok sevdiğini atamadım. Sonra onu da attım. Sonra seninle konuştuk. Çok uzun zaman sonra, ilk defa. Okumak da dinliyor gibi hissettirdi. Yazdıklarını duydum, gözlerim ruhsuz, bazı denklemler bir araya geldiği için çalışan bir sayfaya değil de, dudaklarının her bir harfe göre kıvrılışına, açılıp kapanışına bakar gibiydi. Konuştuk bugün. Bir şekilde, bir sebepten. Uzundu, sorular içindeydi. Oysa en çok merak ettiğim şeyi sormadım sana. Bir gün olur, okursan eğer, nasılsın?

    Ağladım yazdıklarını okurken, yazdıklarımı yazarken. Bunu fark edemeyeceğin kadar duygusuz, gaddarca şeyler yazdım üstelik. Annem biletimi almış, fotoğrafını yolladı. “seni seviyorum, dikkatli gel” dedi. Düşündüm, dudaklarımı yedim. Sonra yüzümü yıkadım, sokağa çıktım. Çok özlediğim bir arkadaşımla buluştum. Bana kahve ısmarladı, sigara içtik. Kaçırdım ucunu, midem bulandı. Çok uzun zaman sonra ilk defa nefes aldım Ankara’da, her şeyi yeniden yapabilirmişim, baştan başlayabilirmişim gibi geldi. Kendime kırgınlığım azaldı, geriye bir tek anneme yapacağım telafi kaldı. Konuştuk, öpüşüp ayrıldık. Az kalsın otobüsü kaçırıyordum. Koşmaya halim kalmadı. Valizim çok hafifti, ağır olan başka şeyler vardı. Günlerdir yollarda, orda burda olduğumu fark ettim. Susadığımı, durmadığımı, düşündüğümü fark ettim. Yolun ortasındaydım, düşünmekten vazgeçtim. Koşmaya başladım, hafifleyince yetiştim. Alnımı sildim, alnım sabaha kadar dövülmüş gibi acıyordu. Taburenin üzerindeyken otobüs sarsıldıkça alnımı merdiven koluna çarptığımı hatırladım, boşverdim. Nasılsın?

    Çok yorgunum, eve dönüyorum. Hiçbir şey olmadan, niye gittiğimi anlamadan dönüyorum. Uyuşuk sinekler gibi vızıldayıp, oraya buraya çarpa çarpa uçuyorum. Bir şeyler var, yüzleşemiyorum. Bir his var, tamamlayamıyorum. Senden, bütün hatalarımdan, acizliklerimden kaçmaya, bir seferde tertemiz olmaya çalışıyorum, kendimi başka tozlara bulanmış buluyorum. En son ne zaman iyiydim, en son ne zaman kararlı ve kuvvetliydim hatırlamıyorum. biri beni durdursun, bu savrukluk, akla mantığa sığmazlık, bu kendine hayrı olmayan sürükleniş bitsin istiyorum. Hayal edemiyorum. yalnızca Razı olmaya, ikna olmaya dönüyorum.

