1. "biliyorum ayıp ve mânasız
    ama peşlerinden gidiyorum
    gezmeye çıktıkları vakit
    ana kız."

    diye başlar "barbaros meydanı"na sevgili şairim behçet necatigil. belki ayıp ve manasız ama beni büyüleyen yazıları, şiirleri, romanları yazanların peşlerinden gitmekten kendimi alamıyorum bazen. hem dedikoduyu kim sevmez ki? beğenmeyen okumasın, ne yapalım?

    edebiyat dedikodusu sevenler yazacaklarımın çoğunu zaten biliyordur. belki bilmedikleri ufak tefek şeyler için buyursunlar. ama kaynak sormak yok. neyi nereden duyduğumu, okuduğumu artık ben de bilmiyorum çünkü.

    ***

    neyzen tevfik: neyzen'e dair hikâye de söylenti de çok. en bilinenlerden birini yazalım. neyzen bir daha içkiyi ağzına koymayacağına dair yemin eder ama dayanamaz tabii. midesine bir hortum uzatır ve içkiyi ağzına değirmeden mideye indirir. (başka anekdotlar için: #38278 )

    bedri rahmi eyüboğlu: eren hanım'la evliyken öğrencisi mari'ye âşık olur. en güzel şiirlerini "karadutum, çatal karam, çingenem" dediği mari için yazar, en güzel resimlerini yine onun için çizer. mari tüberkülozdan ölünce teselliyi eren hanım'ın kollarında bulur bedri rahmi.

    sezai karakoç: "mona roza" şiirini elli yıldan uzun süre yayınlamamasına rağmen türk edebiyatının en bilinen ve sevilen şiirlerindendir "mona roza". şiirin beşliklerinin ilk harfleri birleştirildiğinde "muazzez akkayam" akrostişi çıkar ortaya. şairin dile gelen, ele gelmeyen büyük aşkı muazzez akkaya, iddia edildiği gibi intihar etmemiştir. muazzez hanım bir banka reklamında oynamış sonrasında. meraklısı araştırabilir.

    sait faik abasıyanık: psikanalitik okumalarla da rahatça görülebileceği gibi, genç erkeklere düşkündür. "ipekli mendil" mesela. bir de çabuk küsen, huysuz bir adam. annesiyle yaşıyor. "semaver"de anneye olan düşkünlüğü de okunabilir. kitaplarının gelirini darüşşafaka'ya bağışlaması bile gönlümde taht kurma nedeni olabilir.

    can yücel: milli eğitim bakanı hasan ali yücel'in oğlu. arkadaşıyla birlikte paralarını biriktirip eğitim için yurt dışına gitmek istiyorlar. hasan ali yücel, oğluna ayrıcalık yaptığı düşünülür diye göndermiyor can yücel'i. arkadaşı giderken can yücel biriktirdiği parasını ona veriyor. gazi yaşargil, cerrah olarak dönüyor yurda. can yücel, şair kalıyor. (bu maddeyle ilgili çok eleştiri geldi. haklı eleştiriler ama ben hikâyenin bu halini daha çok seviyorum. yine de gönderilen bir bağlantıyı eklemekte fayda var: http://t24.com.tr/haber/unlu-beyin-cerrahi-gazi-yasargilden-tarihi-duzeltme,207529 )

    hasan ali toptaş: bir imza gününde kendisini çalıştığım kuruma davet ettim. "ben büyük salonlardan, büyük masalardan, kalabalıklardan korkuyorum, ne olur kusura bakmayın." dedi. gözlerinde o korku vardı evet. romanlarını nasıl yazdığını o anda anladım. bir de geçen gün, "feraye" türküsünü eşinin de kendisinin de çok sevdiğini, bu nedenle kızına feraye adını verdiğini öğrendim.

    oğuz atay: tutunamayanlara düzdüğü övgüye rağmen, tam bir tutunandır.

    yusuf atılgan: asıl tutunamayan odur işte. edebiyat fakültesi mezunu az sayıdaki edebiyatçıdan biri kendisi. modern hayat ona ağır geliyor. köyüne gidip orada yaşıyor bir zaman.

