1. polonya'nın krakow kentine çok yakın oswiecim kentine doğru yol almaktaydım. trene bindikten yaklaşık doksan dakika kadar yol vardı. pencereden içime dolan doğanın mutluluğu ile bir tarihle yüzleşmeye yol alıyordum. bomboş vagonda pencere camındaki yansımla konuştum hep. mutluluk buydu. gökyüzüne doğru yükselen renkler. koyu yeşil sarı ve bazen kırmızı. peyzajı seyretmenin verdiği hazla mırıldanıp durdum yolculuk boyunca.

    "Gözlerin bir çığlık, bir yaralı haykırış
    Gözlerin bu gece çok uzaktan geçen bir gemi"

    düşlerimin parlayıp söndüğü yerdeydim. en parlak anında, varolmanın bütün hazzını hissediyordum. köklerimden ayrılmış bir tohum gibi yani. nefessiz, soluksuz ama umutlu. toprağa yeniden döneceğini bilerek havalarda dolaşan bir esintiydim. trenin penceresinden akan evler, çatılar, hayvanlar, sarımtrak otlar, yapraksız kavaklar, akçaağaç süprüntüleri, okaliptüs hışırtısı ve yalnız bir doğa vardı. bu anda boşluğun içindeymişçesine varansız, bağlantısız anın içinde kaybolursunuz. evet ben de kayboldum o anda. şimdi bu günlüğe bunları yazarken nereye kaydediyorsam bu kokuyu işte tam olarak oraya varan bir derinlikte kaybolduğun yer.


    Auschwitz'e vardığımız sabahın bir körüydü. Sessiz ve bomboş sokakları olan bir yerleşim Oswiecim. Krakow'dan buraya trenle geldim. Tam olarak bilmiyorum ama sanırım katledilen insanların taşındığı demiryolu aynı kalmış. Bir an için Auschwitz kampına kapısız penceresiz vagonlarda yığınlar halinde taşınan insanlar geldi aklıma. büyülü bir yol bu. içimde bir kıpırtı ki bana az önce yaşadığım arafın içine yalnızca benim girmediğimi söylüyor. milyonlarca insan bu demir yollarını kullandıysa, yepyeni bir hayat için öyleyse onlar da kör vagonlarda aynı şeyi mi hissettiler? kaçıyorum bu düşünceden. beni rahatsız eden ne?

    buraya taşınan insanlar sürüldükleri topraklarında yataklarını kıyafetlerini taşıdılar. Umutları vardı sanıyorum. Kapalı vagonlarda nereye gittiklerini bilmeden saatlerce yol gittiler. ama ben pencereden dışarı bakıyorum. Gördüğüm bu güzel toprakların hiçbirini görmediler onlar. Farkındayım evet belki de bu kadar güzel yerleri görmeme sebep olan büyük bir cehennem. Ama yine de insan ister istemez soyutluyor kendini nereye gittiğinden. Gezi notlarına keşke biraz bunları gösterecek şeyler de ekleseydim demekten alamıyorum kendimi. Güzel ormanlar, koruluklar ve yer yer göletler yer alıyor Oswiecim'e giderken sizi. Tüm bu güzel peyzajdan hiçbir şey sizi koparamaz gibi geliyor öncesi.

    Fakat trenden indiğiniz andan itibaren bambaşka bir tokat yiyorsunuz. Öyle. Sanki biri gelip burnunuza yumruk atıyor gibi acıtıyor. Soğuk hava bir boksörün sol kroşesi. Bu çivi gibi soğukta insanlar yarı çıplak kamplara atıldı diye hatırlayıveriyorsun. Sonra çevreye bakıyorsunuz. Biraz zihni zorlayınca Birkenau'dan önceki kampa buradan taşınan maktülleri görebiliyorsunuz. Şehrin bütün dokusunun kampla bütünleştiğini hissedebiliyorsunuz.

    Auschwitz'e vardıktan sonra blokları dolaşmaya başladım. Kampın içindeki bloklardan birinde iki kadına rastladım. Biri hüngür hündür ağlıyordu. Diğeri büyük bir metanet içerisinde kendisinden yaşça büyük olan kadının yanında duruyordu. Sarılmadılar. Ağlayan kadın elleriyle gözlerindeki yaşları silmiyordu. Aynı zamanda gözyaşlarını saklamak için de sırtını hemen yanındaki pencereye dönüyordu. Kendisinden yaşça küçük olanı etrafındaki insanların göreceğinden rahatsız olsa gerek, ağlayan kadının kolundan tutmuş etrafa boş gözlerle bakıyordu. Tümüyle aydınlık bir odada içindeki karanlık yere ağlıyordu kadın. Sonra ziyaret ettiğim diğer bloklarda sergilenen fotoğrafları hatırladım. Kadının içten içe birikerek, büyüyerek kopan fırtınasını düşündüm. Evet içinizin sızlayacağı fotoğraflardı muhakkak. Nitekim etkilenebilirdi insan. Sessiz sessiz ağlanabilirdi muhakkak. Bağırmadan kısa hıçkırıklarla boşalabilirdi sinirler. Duygularımı yitirdiğimi düşündüğüm sırada bu iki kadını seyrettiğimi farkettim. Gördüklerim beni etkilemişti kuşkusuz. Fotoğraf makinamı çıkarıp fotoğrafı çektim. Kafamda taşa dönmüş bir ruhun ağırlığıyla diğer hole yürüdüm. İçeri adımımı atar atmaz bir şey oturdu böğrüme. Nefes almak güçleşti. Ağzını açıp bir mırıltı çıkarmak ne mümkün.


    hızla dibe batan bir gemi gibi ağırlaştım. Bu gördüklerim koyun yumağı değildi. İnsan saçlarıydı bunlar. Devasa bir holün tamamı insan saçlarıyla doluydu. Bu an az önce ağlayan kadını tümüyle unutmuştum. Aklıma bile gelmedi. Aslına bakarsam hiç bir şey düşünemediğimi ve bu duruma yabancılaştığımı hatırlıyorum. Her ne kadar sağlam duracağım konusunda kendime güvensem de.. Neyse sonuç olarak gözlerinizin dolması sonucu derin nefesler almanıza ihtiyaç duyduğunuz kesin. O holden çıkmak da ayrı bir güç istiyor. Katliamın boyutlarını aklınız ve gözünüz algılamadığı için ayrılamadım..