    Ben çok konuştum, biraz sen anlat artık ne olur. Nasılsın?
  6. senden sonra çok sabrettim. yıkılmadım. sustum!
    yoktun, olmadın! bu yüzden sana değil terkedişine küstüm!
    ama bir umuttu hep aynı koridorda yüzüne "yalan bir tebessümle" bakmamı sağlayan.
    dinleyeceğini bilsem ne güzel şeyler söylerdim oysa.
    "seni belce kız plajına anlattım" derdim mesela...
    bütün gün ben sustum, belce kız sustu.
    o altın saçan güneşin beyaz deniz kumuna yansıyan, meryem ana mavisi tertemiz dalgaları bile sahile vurmaktan vazgeçti, uykusuz gecelerimin sebebi "terkedilişimin" yasını tuttu.
    sevgi dediğin ne ki?
    "ben senin saçını kokladım be hatun!"
    sen bilmezsin, her piyano çalışımda ben seni düşündüm...
    sonra piyanoyu, şarkı söylemeyi, sigara içmeyi bıraktım.
    müslüm bile dinledim! gecenin üçünde.
    ne beddualar ettim bir bilsen, "be vicdansız!" der isyan edersin.
    ama merak etme. kıyamadım, her bedduaya karşılık, her sabaha tövbe ettim.
    bilmezsin sen. yokluğunun verdiği acının büyüklüğünü anlatsam sana, güler geçersin!
    katran karası siyaha konmuş kar beyazı toz parçalarına yazmıştın ya hani adını, işte o gün, varlığını bilmeden yokluğuna hasret kalmıştım!
    ne kızdım kendime ama ne kızdım, ah bir bilsen...
    sensizliğin öyle ağır geldi ki bana, kaçamadım bile.
    öyle yıkıldım ki senin aldığın her nefese, düşmanım bile insaf etti bana.
    yeni aşkına geç kalmamak için, aceleyle tuvaletten çıkarken unuttuğun gözlüğünü, anlam bile veremediğim bir hissiyatın kurbanı olduğumu bilerek aldıktan sonra "neden günlerce avuçlarımda sakladığımı" hiç düşündün mü?
    güneş başını ağrıtır, "adım gibi eminim!" bir ben bilirim.
    uğraştım ama! hastalıktı senin yokluğun, kabullendim!
    nasıl ayrılığımızın ilk günü sustuysam, öyle sustum!
    ilaçlar, doktorlar, arkadaşlar...
    ne geceler eskittim, bir ben bilirim!
    en şirin halinle,
    kahkahalar atarak,
    "aşkım!" diye hitap ettiğin, o sahte gülüşü cenazeyi andıran varlıkla,
    şakalaşarak yürüdüğün o yola dökülen gözyaşlarını sustum sana...
    anlamadın!
    sen hiç anlamadın beni. sana olan yoksunluğumu, sana olan yalnızlığımı...
    olmadı be!
    çok ağladım, çok sızladım...
    ilaçların üstüne ne sarhoşluklar çektim "cila" niyetine, olmadı.
    yine bir sözünle yıktın beni. tam da "yoluna koydum artık" derken...
    ama o kadar kırgınım ki sana, "aşkından ölüyorum" desen dönüp bakmam suratına.
    çünkü; her gördüğünde "hiç var olmamış" gibi davrandığın bu adam, varil ateşinde şarap içtiğin o geceyi unutmamak için neler kaybetti hiç düşünmedin.
    seni suçlamadım asla. suçlu da benim. sen gittin, zaman geçti, insanlar öldü, insanlar doğdu...
    ama bu gün o cenaze ile aynı evde olduğunu söyledin ya!
    beni isimsiz mezarlara gömdün bilesin...
    şimdi karlar altında el ele yürüdüğümüz o yolu, kaba eti kırık 3-5 sedatif ilacın verdiği yetkiyi hiçe sayarak salya sümük yürüyorum!
    tam "hepsi bitti" derken, aynı yerde saydığımı farketmenin acısını yaşıyorum.
    lan şaka maka bak artık üzerinden yıllar geçti, inanmayacak hatta garipseyeceksin ama;
    yokluğunu artık midem kaldırmıyor...
    öğürüyorum falan ama "kusacak bir şeyim bile olmadığını" farkedince, sessizce oturup sakinleşiyorum.
    "beni sevdiğine inanmiyorum!" demiştin hani;
    ben senin saçlarını kokladım,
    her kapı ardına "sesini duyabilme umuduyla" kulaklarımı dayadım!
    sen olmasa bile kokun sinmişti okulun her koridoruna,
    rüzgarın bile öyle şiddetliydi ki, dizlerim dayanmadı!
    seni hayal etmenin ızdırabını sen düşün.
    ah! bir kere arkana baksan görecektin oysa ki, kaç kere "ölüyorum" diye dost sandıklarıma muhtaç kaldığımı!!!
    ben seni sevdiğim için yokluğuna hayaller kuruyorum be kadın!
    ama sana kızmıyorum! sadece susuyorum.
    çok zaman geçti üzerinden biliyorum. ama sen de bil ki;
    bu güne kadar bir kelime bile etmediysem tek sebebi var;
    hayran olmak sana, her nefeste ihtiyaç duymak "yokluğuna bile"