    ahmet mithat efendi: "yazı makinesi" olarak bilinir. akşama kadar çalışıp, yazılarını yazıp gece de evinin altına kurduğu matbaayla eserlerini basıyormuş. biraz kaba saba bir adam. "ben popüler bir yazarım." diyor. haklı. bir de, mithat paşa'yla arası pek iyi. "mithat" adını kendisine mithat paşa vermiş.

    asaf halet çelebi: budizmle pek ilgili. yan gelip yatmayı da çok seviyor. "saatleri ayarlama enstitüsü"nün "yangeldi asaf bey"inin asaf halet olduğu söylenir. tekkelerde, tarikatlarda büyümesine rağmen şiirlerini sosyalistler basıyor ama onlar da sırf kendisiyle alay etmek için yapıyorlar bunu. yaşadığı dönemde kimseye yaranamamış, böyle bir derdi de hiç olmamış zaten. fahrünnisa zeyd, onu köşkünde sık sık misafir edermiş. nedeni, asaf bey'in resim merakı. otoportresi bile var. resme olduğu kadar müziğe de meraklı. besteleri varmış mesela. akşamları yalılarda, köşklerde misafir, gündüzleri kütüphane memuru. sokakta dolaşırken gömleğinin göğüs cebinde küçük bir vazo ve içinde birkaç canlı çiçek taşıyan kütüphane memuru.

    ahmet hamdi tanpınar: bana sorarsanız, türk edebiyatının en başarılı ismidir kendisi. üniversitede ders verebilmesi için kendisine profesör unvanı verilmiş diye biliyorum. prof. dr. değildir yani. yahya kemal'le aralarında oidipal bir ilişki var. şiirin kendisiyle son bulduğunu söyleyen yahya kemal, tanpınar'ın şiire çok yönelmemesinin asıl nedeni. biraz saygıdan, biraz da gerçekten onu aşamayacağı korkusundan belki. yaşadığı dönemde pek itibar görmemiş. "kırtıpil hamdi" diyorlarmış ona.

    yahya kemal beyatlı: her ne kadar kendisini son büyük türk şairi olarak görse de kendine ait olmadığı herkesçe bilinen dizeler var. "bir tel kopar ahenk ebediyyen kesilir" bunlardan biri. yine de bir tek sözcük için yıllarca beklettiği şiirleri olduğu söylenir. bir de istanbul'un zengin ailelerine misafir olup aylarca yalılarda, köşklerde yaşadığı rivayet edilir. bir ara yapı ve kredi bankası'nda edebiyat ve kültür danışmanı olarak çalışmış. bankanın y.k.b. antetli kâğıtlarını kullanırmış. kitapları ölümünden sonra basıldığı için, yaşarken kendisine "kitapsız şair" derlermiş.

    tevfik fikret: dinlerin insanları birbirine düşürdüğünü düşündüğü için dinlere karşıdır. gelecek aydınlık nesli oğlu haluk kişiliğinde idealize etmiştir. oysa haluk yurt dışında papaz olmayı tercih eder. cemil meriç, "su alan gemi" yazısında, "haluk bir cins ismidir artık. tarihten kaçanların ismi." diye yazacaktır.

    cemil meriç: görme sorunu ilerleyen yaşlarında iyice artınca gözlerini (biraz da çok okuduğundan) tamamen kaybeder. kendisine artık bir yardımcı gerekmektedir. cemil meriç biraz çapkınlık yapar ve o yardımcısı, daha sonra eşi olur. bir de, kütüphanesinde kitapların her birinin yerini ezbere bildiği söylenir. bir kitabı istediğinde rafını, sırasını ve kitabın sayfasını söylemesi yeterliymiş. belki hanımı yormak istemediğindendir, kim bilir? ne de olsa "aşk imiş her ne var âlemde / ilm bir kîl u kâl imiş ancak".

    nazım hikmet: hocası yahya kemal'in nazım'ın annesine olan aşkı biliniyor. nazım'ın "mavi gözlü dev, minnacık kadın ve hanımelleri"nde bahsettiği minnacık kadın, ilk eşi nüzhet berkin'miş. münevver ise aynı zamanda dayısının kızı. tanıştıklarında münevver bir ressamla evli. sonra aşk. herkes piraye'yi sever, ben münevver'i. güneş karabuda, "indim zaman bahçesine" kitabında münevver'i anlatır. güzeldir.

