1. ilk defa 1944'te döneminin ünlü fantazi-korku kurmaca dergisi "weird tales" tarafından yayımlanan, sonrasından hemen her bradbury seçkisinin gediklisi olan, hüzünlü bir ray bradbury öyküsü. nisan yayınları'nın "ateş ve buz" isimli bradbury öyküleri derlemesinde yer alan irma dolanoğlu çevirisi şöyle:

    "dalga beni gökteki kuşlardan, kumsaldaki çocuklardan, kıyıdaki annemden ayırdı. bir yeşil sessizlik anı oldu. sonra dalga beni göğe, kuma, bağırışan çocuklara geri verdi. gölden çıktım, dünya beni bekliyordu, gittiğimden bu yana pek hareket etmemişti.

    kumsala doğru koştum.

    annem beni kürksü bir havluyla kuruladı. "orda dur da kuru," dedi.

    orda durdum, güneşin kollarımdaki su damlacıklarını akışını seyrettim. sonra derim kaz sivilceleriyle kaplandı.

    "eyvah, rüzgâr çıktı," dedi annem. "hırkanı giy."

    "kaz yumrularımı seyredene kadar bekle," dedim.

    "harold," dedi annem.

    hırkayı giydim ve dalgaların gelişini seyrettim, kumsala düşüşünü. ama hantalca değil. bile bile, yeşilimsi bir incelikle. sarhoş bir adam bile bu dalgalar gibi incelikle çökemezdi.

    aylardan eylül'dü. her şeyin yok yere hüzünlenmeye başladığı son günler. kumsal upuzun, geriye kalan beş altı kişiyle yapayalnızdı. çocuklar artık top oynamıyorlardı, çünkü her nasılsa rüzgâr onları da üzmüştü, öyle ıslık çalar gibi estikçe, çocuklar da oturdular, sonbaharın sonsuz kıyı boyunca gelişini hissettiler.

    bütün sosis tezgâhları altın şeritler gibi tahtalarla kaplanmış, uzun, neşeli yaz günlerinin bütün hardal, soğan ve et kokularını kendilerine saklamışlardı. bu, yaz mevsimini bir dizi tabutun içine çivilemek gibi bir şeydi. tezgâhlar birer birer kepenklerini indirdi, kapılarına kilit vurdu ve rüzgâr gelip kuma dokundu, temmuz'un ve ağustos'un bütün ayak izlerini süpürüp götürdü, öyle oldu ki, artık eylül'de, benim lastik tenis ayakkabılarımın, donald ve delaus arnold kardeşlerin ayak izlerinden başka bir şey kalmadı, suyun dönemecinde.

    kum, perde perde kaldırımlara esiyordu, atlıkarınca çadır beziyle örtülmüş, bütün atlar pirinçten eksenlerinin üzerinde havada donmuş kalmıştı, dişleri beyaz beyaz, dörtnala koşar gibi. ama müzik yerine yalnızca rüzgâr, çadır bezinin arasından süzülüyordu.

    orda durdum. benden başka herkes okuldaydı. ben değildim. yarın, birleşik amerika'nın batısına giden bir trende olacaktım. annem ve ben kumsala son kısa bir an için gelmiştik.

    yalnızlıkta öyle bir şey vardı ki, kendi başıma uzaklara gitmek istedim. "anne, kumsalda uzaklara koşmak istiyorum," dedim.

    "peki, ama çabuk dön, suya da yaklaşma."

    koştum. kum altımda fırıl fırıl dönüyor, rüzgâr beni kaldırıyordu. koşarken nasıl olur bilirsiniz, kollarınız iki yanda, parmaklarınızda tüller uçuşur, rüzgâr yüzünden. kanat gibi.

    annem iyice uzaklaştı, oturuyordu. biraz sonra kahverengi bir nokta haline geldi, yapayalnızdım.

    yalnız olmak, on iki yaşındaki bir çocuk için yepyeni bir şeydir. çevresinde hep insan görmeye alışmıştır. yalnız olabileceği tek yer aklıdır. çevrede o kadar çok gerçek insan vardır ki, çocuklara neyi nasıl yapmalarını söyleyen, bir çocuğun kumsalda uzaklara koşması gerekir, yalnızca kendi kafasının içinde bile olsa, kendi dünyasında bir başına kalabilmek için.

    ama şimdi gerçekten yalnızdım.

    suya girdim, karnıma kadar serin serin çıktı, önceleri hep, kalabalıkken, bu yere bakmaya, gelmeye, suda aranmaya ve belki bir adı söylemeye cesaret edememiştim. ama şimdi…

    su bir büyücüye benziyor. sizi yarıya bölüyor. sanki ikiye kesilmişsiniz duygusunu veriyor, bir parçanız, alt parça, eriyen, çözülüp giden şeker gibi. serin su, ve ara sıra incelikle çarpan, dantelden bir süsle kırılan bir dalga.

    adını söyledim. defalarca adını söyledim.