    olabilecek her olasılık için artık zaman çok geç, biliyorum.
    oku yada okuma umrumda değil.
    sadece tek bir konuda yanıldın;
    yıllar geçse bile, seni ilk gün olduğu gibi seviyorum...
    (2013'den bu güne o lanet 6 ocak akşamı hatrına)
  7. sevgili y. ,
    hiçbir mektuba hal hatır sormayla başlanmaz diye öğretmişlerdi türkçe derslerimizin hemen hemen hepsinde. fakat daha iyi bir başlangıç cümlem yok şimdilik. nasılsın?

    bana bunu her sorduğunda "iyiyim, çok iyiyim" derdim gülerek. sen de "ben de iyiyim ama merak etmiyorsun biliyorum" derdin, sana hep öyle bulaşırdım çünkü. uzun zamandır kimseye gerçek manada hissederek "çok iyiyim" demedim biliyor musun? üstelik çoğu zaman birilerinin nasıl olduğunu merak edecek kadar da yalnız hissediyorum kendimi, inanmazsın.

    nerden nereye y. benim mektup arkadaşım, yalnızca sesini duyduğum poşet asker arkadaşım. öyle sanıyorum ki sana yazdığım 32 sayfalık mektupla beraber yanında gönderdiğim kahveli misbon şekerden sonraydı bana ilk aşık olma anın. sana bir şey itiraf etmeliyim; hayatımda hiçbir erkek, ona aldığım yahut yaptığım herhangi bir şeye senin o şekere sevindiğin kadar sevinmedi. hiç öyle heyecanlanmadı. sevgilim dahil y. altı üstü rutin telefon konuşmalarımızın birinde çok ama çok sevdiğini söylemiştin, yalnızca aklımda kaldı. biri oldu sonra, onu mutlu etmek için aklımda kalanlardan fazla uğraştım, olmadı. neyse...

    sen de çok centilmendin ama. bana kütahya'dan yolladığın çini kül tablasıyla adana'dan yolladığın bir çift küpeyi o kadar uzun zaman sakladım ki, valla bak. en çok sevdiğim şeydir küpe, bilirsin, yani bilirdin. şimdi bir sürü var, gittiğim her yerden aldım iki üç çift. yine de senin gönderdiklerin kadar zarifini, güzelini bulamadım. sahi sen onları nereden almıştın, hiç demedin? gerçi desen ne olacaktı ki, kızma ama ben onları sevgilimle tanıştıktan bir ay kadar sonra geldiğim ilk sömestrda attım. küllüğü, küpeleri, mektupları da. soba vardı o zaman evde, orda yaktım. çok üzüldüm yaparken, sadece sevgilim bir gün görüp üzülmesin istedim, şüphe etmesin istedim. eski kız arkadaşıyla öyle tatsız şeyler yaşamış, o da aklımda kalmış işte.

    iki yıldan biraz fazla konuştuk seninle değil mi? sen benim yaş günümü hiç unutmazdın, bir de acayip erken kutlamak gibi bir komedin vardı, çok gülerdim. hatta o zamanlar çok yakın bir arkadaşım vardı, elif, hatırlarsın belki. sırf kıskançlığından, tam ders çalıştığımız bir anda zart diye pasta çıkarıp mum üfletmişti, doğum günüme yaklaşık 1 ay vardı üstelik. açıklamasını da "kimse benim arkadaşımın doğum gününü benden önce kutlayamaz" olmuştu. evlendi o da biliyor musun? çocuğu bile oldu, yaşını dolduracak yakında. ben daha hiç görmedim çocuğunu. elif'le de kötü kavga etmiştik zaten ta fakülte zamanında, bazen neyin bitip neyin yaşayacağını kestirmek çok güç oluyor.

