1. sene 2009... denizli'nin tavas ilçesinde çalışıyorum o zamanlar. maddi durumu kötü olduğu için hem çalışıp hem okumak zorunda olan bir öğrencim var. bir kulağı duymayan kadir... kadir, öyle bir öğrencidir ki samimiyetini görür kızamazsınız. yoksulluğunu dert etmez, güleçtir hem de gayretli. bir gün derste "ben hiç lunaparka gitmedim, çok istedim ama gidemedim." dedi. kadir 6. sınıfta... boğazım düğümlendi sesindeki hüznü duyunca. o hafta sonu ailesinden izin alıp kadir'i lunaparka götürdüm. dönme dolabından çarpışan arabasına ne varsa ona eşlik ettim. gözlerindeki heyecan, yüzündeki kocaman gülümseme hala gözlerimin önünde. bir çocuğun mutluluğuna sebep olmak kadar güzeli yokmuş, anladım. öğretmenler gününde masamın üstünde gazete kağıdına sarılı bir hediye buldum. açtım, "küçük prens" adlı kitap duruyordu ellerimde. içinde de bir not: "öğretmenim, hediye alamadım ama en sevdiğim kitabımı size hediye etmek istiyorum. sizi seven öğrenciniz, kadir." hayatımda o an'a kadar aldığım en değerli hediyeydi, hala da öyle.

    ne zaman hatırlasam hem mutlu olup hem hüzünlendiğim hikayem böyle. öğretmenliği çekilmez bir meslek haline getirenler, öğretmeni bulduğu ilk fırsatta rencide etmeye çalışanlar olsa da böyle pırlanta yürekli çocuklar var oldukça, benim öğretmenime zeval gelmez.
  2. doğuştan ortopedik engelli olan ve değnek yardımı ile yürüyen ben önden yürüyorum arkadan da beş yaşında öğrencim ile üç yaşındaki kardeşi yürüyor. diyalog şu şekilde
    - abi o ne ? (değnekleri işaret ederek)
    -destek sopası. o öğretmen zor yürüyebilen insanlardan olduğu için destek sopası tutuyor.

    şu kirli dünyada çocukların kabul gücü ve yaratıcılığı gülümseten nadir şeylerden biri.
  3. bugün ilkokul arkadaşlarımla buluştum. tabi haliyle geçmişe yönelik bir sürü anımızı hatırladık. biraz kendimi ifşa gibi olacak ama benim ilk ismim can, ilkokulda bana bu ismimle hitap edilirdi.

    bir ingilizce sınavında bir soruyu yes i can olarak cevaplamıştım benden kopya çeken sıra arkadaşım ise soruyu yes i osman olarak cevaplamıştı.
  4. “çiçek dalında güzeldir”, doğrudur. bütün samimiyetimle, üstelik bir insan dişisi olarak katılıyorum. ben çiçeği yetiştirmekten, bakıp büyütmekten yanayım. büyümüş, iş güç sahibi olmuş, kendi kökleri üzerinde durabileni de yolmamaktan yanayım. ankara’dayken bir gençlik festivalinde, izmir standından aldığım yöreye has menekşemin çiçeklerine üç kere “barney, barney, barney” diye üfleyip, akabinde tatilde leon gibi memlekete kadar götürüp anama teslim etmem ve kendisinden ankara’ya dönüşümü müteakip “multiş, barney ölmüş galiba, çük gibi eğilmiş kız, biz ona bakmayı unuttuk ya…” lafını duymam dahi çiçeklere olan sevgimi, ilgimi, onlara analık etme arzumu söndürmedi. ha, şunu anladım; birincisi, “hayatta babana bile güvenmeyeceksin” denir ya, anana da güvenmeyecekmişsin. ben, denizden babası dışında çıkacak her şeyi yiyecek adamım, ama bu hususta babalara yüklenmeyin, zira analar da en az onlar kadar sırt dönülmez, menekşe emanet edilmez olabiliyor. ikincisi var mıydı, unuttum.

