• okudum
    • okuyorum
    • okumak istiyorum
  • youreads puanı (8.74)
gölgesizler - hasan ali toptaş
metinlerini varoluş ve yokoluş üzerine kurarak varoluşçuluğu taşraya taşımasıyla özgünlük kazanan, tıpkı kafka gibi sade dilinden yükselen müzikle giderek hayatı yazıya, yazıyı ise büyülü bir hayata benzeten bir yazar... yazma serüvenini “hayatı kelime kelime genişletmek” olarak adlandıran hasan ali toptaş, metinlerini birer senfoniye de dönüştürerek, dışarıyla içerinin, görünenle iç dünyanın, gerçeklikle rüyaların, somutla soyutun çarpışmasından doğan tekinsiz bir atmosfere çağırıyor okurunu. tam bir yazı ustalığıyla, türkçenin imkânlarını sonuna kadar zorlayarak, edebiyatın büyülü dünyasına kapılar açarak... cennet'in oğlu kendini kendi varlığında yok etmişken, gerçekten kadının dediği gibi bir kez daha yok olmuşsa durum kötüydü. bu işin sonu yavaş yavaş köyün tamamen yok olmasına dek gidebilirdi. belki köy zaten yoktu da bunu kimse anlayamıyordu henüz; köylülerin hepsi alışmıştı yokun varlığına... (kitap bilgileri idefix'den alınmıştır.)


  1. hiç beğenmediğim bilakis nefret ettiğim kitap.spoiler!!! dikkatli okuyun!

    tamam anladık yerel ve sade yazmayı seviyor yazar. e iyi fena da başlamadı berber, köy, muhtar, nuri...peki köy hayatı ve karakterlerini bu kadar entelektüel yapma çabası neden?! maşallah köydeki herkes filozof herkes ayrı bir çeşit.ya da bi kere güzel bir tarz yakaladın diye sürekli ve özellikle bıktırana kadar tekrarlamak neden? kitabın sonu gelsin artık yeter dedim tekrarlardan gına geldi sona bak!!! uydurmanın böylesi...sonla birlikte kitabı tekrar düşünüyosun yok böyle bir kopukluk. anlat anlat anlat bağlamaya çalış becereme. netice olarak hiç hoşlanmadım.okumaya kendimi zorladığım zamana acıdım.biz aslında yoğuz ancak bu kadar yazarın kendi deyimiyle ıkınarak sıkınarak anlatılabilirdi.
  2. çetrefilli, içinden çıkılamayan mevzuların bir iki cümleyle anlatıldığını görmek beni rahatlatıyor.

    !---- spoiler ----!

    “belki de hayal gördün... insan cama uzun süre bakınca hep böyle olur, mutlaka bir yüz görür. daha doğrusu herkesin, asla göremeyeceği halde görmek istediği kayıp bir yüzü vardır.”