    ben seni, senin beni sevdiğin gibi sevmedim hiç. o şekilde olmadı yani. çok çok gençtim, aramızda 8 yaş vardı yanlış hatırlamıyorsam. son iki yıldır olduğum biçimde yalnızdım o zamanlarda da. beni sevmen, alakadar olman güzeldi. başka türlü iyi bir şeyin gelişmesi şu anki düşüncelerimle bile mümkün gelmiyor. fakat şunu düşünmeden edemiyorum y.; seninle bir daha görüşemeyeceğimi söyledikten sonraki yılbaşı gecesi aradın beni, sen olduğunu biliyordum fakat sevgilime saygısızlık etmeyecektim, açmadım. sonra doğum günümde aradın yine, açmadım, üstüne mesaj gönderdin. bir kez daha rica ettim konuşmamamız için, "peki, bir daha rahatsız etmeyeceğim" dedin nazikçe. yalnızca iki yıl, maillerle, mektuplarla, uzunlu kısalı telefon konuşmalarıyla ve benim gençlik hevesimle şekillenen bir sürecin sonunda bile, hiç görmediğim bir erkek olarak varlığımı unutmadın. ondan bir şekilde haberdar olmak istedin. bunu niçin istedin? ya da yıllarımı yanında, fırsatını bulabildikçe koynunda, ayak ucunda, yanı başında geçirdiğim, çok sevdiğim, beni onu çok sevmeye ikna eden, sevildiğime bir saniye dahi şüphe ettirmeyen, "tamam,pes" dediğim her anda "daha yaşamaya başlamadık, geçecek her şey, ta ki yan yana geldiğimiz ilk anda bitecek" deyip beni bir sonraki güne uyandıran erkek, şimdi yaşıyor olup olmadığımı bile niçin merak etmiyor? niçin ona gidebilecek en olağan yolları bile kalbimle beraber kesip attı, kırdı, çiğnedi? beni bütün soruların cevapsızlıklarıyla, geceaşırı nükseden "hiç durmadan savrulacağım galiba" sancısıyla, bazen koltukta uzanmış, beni seyreder halde bulduğum ve dağıtamadığım bulutsu hayaliyle niçin yapayalnız baş etmek zorunda bıraktı y.? sen yetişkin bir erkeksin, bilmediğim ve muhtemelen hiç bilemeyeceğim çok şey var hakkınızda. aklına uyan mazeretleri duymak isterdim hiç olmazsa. laflardık da, iyi olurdu. öyle işte.

    doğum günün kutlu olsun y. nice güzel yaşlara ihtiyar poşet.

    edit: eski linkleri temizlerken benimkinin couchsurfing sayfasına denk gelip bir daha açtım okudum da y., abbovv, hiç mazeret falan duymaya hacet yokmuş galiba ya, iyi olmuş iyi. gittikçe güzelleşecekse demek ki ^:swh^
  8. sen çirkin ve kalabalık bir caddenin karanlık bir sokak lambasının altında bile çok güzeldin.
  9. bu başlığın altında kimin neyden bahsettiğinin, ne dediğinin anlaşılamamasına bayılıyorum
  10. hayatında neler oluyor şu an bilmiyorum. iyileşiyor musun ya da iyileşecek misin ya da bu beni neden ilgilendiriyor, onu da bilmiyorum. ama aklıma geldikçe ufak ufak, ara ara yazıyorum sana ta ki sen dur diyene kadar, ta ki sen iyileşene kadar...