    şimdi bu çiçek mevzusunu niçin açtım? evet, çiçekler dalında güzeldir, doğru, fakat şu bir gerçek ki, her kadın, benim gibi hem odun-öküz-doğasever bileşiminde hem de gerçekten böyle çiçekmiş, peluş ayının kucağında çikolataymış, tamtur alyansmış zerre çüklemeyen hemcinslerim dahil bütün kadınlar, o “sevgiliden gelen / uzun zamandır senden hoşlanan ama bir türlü açılamayan bir beyden gelen / yeni işini kutlamak için gönderilen / sonunda açılan bey’in müspet bir karşılık alması sonucu bütün rızkı beyaz küçük çakıl yatağında servis edilen orkide ve lilyuma gömmek suretiyle tek başına bir botanik bahçesi olarak gönderdiği çiçekler”e hayatında en az bir kere sulanmış ve dibine kadar yiyip de yutmadığı tırnağı püskürtürken “kişşke binim ıllssah…” demiştir. işbu entry, ahir ömründe eline ıspanaktan, maydanozdan, efenim rokadan, pazıdan başka ot değmemiş, bunlarınkinden başka rayiha içine çekmemiş multiple bacınızın, hayatında aldığı ilk ve son çiçeğinin ve bir daha çiçek almaya / istemeye ve dahi toplamaya bile nasıl tövbe ettiğinin korkunçlu dramatik hikâyesidir…

    sene 2015, ankara’dayım. nisan – mayıs aylarının gelmesiyle gevşeyen gönül yaylarının, etkisini kargo şirketleri ve motorlu kuryeler üzerinde yoğun hissettirdiği bir dönem. yine yurdun önünde bir kargonun gidip bir kuryenin geldiği bir gün, ki ben de üzerime bir blue velvet giymiştim tam o sıra, akşam sevgilimle dansa gidevsfdgdggd… yok len, pazen çiçekli tumanımla balkonda oturuyorum. derken en yakın arkadaşlarımdan biri “çabuk odaya gel” diye bir whatsapp mesajı attı. gittim ki ni göreyim! çalışma masası kadar, kalp şeklinde kek çanağı, çiçeği bırak, içinde kendin yaşayabileceğin hatta sıkılıp ev arkadaşı alabileceğin genişlikte bir cam vazoda artık hava boşluğu kalmayacak kadar tepiştirilmiş güller, bir de ince altın kolye. kendi kendime “herhalde başlık parası yerine geçiyor, iki haftaya evlenecekler zaar” diye düşünürken “gudu” lakaplı canım arkadaşım beni gerçekçi ve tasarruflu hayallerimden uyandırdı. “ multiiim, yaa bizim memlekette bi çocuk vardı, liseyi falan beraber okuduk, çok tanımıyodum ama beni insta’da falan da takip ediyodu, şimdi görüşmek istiyo benle, ben olmaz deyince falan haberim yoktu, bunları yollamış yaaa…” yaaa… o an içimde derin bir sorguya düştüm sözlük. bizim memlekette neden böyle çocuklar yoktu? liseyi beraber okuduğum çocuklar bana neden aşık olmak yerine “flüoresan matrix” demeyi tercih etmişlerdi? neden benim regl döngüm beden eğitimi derslerine hiç rastlamamıştı da gülleyi erkeklerin attığından bile daha uzağa atan öğrenci olabilmiştim? neden beni kimse insta’dan takip etmiyordu? babam böyle pasta yapmayı niye öğrenememişti len?!

    kendime bir insta hesabı açmaya karar verdim. şekerim düşmüş zaar, başlık parası keklerden iki tane yiyince vazgeçtim. sevgilim o zamana kadar beni hiç kırmamıştı, üzmemişti. hep sevip, çok güzel şeyler söylemiş, beni çok güzel sevmişti. daha güzel fırçalasın diye kendi bim fırçamı attırıp, ibnemsi bir manidarlıkla olmadığını umduğum bir şekilde oral-b fırça bile almıştı. uzaktaydı, özlüyordum, evet kendi istemişti gitmeyi ama artık yapacak bir şey yoktu, bir araya gelmeyi bekliyorduk. şimdi o günü beklerken beni hep güldüren, boktan şakalarıma gülen, hasta olduğum bir gün çoraplarımı bile ısıtıp ayağıma giydiren adamdan utanmadan bir de çiçek mi bekliyordum? evet.