    sabahattin ali: fazlaca çapkın. hem de küçük yaştaki öğrencilerini ayartacak kadar... pusuya düşürüldüğünü bilmeyen yoktur.

    abdülhak hamit tarhan: eşi fatma hanım'ın ölümünden sonra "eyvah ne yer ne yâr kaldı / gönlüm dolu ah u zar kaldı" diye başlayan "makber"i yazıyor. kısa bir süre sonra ingiliz bir kadına âşık oluyor ama onunla evlenemiyor. birkaç yıl sonra bayan nelly'yle evleniyor. o rahatsızlanınca florence ashly ile aşk yaşamaya başlıyor. nelly'nin ölümünden sonra cemile hanım'la evleniyor. bu evlilik yirmi gün sürüyor. son evliliğini bayan lucienne'le yapıyor. evlendiklerinde hamit altmış, lucienne on sekiz yaşındaymış. belki böyle bir aşk hayatı onu "şair-i azam" yapmıştır, kim bilir?

    mehmet akif ersoy: asıl mesleği veterinerlik. kendisini küçümsemek için "siz baytardınız değil mi?" diye soran birine, "evet, bir yeriniz mi ağrıyordu?" diye cevap vermiş.

    tomris uyar: turgut uyar'ın eşi, cemal süreya'nın eski sevgilisi, edip cansever'in daimi sevgilisidir. edip cansever, tomris uyar'a her doğum gününde bir şiir yazarmış. yaş değiştirme törenine yetişen öyle bir şiir bunlardan sadece biri. bir de, turgut uyar'dan dayak yediği rivayet edilir. cumhuriyet meyhanesi'nde bir edebiyatçı masasında duymuştum bunu.

    orhan veli kanık: "çok sevdiğim salatayı bile aramaz mı olacaktım / ben böyle mi olacaktım" dediğine bakmayın. salata sevmiyor. bir de, adını gizlediği pek muteber sevgilisinin erol güney'in baldızı bella olduğu söyleniyor. bu konuda rivâyet muhtelif. bu gizlenen ismin nahit hanım olduğuna dair yorumlar da var. bunu bir tek orhan veli, bir de allah biliyor.

    recaizade mahmut ekrem: onunki acıklı bir hikâye. üç çocuğunu kaybetmiş. "pejmürde" ve "ah nijad" kitaplarını çocuklarının ölümü üzerine yazmış. romanda realist, şiirde romantik olma nedeni bu.

    halit ziya uşaklıgil: onun da "bir acı hikâye"si var. bu kitabı, oğlunun ölümü üzerine yazmış. anılarını anlatıyor. yaşadığı dönemde dili ağırlaştırmak gibi bir derdi olsa da sonradan pişman oluyor ve kitaplarını sadeleştirmeye çalışıyor ama ömrü vefa etmiyor.

    ümit yaşar oğuzcan: intihara meyilli, melankolik bir adam. intihar girişimlerinin sayısı bilinmiyor. biraz da çapkın. oğlu vedat'ın kız arkadaşına âşık oluyor. sonra vedat kendini galata kulesi'nden atıyor. avucundaki kâğıtta, "intihar öyle edilmez, böyle edilir." yazdığı rivâyet edilir.

    necip fazıl kısakürek: iyi bir şair olduğunu kimse inkar etmesin. önceleri sosyalist. paris'te şaraplar su gibi akıyor. sonra yön değiştiriyor üstat. keşke içten olduğuna inanabilsem. menderes'e hükümeti dergisinde övebileceğini söylüyor ama bunun karşılığında örtülü ödenekten yardım alıp alamayacağını da soran mektupları var. alıyor nitekim. yineleyelim: çok iyi bir şairdir.

    beşir fuat: ilk türk materyalisti diye biliniyor. otuz beş yaşında bileklerini kesip intihar ediyor. bilinci kapanana kadar da yaşadıklarını yazıyor. intiharının nedenine gelince... baldızıyla yaşadığı yasak aşk.