    aslında yarışıyoruz amansızca doğduğumuzdan beri, doğru mu? en iyi sen ol, en iyi okula git, en iyi bölümü bitir, en iyi işi sen bul, basarili ol, hep kazanan ol, en güzel kadınla evlen, ya da en güvenilir erkeği kendine aşık et, çocuklar yap ya da yapma...mete'nin de dediği gibi "bunların hepsinin gerçekleştiği o günü düşün, gücün en üstünde olduğun o günü" ya da senin dediğin gibi stabilitenin zirvesi olan o günü..."yalnız kaldığın o anda "ne oldu be, ee şimdi nolacak peki.." diyorsan, kaybedensin sen, kaybetmişsin abi" (bkz: kaybedenler kulübü - tolga örnek) ... aslında her zaman kaybediyoruz, sebebi ekonomik bir terim "opportunity cost". yani her an için yapabileceğimiz milyarlarca seçim varken biz hep tek bir seçim yapmak zorundayız (uzay-zaman), ve bu tek bir seçimin en doğru seçim olma ihtimali her zaman ~0. dolayısıyla pişmanlıklardan kurulu bir hayat yaşamak zorundayız. ikilemlerimiz, o çırpınışlar, dövünmeler, kendimizi kahredişimiz aslında sadece iki pişmanlıktan hangisini tercih edeceğimizle alakalı. hepsinde kaybediyoruz, bunu bildikten sonra sanki daha bir yavaşlıyor zaman, daha iyi tanımak istiyorsun herşeyi, daha az korkuyorsun gelecekten, kaybetmekten ve hatta ölümlerden...bazen daha uzaktan, bazen daha yakından ama ortadan değil, çünkü orta yol seni bir pişmanlıktan korurken bir başka pişmanlığın içine hapseden karanlık bir hücre..

    stockholm sendromuna benzer bir durum yaşıyorsun burada...o duvarlar o kadar zamandır etrafındalar ki onun arkasında ne varsa unutmuşsun...bilmiyorsun artık, ve bu bilgisizlik seni korkutuyor. insanin belki de ilk çözümlenen psikolojik reaksiyonlarindan birisi bu, bence dinlerin de yegane kaynağı: bilgisizlik (tanımlayamama)→ korku (tedirginlik)→sığınma. bu zincir, zincirin içinde kaldığın her bir saniye boyunca daha da kalınlaşıyor ve güçleniyor, ve sen her geçen saniye daha da zayıflıyorsun..

    başkalarına zarar verdiğimizi düşündüğümüz zamanlar belki de megalomaninin insan aklında en net açığa çıktığı zamanlar olabilir. yani biz o kadar yüce varlıklarız ki tek bir hareketimizle, ya da tek bir sözümüzle başka insanların hayatlarını mahvedebiliriz. hayatın, bunun tersini bana onlarca kez kanıtlamış olmasına minettarım, çünkü bunu görmek eskiden belki kurşun kadar ağır olan kararları, çoğu zaman saniyeler içinde almamı sağladı. aslında bir bakıma genişletilmiş özgürlük.

    insanlara karşı sorumluluklar hissederiz ve bu sorumlulukların temelinde lütuf duygusu yatar. yani ben ona varlığımı lutfediyorum ve o bu yüzden çok mutlu, eğer bu yerimi bırakır gidersem onu yıkmış, perişan etmiş olurum. işte bu da gelişmiş megalomani...toplumda bunun karşılığı fedakarlık, özveri ya da merhamet olabilir, ama zaten toplum der demez into the wild filminin içinden society şarkısının lirikleri çarpmaya başladı bile kulaklarıma.

    yalanlar, göstermelik sevgi sözcükleri, içi boş hediyeler, içine çekmediğin sigaralar, güven(sizlik), yalnızlık korkusuyla oluşmuş ilişkiler, aşk, göstermelik kavgalar, karşılık(lı!)sız beklentiler ve gelecek...ve ölüm..evrenin yok olmasını sağlayacak bütüne, küçük de olsa bir ekserji yıkımı ile destek vermek ve aslında bütün var olma amacını tamamlamış olarak yok olmak...