    kanıma çocuklar duymasın’daki meltem virüsü girmişti bir kere. iki gündür tanınan kıza fırınlar yakılıyor, güller dikiliyor kıt kıt, 4 senede sabır taşı olmuş, yetim kirazları al al duran multiple’a gelince meee… tatlı sevmem, kek almayabilirdi. pırlanta, taş, kolye de hiç sevmem, bunları da geçebilirdik. ama artık bir çelengi hak ettiğimi düşünüyordum. fakat o vakitler sevdiğim adam bunu kendi başına akıl edebilecek, bir sürprize dönüştürebilecek duygusal yazılımdan yoksun bir mekanizmaydı. bir de tahmin ediyorum başka çiçekleri sulamakla meşguldü o ara, sonradan öğrendim yani. neyse.

    bir taşla iki, üç, beş kuşu birden vuracağımı düşündüğüm, hayatımın ilk ve son çakalca planını yaptım birden. kek güzeldi, kafam çalışmaya başlamıştı. plan şuydu: ben telefonumdan o eşşek kadar vazonun içindeki gülleri çekecek ve altına, sevgilimin adı ne olsun işte, ziya olsun mesela, “ ziyaa, inanmıyorum sana, çok teşekkür ederim sevgilim, ne kadar güzel bunlar yaa!” yazarak herife gönderecektim. tabii herif buna “ne demek bir tanem, sana az bile aşkım” da diyebilirdi, bu ihtimali hesaba katmamış olmam herifime çok güvendiğimden ziyade, azılı bir sözelci olmamdan ileri geliyor. kızlar da ben de gelecek yanıtı heyecanla bekliyorduk. cayır cayır güller yani, baya “tez vakitte sevişmek üzere” mesajı veriyorlar. herifim dürüst çıktı, “bunları ben yollamadım, nereden çıktı bunlar?” dedi. e ben planı oraya kadar yapmıştım, ondan sonra piston aşağı oldum. “ya bilmiyorum, yollamış biri, nasıl sen değilsin” diye saçmalarken baktım olmuyor, bana da yakışmıyor, çocuğa da ayıp oluyor, dedim ki “ziyam böyle böyle, ben böyle çocukça bir bok yedim, senden de çok özür dilerim. sen beni seviyorsun, üzmüyorsun, ne desem yapıyorsun, elde ne itler hergeleler var, sen onlar gibi değilsin, bir de kalktım senden çiçek bekledim, biraz da kıskan diye öyle ettim ama nolur beni affet tülaayy…” allah var bir şey demedi, güldü de baya, öyle o gün olup bitti bu saçmalık.

    yaklaşık iki üç hafta sonra ankara’ya geldi, neredeyse iki aydır görüşmüyorduk, beraber bir hafta geçirecektik. her zaman oyun oynadığı bir yer vardı sakarya caddesi’nde. onun deyimiyle “adam dövme”den çıktık, yürüyoruz caddede. “sana bir sürprizim var” dedi. çiçekçilerin önünde olmamıza karşın hiç aklıma gelmedi. normal insanların başına böyle bir “sürpriz” nasıl gelir sözlük? sen beklersin, adam alır gelir, ya da zaten almıştır, sırtından dan diye çıkarır verir, yahut buluşma yerinizde zaten çiçekle bekliyordur değil mi? yani çiçeğin satın alınma anı mümkün mertebe kadına, partnere gösterilmez. ama ben neyi anlattım? normal olan kadının başına geleceği. multiple bunları yaşar mı? yaşayamaz, çünkü anlatacak enteresan hikâyelere daha çok ihtiyacı var, niye her şey yolunda gitsin ki?