    attila ilhan: evlenmeye karar vermeden önce eş adayına "benden üç şey isteme: araba, akrabalık ilişkileri, çocuk." der. on yıllık evliliğin sonunda eşi çocuk isteyince ayrılırlar. "üçüncü şahsın şiiri"ni kendisini bırakıp bırakıp fikret hakan'a giden kız kardeşi çolpan ilhan için yazmış. "ne olur kim olduğunu bilsem pia'nın" dediği pia ise, afişlerini gördüğü "pakistan international airlines"ın kısaltmasıdır. "sen benim hiçbir şeyimsin" dediği kadınsa aylarca telefonda konuştuğu bir sestir sadece. kitaplarının sonundaki "meraklısına notlar" bölümleri okunabilir.

    ahmet haşim: kendini öyle çirkin bulurmuş ki gündüzleri değil akşam karanlığında dışarı çıkarmış. şiirlerinde çoğunlukla karanlık, kızıllık imgelerinin bulunma nedeni biraz da bu galiba. bir de, ünlü "merdiven" şiiri için hayatın sembolüdür diyenlere pek katılmıyor. bir akşamüstü eteklerinde kurumuş yapraklar dolu bir kadının merdivenlerden çıktığını görüp de yazmış şiiri. tabii aslolan, şiirin bize söylediği.

    ahmed arif: kime âşık olduğunu bilmeyen kalmadı. geçelim. beni ilgilendiren, "okyanusun en ıssız dalgasına düşmüş bir kibrit çöpü". türkiye'nin nato'ya gireceği dönemde buna karşı çıkanlardan biri ahmed arif. alınıyor, götürülüyor, sansaryan han'da günlerce işkence görüyor. günleri ve geceleri bilmesinin yolu yok. hücrede bir kibrit çöpü buluyor ve bu kibrit çöpüyle duvara çentik atmaya başlıyor. çıktığında çentikleri sayıyor. yirmi sekiz. hasretinden prangalar eskittiği sevgilisini bu kibrit çöpüne anlatıyor işte. "düştü nazlı filintası aklına" derken de kendi oğlu "filinta" aklına düşüyor olsa gerek. sonra kimse çıkıp da ahmed'ime küfürbaz demesin.

    cemal süreya: son dönemlerinde çok eziyetli biri olmuş. "kadıköy'ün kürdü memo" diye sevdiği oğlu da dayanamamış, dövmüş babasını. başını çarptığı ve öyle öldüğü söylenir. çok söylenir hem de.

    ece ayhan: en sevgililerimden biri o. genç erkeklere düşkün. yurtsuz bir adam. çok kişi sırt çevirmiş ona ama seveni de çok. ona evini açan nilgün en başta. ömrünün son dönemlerini bir huzurevinde geçiriyor. devlet memurluğuyla geçiniyor, istediği gibi yaşıyor, yaşadığı gibi ölüyor.

    tezer özlü: üçüncü eşi hans'la evlenme nedeni, hans'ı ilk gördüğünde üzerindeki deri ceketin rengi. o renk ceket giyen bir adamla evlenebileceğini düşünüyor. iyi de yapıyor. ilk eşi, adalet ağaoğlu'nun kardeşi, paris sevdalısı güner sümer. ikinci eşi ve deniz'inin babası, yönetmen erden kıral. erden kıral, "hakkari'de bir mevsim"de tezer'e de küçük bir rol veriyor. filmin başında kenarda ip atlayan kişi tezer'dir. oğuz atay'ın dişisi sıfatını ben pek yakıştıramıyorum, yalan olmasın. tezer yaşadığını, oğuz yaşamadığını yazar çünkü.

    fuzuli: kendisine vaat edilen maaşı alamadığı için "selam verdim, rüşvet değildir deyü almadılar." dizesinin de bulunduğu "şikâyetname"yi yazar. dönemi hakkında önemli bir bilgidir ama beni asıl ilgilendiren, bağdatlı ruhi ile olan atışmaları. bir gün ruhi ve fuzuli karşılaşırlar. bu arada yoldan bir köpek geçmektedir. ruhi, "bu it ne gezer burda fuzuli?" diye sorar. fuzuli'ye köpek demek ister yani. fuzuli cevap verir: "vur tekmeyi, çıksın kıçından ruhi."