    "tally! tally! oh, tally!"

    küçükken, çağrınıza gerçekten bir karşılık bekliyorsunuz. düşündüğünüz her şeyin gerçek olabileceğini sanıyorsunuz. ama bazen bu pek de yanlış sayılmaz.

    tally'yi düşündüm, geçen mayıs suya girip açıldığını, saç örgüleri yol yol, sapsarı. gülerek gitmişti, küçük, on iki yaşındaki omuzlarında güneş. düzgünleşen suyu düşündüm, cankurtaranın içine atlamasını, tally'nin annesinin çığlıklarını ve tally'nin nasıl bir daha hiç çıkmadığını…

    cankurtaran çıkması için onu kandırmaya çalıştı ama o çıkmadı. büyük-eklemli parmaklarında su yosunu parçalarıyla geri geldi ama tally gitmişti. okulda karşımda oturmayacaktı artık, yaz geceleri parke taşından caddelerde içeri kaçan topları kovalamayacaktı. çok uzaklara gitmişti, göl, dönmesine izin vermeyecekti.

    ve şimdi bu yalnız sonbahar, gök kocaman, su kocaman ve kumsal uzun, upuzunken, son bir kez buraya gelmiştim, yalnız.

    adını söyledim, defalarca. tally, oh, tally!

    rüzgâr kulaklarımın üstünden yumuşacık esiyordu, deniz kabuklarının ağızlarında estiği gibi, onları fısıldatmak için. su kabardı, göğsümü sardı, sonra dizlerimi, yukarı aşağı, bir o yana, bir bu yana, tabanlarımı emdi.

    "tally! geri dön, tally!"

    daha on iki yaşındaydım. ama onu ne kadar sevdiğimi biliyorum. beden ve ahlakın öneminden önce gelen bu aşktı işte. sonsuza dek yan yana yatan rüzgâr, deniz ve kum kadar güzel olan bu aşktı. kumsalda birlikte geçen tüm sıcak günlerden ve okuldaki sakin, tekdüze ders günlerinden yapılıydı. kitaplarını okuldan eve taşıdığım yılların tüm uzun sonbahar günlerinden.

    tally!

    adını son bir kez söyledim. ürpermiştim. yüzümde su hissettim, oraya nasıl geldi bilmiyordum. dalgalar o kadar yükseğe çıkmamıştı.

    arkamı dönüp kuma yürüdüm ve orda yarım saat durdum, bir bakış, bir işaret, hatırlamak için ufak bir parça tally umarak. sonra diz çöktüm ve kumdan bir şato yaptım, iyice biçim verdim, tally ve benim hep yaptığımız gibi. ama bu kez, yarısını yaptım. sonra kalktım.

    "tally, beni duyuyorsan, gel, geri kalanını sen yap."

    uzaktaki, o annem olan noktaya doğru yürümeye başladım. su geldi, kumdan şatoyu daire daire karıştırdı, yavaş yavaş eskisi gibi dümdüz yaptı.

    sessizce kıyı boyunca yürüdüm.

    uzakta, bir atlıkarıncanın sesi duyuldu hafifçe, ama yalnızca rüzgârdı esen.

    ertesi gün, trene binip gittim.

    trenlerin belleği zayıftır; çok geçmeden her şeyi geride bırakırlar. ıllinois'un mısır tarlalarını unuturlar, çocukluğun ırmaklarını, köprülerini, göllerini, vadilerini, kulübelerini, acılarını, sevinçlerini unuturlar. tüm bunları arkalarında döke saça yol alır, onlar da bir bir silinip giderler.

    kemiklerimi uzattım, üzerlerine kas koydum, genç aklımı daha yetişkin bir akılla değiştirdim, küçülen giysilerimi attım, ortaokuldan liseye, ondan da koleje geçtim. sonra sacramento'da genç bir kadın girdi hayatıma. bir tanışma döneminden sonra evlendik. yirmi iki yaşına geldiğimde, doğu'nun nasıl bir yer olduğunu neredeyse unutmuştum.

    margaret, gecikmeli balayımızı orda yapmamızı önerdi.

    bir bellek gibi, trenler, iki yönlü işler. trenler onca yıldır aramızda bıraktığımız birçok şeyi ansızın geri getirebilir.

    10.000 nüfuslu bluff gölü, göğün üstünden belirdi. margaret yeni giysileriyle çok güzel görünüyordu. eski dünyam beni kendi yaşamına çekerken beni seyretti. tren bluff istasyonu'na doğru kayarken koluma girdi; tren durdu, bagajımız dışarı çıkarıldı.

    bunca yıl ve bunların insanların yüzlerine, bedenlerine yaptıkları. birlikte kentten geçerken tanıdık hiç kimseyi görmedim. içlerinde yankılı yüzler vardı. vadi tabanlarında yapılan yürüyüşlerin yankıları.

    kapanmış ortaokullardan hafif gülümsemeli yüzler, askıları madenden salıncaklarda sallanan, tahterevallilerde yukarı aşağı çıkıp inen. ama konuşmadım. yürüdüm, baktım ve tüm bu anılarla içimi doldurdum, sonbaharda yakılmak için toplanan yapraklar gibi.