    aldı beni çiçekçinin önüne götürdü ziyam. anladım tabii, yine de çok mutluyum. en sevdiğim çiçek papatyadır bukette, bilirdi. çiçekçiye “papatya alıcaz” dedi gülerek. adam buketi hazırlarken ziyam gözlerimin içine gülerek baktı ve beni çekip öpt… teeeheeey, hollywood’da sanki zilli… adam demeti eline aldı, benim ziya durdurdu çiçekçiyi “abi dur ya, o fazla oldu, çok oldu o...” bunu duyan ben , oracıkta değersiz bir yığına dönüşmüşken ikinci şok dalgası, adamın “bu yeter mi abi ?” sorusuna karşılık, “o da fazla oldu ya, azalt onu sen, 5 liralık yap yeter” sözleriyle üzerimden geçti. östrojen seviyemde kırmızı alarm veren bir düşüş yaşanıyor, sakallarım çıkıyor, sesim kalınlaşıyor, canım bir handa şarap ve kadın çekiyordu. bana sürpriz yapmamış, adeta cezalandırmıştı eşşoğlusu… o günden sonra bırak çiçekçiyi, botanik park’ın bile önünden geçmedim, geçemedim sözlük…

    hikayatın gülümseten yanı sonradan oldu, yani birlikte olduğumuz süre boyunca ben bunu ona ve herkese hep gülerek anlattım. her zaman yaşanabilecek bir çiçek hikayesi değildi bu. belki kırılmaz, parlak camlar içinde, kokusu on metreden yayılan çiçeklerle gelmemişti bana ama bir erkek nasıl bir demet çiçek bile alamaz, canlı canlı sahnelemişti karşımda. östrojenim normal seviyesine geldiğinde bana dünyanın en şirin erkeği gelmişti bu yüzden. keşkim boka batırdığın tek planın bu olsaydı diyor insan ama geçmişe past tense, yenmişe big mac artık, netcen…

    velhasıl hala güldüğüm fakat cümle bitkisel hayata tövbe ettiğim anım budur, pek uzatmışım, affola.
  5. en tazesinden...

    bir bayram ziyareti... televizyonda bir çocuk kanalı açık. evin küçüğü hipnotize olmuş bir şekilde çizgi film izliyor. 4-5 yaşlarında, down sendromlu, dünyanın en masum yüzüne sahip bir oğlan çocuğu. çizgi film bitince televizyona arkasını dönüyor, gözlerini yumuyor, yetmiyor elleriyle de gözlerini kapatıp koltuğa kapaklanıyor. bu hareketine anlam veremeyip onu izlemeye devam ediyorum. yeni bir çizgi film başlıyor, televizyona dönüyor ve mutlu bir ifadeyle seyretmeye devam ediyor. bir süre sonra o çizgi film de bitiyor. bizim ufaklık yine heyecanla televizyona arkasını dönüyor, gözlerini kapatıp aynı ritüelleri yapıyor, yeni bir çizgi film başlıyor, yine dünyanın en mutlu ifadesiyle izlemeye devam ediyor.

    annesi şaşkın bakışlara gülümseyerek şu cevabı veriyor:
    - yeni başlayacak çizgi film kendisine sürpriz olsun diye böyle yapıyor, böyle daha mutlu oluyor.
  6. bir tanesi de 39 erzincan depremi'nde yaşanmıştır. deprem olduktan kısa bir süre sonra erzincan savcısı o sırada tutuklu bulunan mahkumları toplamış ve onlara şöyle demiştir:

    'sizi kurtarma çalışmalarına yardım için serbest bırakıyorum. içinizde yakın köylerde yaşayanlar varsa onlar da ailelerinin yanına bir günlüğüne gidebilirler. tek şart canla başla çalışacaksınız, akşama da cezaevine döneceksiniz'.