    şeyhi: kendisine vaat edilen köye gittiğinde köylülerden bir güzel dayak yer. "harname", bu dayağın alegorik hikâyesidir. "bâtıl isteyü hakdan ayrıldım / boynuz umdum kulakdan ayrıldım" diyen eşeğimiz, aslında şeyhi'nin kendisidir.

    nedim: sadece güzel kadınlara değil, güzel erkeklere de meyilli. âşık paşa'da da benzer eğilimler görülür. ikisi de candır.

    nef'i: övdüğünü göklere çıkarıp yerdiğini yerin dibine batıran bir şair. "vezin tutsun, babamı bile hicvederim." diyen bir yergi ustası. ıv. murat'a bir daha hiciv yazmayacağına dair söz verir ancak sözünü tutamaz. cezası belli. sarayburnu'ndan denize atılır. kanımca, boğaz'ın sularında yüzmektedir hâlâ.

    hoca dehhani: hoca olduğuna aldanılmasın, dinle pek ilişkisi yok. varsa yoksa beşerî aşk.

    cesare pavese: bir kadın düşmanı. yaşadığı kırık aşk hikâyeleri onu kadınlara düşman eder. ama ben onu böyle de seviyorum. italya'nın en önemli edebiyat ödüllerinden birini aldıktan sonra yazacak hiçbir şeyi kalmadığını düşünüp roma oteli'nde çok sayıda uyku ilacı alarak intihar etmiştir. tezer özlü, "bir intiharın izinde"de onun intiharını takip eder.

    william shakespeare: aslında böyle biri yok ama olabilir de diyorlar. belki kendisi christopher marlowe'dur, kim bilir.

    virginia woolf: "orlando" romanını kadın sevgilisi vita sackville-west'e ithaf eder. vita'nın oğlu bu roman için, "edebiyat dünyasının en uzun ve en eğlenceli aşk mektubudur" der. ceplerine doldurduğu taşlardan bahsetmeyeceğim.

    j. d. salinger: yaklaşık yetmiş yaşındayken on sekiz yaşında bir kıza mektuplar yazmış. sigmund freud'un seksen yaşına yaklaştığı dönemde gencecik virginia'ya yazdıkları gibi... küskün bir adam. kitapları yasaklanınca bir daha hiçbir şey yayınlamıyor ve fotoğraf dahi vermiyor. yaşamının son yıllarında dışkısını duvarlara sürdüğünü söylemişti kızı. söylemese daha iyiydi galiba.

    lev tolstoy: çocuklarını doğduklarında değil, büyüdüklerinde seven bir baba. ilerleyen yaşlarında eşine de çocuklarına da fazlaca yabancılaşır. kadın olsaydı ve dokuz çocukla baş etmek zorunda kalsaydı bu eserleri verebilir miydi diye düşündürür. is a pen a metaphorical penis sorusunu yeniden akla getirir.

    charles baudelaire: annesiyle arasında sıkıntılı bir ilişki var. bu ilişki duygusal ve cinsel hayatını etkiler. hayat kadınlarıyla beraber olmayı ve onlara kötü davranmayı sevdiği söyleniyor.

    fyodor mihailoviç dostoyevski: sara hastası olduğunu bilmeyen yoktur ama pek dile getirilmeyen bir yönü de pedofil olduğu. romanlarında bu ayrıntı görülebilir. bir de cemil meriç'le benzeşen bir yönü var. romanlarını dikte ettirdiği genç kıza âşık olur ve onunla evlenir.

    albert camus: tüm yazılarını, romanlarını ayakta yazarmış. sartre'la anlaşamama nedeni farklı felsefî görüşlerden çok, o çirkin simone de beauvoir sanırım. evet, kıskanıyorum.

    honore de balzac: hep borçlu hep borçlu. borçlarını ödeyebilmek için sürekli yazıyor. bu yönüyle dostoyevski'ye de benziyor. kitapları "insanlık komedyası" adıyla toplanıyor. asıl dedikodu, aşk hayatında. on yedi yıl boyunca mektuplaştığı bir kontes var. kendisinden yirmi yaş büyük. on yedi yıl sonunda evleniyorlar. beş ay sonra balzac ölüyor. ben yorum yapmıyorum.