    !---- spoiler ----!
  3. "işte böyle, insanlar burnumuzun dibinde doğuyor, burnumuzun dibinde yaşıyor, sonra birdenbire yoklara karışıyor da biz fark edemiyoruz."
  4. kitabı okurken, daha ilk sayfalarında, kanlı bir kitap olacağını anladım. altı çizilecek veya üzeri belirginleştirilecek çuval dolusu satır vardı. mesele, bu iş için kullandığım cinayet aleti kalemi bulmaktı. ama kalemin nerede olduğuna kafa patlattığım, onu aramaya çıktığım vakit, bir tas dolusu sudan fazla mecali olmayan zihnimin bereketini kitaba hasretmekten vazgeçmiş olacaktım. bunu istemiyordum. okuma boyunca kalem düşüncesi kafamda dönüp durmuş olsa da, onu aramaya çıkmadım - hem bu yüzden, hem de planladığım otopsinin gerçekten işe yarar olup olmayacağına karar veremediğim için. neticede kitabı o kada çok çizmek zorunda kalacaktım ki, belki çizilen yerler çizilmeden kalan yerlerden fazla olacaktı, ki bunun da bir manası yoktu. hem bu kitabı değerli kılan şey, yazarın bulut karası buluşları mıydı sadece? okuyunca insanın yüzündeki ifadeyi önce bir donduran, bir kaç saniye sonra tekrar okuyunca bu sefer yıldırım görmüşçesine ürperten o benzetmeler, tanımlar... muhakkak bunların katkısı çoktu kitaba ancak mesele şuydu: hasan ali toptaş bunlar olmadan kitabı yazabilir miydi? yaptığı sadece gözterişli bir "edebiyat parçalama" mıydı yoksa muhtar, bekçi, berber, cıngıl nuri, cennet'in oğlu, güvercin, ve diğer garibler, bunlar olmadan kara bulutların üzerine kurulmuş köylerinin zeminini kaybedecek, patır patır yere dökülüp büyülerini pul pul dökecek, kuru zeminin kısırlığında birbirleriyle karagöz ve hacivat gibi konuşan kartonlara mı dönüşecekti? sanırım böyle olacaktı. yazar eğer maket şişesinin içine sabırla bir gemi inşa eder gibi sadece kendi alet çantasında bulunan uzun ağızlı penselerini, cımbızlarını ve iğnelerini kullanmayıp cümleleri nakış nakış işlemeseydi, okur olarak bizler ne uzakların aslında burnumuz kadar yakın ve yakınların bazen saatlerce hatta günlerce uzak olduğunu; ne varlığın giderek çoğunlukla yokluk ve yokluğun aslında hiç olmamışlık olabileceğini; ne hareketsizliğin karanlık demek olduğunu ve karanlığın aslında kor kor yandığını; ne erkekleri kadınlara aşık eden şeyin boşlukta yamanması imkansız delikler açan şeyla bakışlar olduğunu ve geceleri erkeksiz yatan kadınların ellerine sarıldığını; ne de pencerelerden birbirlerine bakan yabancıların bir süre sonra kendilerine baktıklarını öğrenemeyecektik. evet, muhakkak ki bunlar eksik kalacaktı, kitap tam olmayacaktı. bu yüzden, daha aslında bunları yazarken, kitabın 47 bölümünü teker teker tasnifleme işinden de vazgeçtim. hangi garibin hikayesinin, kitabın hangi bölümüne denk düştüğünü, yazarın bu hikayeyi hangi sözcüklerle büyülediğini, en azından sonraki düşünmelere kılavuz olsun diye kabataslak bile olsa alt alta yazma planının bir yararı olmayacağını anladım. kitap bütün halinde, karnı göğsü deşilmeden durmalıydı. şimdi yanımda yatıyor. birazdan ışığı kapattığımda eminim ki muhtar odasındaki muhtarın tül gibi asılı kalmayı başaran sigara dumanı arkasında öksürüğünü tutamayıp varlığını belli etmesine lanet okuyacağını duyacağım. hacer ile bekçinin samanlıkta yaktıkları alev kitabın uçlarını ve belki çarşafı biraz tutuşturacak. cennet'in oğlunun peşinden koşan çocuklar şamata sesleriyle sayfaların arasından kaçmaya çalışacak. reşit'in mavzerinden çıkan bir kurşun kitabın kapağında bir delik açacak; yatağın üstünü barut kokusu kaplayacak. atın ayakları altında ezilmeden bir saniye önce ramazan'ın "yoksa cebimdeki saçlar bu atın yelesinden mi?" diye düşündüğü duyulacak. yazarın içtiği çayın kokusunu alacağım. kahvaltı masasındaki çatal bıçakların seslerini duyacağım.
  5. hasan ali toptaş’ın en beğendiğim kitabı. 22. bölümü okumayı bitirdiğimde gerçekten elimde inanılmaz bir kitap tuttuğumu daha iyi anladım. defalarca okunup defalarca yorumlanabilecek bir kitap.
    “sahi, dedi bekçiye, kar neden yağar?”