    mahkumlar böyle günlerce kurtarma çalışmalarına yardım ederler ve akşam olunca da cezaevine dönerler. bir tek mahkum bile kaçmaz. 1940 yılında çıkan özel bir yasa ile affedilirler.
  7. cüzdanımı kaybettim yakın zamanda. bütün banka kartlarım, tüm param gitti. napacağımı bilemedim arkadaşımı aradım. hemen geldi hem para getirmiş hem taksiyle gittik kaybettiğim yerlere baktık. zaten diyordum da o an yine ve yeniden dedim ki ya ben böyle güzel insanlar nasıl bulmuşum? neyse sonra biri cüzdanımı bulmuş, içinde hep gittiğim bi yerin kartından bana zar zor ulaşmış. hiç gelmez diye düşünürken, bir de panik olmuşlar içinde şöyle paranız var böyle paranız var alabilir misiniz diye. ben de şans bu ya şehir değiştirmek üzereyken aldım haberi. yine aynı arkadaşımı aradım gidip alır mısınız dedim. hiç ikiletmediler, bugün almışlar bi de fotoğraf atmışlar birlikte. ya siz ne güzel insanlarsınız diye gözüm doldu fotoğrafı görünce. ben ne şanslıyım, siz ne güzelsiniz. az ve öz. dost mükemmel bir şey. ay çok seviyorum sevgim içime sığmıyor. neler söylesem yetmezmiş gibi sevgimi anlatmaya. sadece iyi ki.
  8. ben hikaye anlatmayı çok severim. hikaye dinlemeyi daha çok severim. ondan da daha çok, çok sevdiğim bir şey varsa, anlatılan hikayenin bir ucuyla, bir parçasıyla gerçek hayatta, hayatımın içinde karşıma çıkıp beni şaşırtması. hayatımızın anlatılmaya değer en güzel yanı bu tesadüflerin varlığı bana kalırsa.

    sene 2013 yanılmıyorsam. gürsel (korat) hocanın " metin ve yorumları" dersini alıyoruz zorunlu olarak. yine bir dersinde söz dönüyor dolaşıyor, kapadokya'ya geliyor. beni ankara'ya cemal süreya, kapadokya'ya da gürsel hoca aşık etmiştir; daha önce görmediğim hâlde bu şehirleri üstelik. gördüğüm zaman da değişen bir şey olmadı, hatta şairi de yazarı da unuttum ama o yerlere sevgim, özlemim hiç sönmedi. neyse.

    hocamız kayserili, kapadokya bölgesine özel bir sevgisi var. her taşın altını, hikayesini bilir, romanları özellikle o coğrafya zemininde geçer çoğu zaman. konu yine kapadokya'ya gelince konuşa konuşa " st.george"un yani "yorgi"nin, bizde bilinen ismiyle "cercis / circis" in hikayesini anlatmaya başladı. özellikle tarihî bilgilerini ve sayısal veriler içeren olayları şu an için hatırlayamasam da cercis'in kim olduğunu öğrenmiş; rivayet edilen hikayesinde atından heybetle iner inmez, aynı atı kollarına hızlıca dolayıp başına eski püskü bir başlık olarak geçirerek muhtaç bir dilenci kılığına girmesine , "tanrı rızası" için her kapıdan yardım istemesine, geri çevirmeyen evleri ödüllendirip kovulduğu yerleri fukara etmesine, ejdarhayla savaşına hayran kalmıştım çocuk gibi.

    daha sonra 2015 yılında 10 günlüğüne kapadokya'ya gittiğimde ilk işim cercis'i aramak oldu. tamam bee, ilk işim acayip ucuza gelmiş odanın jakuzisini köpükle doldurup eski sevgilimle şarap keyfi yapmak oldu ama jakuzinin masaj özelliği su sıcak olduğunda kösnül bir gevşeme yaratacağı yerde hipertansif etki yaptığı için karaya vuran balinalar misali kendimizi küvetten dar atabilmiştik içeri. cercis daha gelir gelmez cezalandırmıştı beni... sonra "tamam george, şimdi sakin ol ve elindeki atı yere bırak, şimdi çıkıyorum müzeye, okay?" diyerek cercis'in aziz hatırasını aramaya koyuldum. göreme açık hava müzesi'nde, adını yine unuttuğum bir kilisede, bir savaş sahnesinde temsil edildiği duvar resmini görüp fotoğrafını çektim. sevgilim olan insana bildiğim hikâyatı heyecanlı heyecanlı anlattım ama pek sallar gibi değildi. en de sevmediğim şeydir heyecanımın, şaşkınlığımın, sanki her şey 50 yıldır aynı şekilde oluyormuş gibi davranılarak söndürülmesi. boşver cercis, sen ona bakma , kameraya bak, çekiyoruum! tişörtlerini de yapmışlar, denk getirip alamadım o gün, bir dahaki sefere artık dedim. adettendir diye o duvardaki resmin basılı olduğu bir ayraç aldım. cercis'le ilk karşılaşmam böylece olup bitmişti.