    iki hafta kaldık, her yeri birlikte yeniden gezdik. günler mutlu geçti. margaret'ı yeterince sevdiğimi düşünüyordum. en azından böyle sanıyordum.

    kıyıda yürüdüğümüz son günlerden biriydi. yıllar önceki o gün gibi son aylardan biri değildi ama ilk terk belirtileri kumsala yaklaşıyordu. insanlar azalıyordu, sosis tezgâhlarının çoğu kepenklerini indirmiş, çivilenmişti ve rüzgâr, her zamanki gibi, bize şarkı söylemek için bekliyordu.

    annemi, eskiden olduğu gibi kumda otururken görür gibi oldum. yine o yalnız kalma duygusuna kapıldım. ama bunu margaret'a söylemek için kendimi zorlayamadım. sadece ona tutundum ve bekledim.

    gün ilerledi. çocukların çoğu evlerine gitmişti, birkaç erkek ve kadın kalmıştı rüzgârlı güneşte.

    cankurtaran kayığı kıyıya yanaştı. cankurtaran içinden çıktı, yavaşça, kollarında bir şey taşıyordu.

    dondum kaldım. soluğumu tuttum, birden küçük, on iki yaşında, çok küçük, bölünemeyecek kadar küçükmüşüm duygusuna kapıldım, korkmuştum. rüzgâr uluyordu. margaret'ı göremiyordum. yalnızca kumsalı, ellerinde koyu renk bir çuval taşıyarak yavaşça kayıktan çıkan cankurtaranı ve bir o kadar koyu ve çizgili yüzünü görebiliyordum.

    "burada kal, margaret," dedim. neden öyle dedim bilmiyorum.

    "ama niye?"

    "burada kal, işte o kadar!"

    kumda ağır ağır cankurtaranın olduğu yere yürüdüm. bana baktı.

    "nedir o?" diye sordum.

    cankurtaran uzun süre yüzüme bakakaldı, konuşamıyordu. koyu renk çuvalı kuma koydu, su ıslak ıslak üzerinde fısıldadı, geri çekildi.

    "nedir o?" diye direttim.

    "garip," dedi cankurtaran sessizce.

    bekledim.

    "garip," dedi, yumuşak. "gördüğüm en garip şey. öleli çok oluyor."

    sözcüklerini yineledim.

    başını salladı. "ben diyeyim on yıl. burada 1933'ten beri hiç çocuk boğulmadı, daha önce boğulanların hepsini de birkaç saat sonra bulmuştuk. biri dışında, hatırlıyorum. buradaki şu ceset, neredeyse on yıldır suda kalmış olmalı. pek hoş değil."

    kollarındaki koyu renk çuvala baktım. "açın," dedim. neden öyle dedim bilmiyorum. rüzgârın sesi yükselmişti.

    çuvalı yokladı.

    "acele et be adam, aç!" diye bağırdım.

    "açmasam daha iyi," dedi. sonra, yüzümün aldığı şekli görmüş olmalı. "o kadar küçük bir kızdı ki!"

    sadece yarısını açtı. bu da yetti.

    kumsal boşalmıştı. sadece gökyüzü vardı, rüzgâr, su, ve yapayalnız gelen sonbahar. başımı eğip ona baktım.

    defalarca bir şey söyledim. bir isim. cankurtaran bana baktı. "nerde buldun?" diye sordum.

    "kumsalın aşağısında, şu tarafta, sığ suda. çok, çok uzun zaman geçti, değil mi?"

    başımı salladım.

    "evet, öyle. aman tanrım, evet."

    düşündüm: insanlar büyür. ben büyüdüm. ama o değişmemişti. hâlâ küçük. hâlâ genç. ölüm büyümeye veya değişmeye izin vermiyor. hâlâ altın sarısı saçları var. sonsuza dek genç kalacak ve ben onu sonsuza dek seveceğim, tanrım, onu sonsuza dek seveceğim.

    cankurtaran çuvalı yeniden bağladı.

    birkaç dakika sonra, kumsalın aşağısında bir başıma yürüyordum. durdum ve yerdeki bir şeye baktım. burası cankurtaranın onu bulduğu yer, dedim kendi kendime.

    orda, suyun kenarında, kumdan bir şato duruyordu, yarısı yapılmış. tıpkı tally ve benim yaptığımız gibi: yarısını ben, yarısını o.

    şatoya baktım. yanına diz çöktüm ve gölden gelip yine göle giden ve geri dönmeyen küçük ayak izlerini gördüm.

    o zaman anladım.
    "bitirmene yardım edeceğim," dedim.

    geri kalanını yavaşça yapıp bitirdim, sonra kalktım, geri döndüm ve yürüyüp uzaklaştım, dalgalarda yıkıldığını görmemek için, her şeyin yıkıldığı gibi. kumsalın yukarısına doğru yürüdüm, margaret adında yabancı bir kadın beni bekliyordu, gülümseyerek..."