1. Nazım'ın, 1931 Mayıs'ının 28'inde, yeni gün gazetesinde çıkan yazısı:

    Hani, iki gözüm, bir Bektaşi fıkrası vardır. Herhalde bileceksin. Hani Bektaşinin biri çok pis, üstü başı derbeder bir adamcağızmış. Hele bir gömleği varmış ki kayış gibi. Herifçioğlu sırtına bir giymiş, giyiş o giyiş, bir daha çıkarmamış. Dostlarından birisi Bektaşi’ye demiş ki :

    —Yahu, erenler, şu senin gömlek çok kirlenmiş. Şunu bir yıkayıversen.

    Bektaşi baba tebessüm etmiş :

    — Peki ama, mirim, diye cevap vermiş, bizim gömleği yıkasam sonra gene kirlenecek mi?

    — Tabii kirlenecek, şeyhim.

    — Ee, o zaman ne halt edeyim?

    — Tekrar yıkarsın.

    — Ee, sonra gene kirlenecek mi?

    — Tabii, gene kirlenecek, şeyhim...

    — Ee, o zaman ne yapayım?

    — Tekrar yıkarsın...

    Bektaşi babası, Halk’tan çıkıp Serbest’e girdikten sonra ayazda kalan enayiye bakar gibi, herifin suratına bakmış:

    — İyi ama, mirim, demiş, biz bu fani dünyaya gömlek yıkamaya mı geldik? '

    İşte bu Bektaşi fıkrası gibi bir hikâye anlatacağım size. Yalnız şunu önceden, beyan-ı mütalaa kabilinden söyleyeyim ki, bilcümle tekkeleri kapatmakla çok iyi ettik. Alâ oldu... Fakat tekkeler kapandı diye, bazı Bektaşi fıkralarının hikmetli manaları da yok olmadı ya!.. Daha birçok zaman için bu fıkraların hükmü caridir kanaatindeyim. Kanaat bu... Kimin ne demeye hakkı var? Serbesti-i kanaat var ortalıkta...

    Her ne hal ise, gelelim benim anlatmak istediğim maceraya.

    Bu macera garip bir adamın macerasıdır.

    Bu adam, gazetelerden birinde çalışır.

    Çok çalışkan, namus ve istikamet sahibi, zeki nazik bir zattır kendisi.

    Onu tanıyanlar, aleyhinde söyleyecek bir tek söz bulamazlar. Hatta bu cihetten, biraz da gazeteciliğe uygun değil gibidir. Öyle ya, yarın öbür gün bir münakaşaya girişecek olsa, hasım taraf ona nasıl hücum edebilecek? Ee? Hasım taraf ona hücum etmek için şahsından bir vesile bulamazsa, o, hasmına nasıl saldıracak? Kendini nasıl müdafaa edebilip yâr ve ağyar nazarında parlayacak?

    Bu tarafı da her ne hal ise. Gelelim hikâyemize.

    Hikâyesini anlatmak istediğimiz zatın ismine Seyfullah Bey diyelim mesela...

    Seyfullah Bey sabahleyin erkenden, kargalar daha karınlarını doyurmadan matbaaya damlar. Elinde küçük bir paket vardır. Öğle nevalesi... Oturur masanın başına, yalnız öğle üstü yarım saatlik bir tatille, akşama kadar, yerinden kımıldanmadan çalışır. Bu çalışma günde 11 ila 12 saat sürer... Eh oldukça da iyi papel alır. Şöyle üç yüz elli, dört yüz lira kadar bir şey ayda...

    Gayet muktesittir. İktisadı, iktisat ve tasarruf devrinin hululünden çok daha evvel nefsinde tatbik etmiştir. Esasen, “çuvaldızı kendine batır, iğneyi başkasına” düsturunu tatbik edecek kadar hüsnüniyet ve samimiyet sahibidir.

    Velhasıl, işte bu minval üzerine, senede 11 ay çalışır. Fakat her senenin on birinci ayının nihayetinde, fart-ı mesai ve mütemadiyen oturmak yüzünden, böbrek, mide, kalça ağrıları baş gösterir kendisinde. Ağrılar baş gösterdi mi, patrondan bir ay mezuniyet alır. Bir senede biriktirdiği paraları Avrupa kaplıcalarından birinde tedavi ücreti olarak bir ay içinde eritir. İyileşir... İstanbul’da, matbaaya, masa başına, iktisat ve tasarruf âlemine döner. Haydi on bir ay, gene çalışmak. On ikinci ay gene kaplıcalar...

    Velhasıl Seyfullah Bey, dünyaya, on bir ay çalışıp, iktisat edip hastalanmak, sonra bir ay bu hastalığı, biriktirdiği papelleri sarfedip tedavi eylemek için gelmiştir.

    Seyfullah Bey hoştur, fatindir, namusludur, muktesittir, çalışkandır, fakat, Bektaşinin fıkrasından bihaberdir...

    Kaynak