    2016 yazında, çalıştığım kitapçıda bazı kitaplar bulunmuyordu. müşterinin isteği üstüne sipariş ediyorduk, kendilerinin iletişim bilgilerini alıp. bir gün yaşlı, akça pakça bir amca girdi içeri. yine hatırlamıyorum, iki kitap sordu. "yok ama sipariş edebiliyoruz, getirtelim mi sizin için? " diye sordum. "tabi olur, et gızım" dedi. işlemi yaptım, amcanın irtibat bilgilerini alacağım ki kitaplar geldiğinde ulaşabileyim. "isminiz nedir amcacığım?" dedim. "cercis" dedi. kalbimin "gümp" diye tek seferde çarpışını şu an dahi hatırlıyorum. üç saniye kalem elimde donuklaştıktan sonra "afedersiniz, cercis mi dediniz? " diye sordum. " he gızım, c -e - r..." diye devam etti. "biliyorum amca cercis'i ben. isim olarak hiç duymamıştım. siz nerelisiniz ki?" diye sordum. "buralıyım gızım ama pek yoğ ismimiz, doğrudur. sen nerden biliyin cercis kim?" diye sordu gülerek. bütün hikâyeyi aynı müzede olduğum günkü heyecanla anlattım amcaya, sevgilimden daha çok şaşırıp bana eşlik etti yemin ederim. hatta verdiği numaraya "sni ryamda qrdüm, ii msn???" diye mesaj atmayı bile düşündüm bu yüzden. atını sarıp sarık yaptığı hikâyeyi de biliyormuş, " hee bizde çoğ anlatırlardı gızım, anam goydu benim adımı bu zat'tan ötürü" dedi. "ne güzel amca, isminizle çok yaşayın" dedim. adam dükkândan çıkarken elimde olmadan sessiz sessiz arkasından gittim, acaba atıyla mı gelmişti ve onu hızlıca kollarına sarıp başka bir kılığı için kullanacak mıydı diye bakmak için. kuş cinsi lacivert bir arabaya binip gitti, egzozuna boğuldum, oysa ben o arabayı "badgirl" beresine dönüştürecek sanıyordum... dedim multiple, işçisin sen işçi kal, gir ğız tükandan içeri...

    artık plasebo etkisi miydi, amca sahiden cercis miydi bilmiyorum ama o gün hem dükkân her zamankinden iyi kazandı, hem ben hiç yorulmadım. günün en yoğun ve yorucu saatinde bile. aylar vardı elime kağıt kalem almamıştım, birden ufakça bir defter aldım kendime, yazdım ha yazdım. durduk yere heves de getirmişti adam. ya da ben öyle inanmak istedim, bilmem... yine de bu, o günü akşam uyuyana değin garip bir huzur içinde geçirdiğim, ve genelde aksi giden rutin işlerin birinin bile garip bir şekilde sorun çıkarmadığı gerçeğini etkilemiyor.

    şimdi düşünüyorum da, ezkaza çocuk sahibi olmaya ikna olursam, bir de yavrucak oğlan olursa, bir adını "cercis" koyarım ben ya... mucizeli, sürpriz yumurta gibi bir oğlan olur o zaman, oy anası yesin... hem bir adı "cercis" olduktan sonra diğer adı isterse "geoffrey" olsun, yedi krallık içinde dahi çok sorun yaşayacağını sanmıyorum.
  9. rüzgarda kırılmasın diye minik portakal fidanının yanına çakıp bağlandığınız kuru dal parçasının tutması, yeşermesi, yaprak açması.

    ne ağacı olduğunu da bilmiyorsunuz, tam bir sürpriz durumu hasıl olmakta.

    beklenmeyen hamilelik gibi.
  10. -minnoşş, pisi pisiii
    -miauww!

    tam 3-4 yaşındaki çocuğun ironi kabiliyetine hayran olurken,

    annesi - naptınız!
    ben - ???
    annesi - kendini bir süredir kedi sanıyor, şimdi ikna etmemiz iyice zorlaşacak!
    çocuk - anne bak bana kedi dedi, bildi anne bak, pisi dedi...

    bence benziyordu...
    mesut