    franz kafka: bir lokmayı yutmadan önce en az otuz iki kez çiğniyor, böylece hep zayıf ve sağlıklı kalacağına inanıyormuş. muz, kiraz, çilek gibi meyveleri yemeden önce de uzun uzun kokluyormuş. hayatı boyunca gölgesinden kurtulamadığı babasıyla aynı mezarda yatıyormuş. milena'yı yazmayacağım artık.

    miguel de cervantes: bir türk düşmanı. "don quijote"de de bu açıkça görülür. nedeni, katıldığı bir savaşta türklere esir düşmesi ve sol elini kullanamaz duruma gelmesiymiş.

    anton çehov: bir bakkalın oğlu. doktor. akıllı, geleceği görebilen biri. çarlık rusya'sının içinde bulunduğu çıkmazı en iyi o tahlil ediyor galiba. ama yazdığı dönemde başlarda kimse beğenmiyor onu. "martı", "üç kız kardeş" boş salonlara oynanıyor. oyunları iç karartıcı bulunuyor. dehası fark edilene kadar böyle. şöhret sonra geliyor.

    sylvia plath: gizdökümcü sylvia'nın babasıyla arasında sorunlu bir ilişki var. tutku-nefret arasında gidip gelen bir ilişki. ted'le yaşadığı sorunların çoğu bu ilişkiyle bağlantılı. ted çapkın bir adam. o da tıpkı babası gibi sylvia'yı aldatıyor. sonra bilinen hikâye. elli iki yıl önce bugün, çocuklarının başucuna konan bisküvi ve süt, yalıtılan mutfak kapısı, başını soktuğu fırın... benden küçükmüş öldüğünde.

    ingeborg bachmann: hem edebiyat hem felsefe okumuş. bu nedenle aramızda daha farklı bir bağ var. paul celan'a deli gibi âşık. içiyor içiyor içiyor, sigarasını yakıyor, sızıp kalıyor ve yangın. ya da belki intihar. nasıl bitiyor malina? "cinayetti."

    ***

    "kendisi de sayısız insan tarafından anlatılmış sayısız hikâyeden ibaret olan gerçeği kim bilebilir ki?" diyor barış bıçakçı, bizim büyük çaresizliğimiz'de. "bu dünyadaki hiçbir şey göründüğü ya da yaşandığı gibi değil, her şey hatırlandığı gibi." diyor aramızdaki en kısa mesafe'de de. gerçekliği tabii ki sorgulanabilir olan bu söylentiler, belki sevgili yazarlarımızla aramızdaki mesafeyi en kısaya indirir diye yazıldı. aziz hatıralarına ya da iyi ki varlıklarına saygısızlık gibi algılanmamasını dilerim.
  2. ece ayhan içinde edebiyat yayıncılarının da olduğu bir grupta nilgün marmara için "herkesle tavşan gibi sikişirdi" demiş. aynen böyle demiş. biraz ayıp etmiş ama, dedikodu dediğin böyle olur.

    doğrusu yanlışına takılmadan nilgün marmarayı okuruz, severiz efendim.
  3. "poe'nun ünlü kuzgununun ilham kaynağı aslında ingiliz yazar charles dickens'ın evcil hayvanıydı. dickens'ın geveze kuşu "grip" yazarın gizemli roman serisi barnaby rudge'da bir karakter olarak karşımıza çıkar. poe bu eseri 1841'de okumuş ve dickens'ın konuşan kuzgun kullanımına iltifat etmişti. poe'ya göre kuzgun öyküde daha büyük bir rol almalıydı.

    dickens ile poe 1842'de ilk ve son defa buluştuklarında, sevilen kuş yeni ölmüştü. (kuzgun dickens'ın ahır yakınında kapağı açık halde bıraktığı boya şişesinden boya içmişti.) dickens acıklı hikayeyi poe'ya anlattı; poe ise o gece evine döndü ve bir süre önce bir kenara kaldırdığı "lenore'a" adlı şiirine, uğursuz laflar eden bir kuzgun ekledi. "lenore'" ismi, meşum kara kuşun ünlü mantrası haline gelen "nevermore" ("bir daha asla") sözü ile kusursuz bir kafiye oluşturuyordu."

    (secret lives of great authors, 2008)
    zadig