• izledim
    • izlemek istiyorum
  • youreads puanı (8.27)
ida - pawel pawlikowski
1960'lı yıllarda geçen film polonya'da nazi işgalinin izlerini yansıtıyor. pawlikowski'nin polonya'da çektiği ilk film olma özelliğini taşıyan yapıt, rahibe adayı anna'nın hiçbir akrabasının hayatta olmadığını düşünürken teyzesinin varlığından haberdar olması ile birbirinden çok uzak iki kimlik arasında sıkışmasını konu alıyor.


  1. sinema diğer sanatlara kıyasla biraz daha kirli sanattır. bu kirliliği hakikati aramanın ve görselleştirmenin neticesinde kazanmıştır. hakikatlerdir yani kirli olan. hakikatin görselleri çoğu zaman sade ve yalın; belli bir ağırlık taşıyan basitlikte olur. bu şiirler için de, romanlar, resim sanatı ve sinema için de geçerlidir. ve pawlikowski"nin ida"sı bu kirliliğin uzağında, bana yabancı gelen "güzelliği" taşıyor. hani bir roman okursunuz, romanın belli pasajları hoşunuza gider, altını çizerseniz, yıllar sonra dönüp onları okur, garip duygular yaşarsınız ya; evet, işte sinemada da şiirsel görüntünün işlevi altı çizilen pasajlar gibidir; zannedersem hiç kimse bir kitabın baştan sona bütün cümlelerin altını çizmek istemez; böyle olursa büyü kaybolur, demek ki romancı roman değil, beyine, ruha, kulağa hoş gelen ortak beğeni cümleleri yazmıştır. ida"da işte her yanını çizik çizik edeceğiniz görüntüler bütünüyle oluşur. hakikatin kirliliğini görüntünün estetizesine kurban verir. o sebeple de ida gözümde orta karar, bir kere izleyeceğim ve asla dönmeyeceğim film.
    dilimize yara çıktı, ama ne yapalım, söylemeden de olmaz: sinema, fotoğrafın arka bahçesi değildir. siyah beyaz fotoğraflar çekmek istiyorsanız yüzyılı aşkın yaşta fotoğrafçılık vardır; sinemayı neden yanlış anlıyoruz? böyle filmler direncimi kırıyor. zorlama olmuş. sinema dili yok, kurgu yok, ancak messihian görüntüler, hareketsiz kamera ve bolca bela tarr esintisi.
    bela tarr bunun ağa babasını yapıyordu; ama kim iddia edebilir satantango veya karhozat hikayelerinin o kamera konumlarından ayrı tutulacağını? işte sinema biraz da böyledir: bir filmi on farklı şekilde çevirme gücünüz varsa o filmi çöpe atın. zerkalo"yu, farklı çekemezsiniz, o sebepledir ki hep hatırlanır.
    sinema bilinç sanatıdır. sizi uyutmalarına izin vermeyin, dostlar.

    intihar sekansı, iyiydi. ama zaten belli ki sırf o sahneyi çekmek için film çevrilmiş. sinema sanatında bir sahne için koca bir film "tasarlamak" büyük günahtır. bizi ne lumiere"ler affeder, ne de yunan tanrıları.
  2. 2014 yılında avrupa sinemasının prestijli ödüllerini silip süpürmüş pawel pawlikowski başyapıtı. gerek minimalist üslupta ve tarafsız bakış açısında yakaladığı muazzam ölçüsü, gerekse sabırlı izleyicileri için çözüm bölümünde ortaya koyduğu spekülatif başarısı ile kesinlikle övgüyü ve ödülü hak ettiği kanaatindeyim.

    !---- spoiler ----!

    ida'nın 1960'ların polonya'sında geçen hikâyesi soykırım ve din gibi ögelerle iç içedir, ama filmdeki bu ögeler sadece birer araçtır. hikâye bizlere birbirinin zıttı olan iki hayat yönelimi sunar. ana karakterlerin geçmişleri hakkında verilen detaylar az, ama fikir edinmeye yetecek kadar incedir. aheste aheste ilerleyen giriş ve gelişme bölümlerine nazaran daha seri gelişen bir çözüm bölümü ile spekülatif bir sona gider. yine, ele aldığı konuları bizlere sunarken belirli bir argümanda bulunmaktan kaçınır, kendi hikâyesine bir tarafsızlık prensibi ile yaklaşır ve rengini belli etmez. çünkü, pek çok sanat filmi gibi yargılama yapmak için değil yaptırmak için çekilmiştir.

    kurgusal yönünün yanı sıra, bir görsel sanat olan sinemanın bu niteliğini de lâyıkıyla yerine getiren bir film olduğununu vurgulamamız gerek ida'nın. ve şunu da eklemeliyiz, pawlikowski'nin minimalist üslubuyla ortaya koyduğu ölçüsü ve kendi sanatsal yaklaşımı görsellikte olduğu gibi sözlü anlatı da fazlasıyla mevcut. filmde diyalogların az ve öz olduğunu görüyoruz.

    filmde hikâyenin geçtiği 60'lı yılların polonya'sı alacalı renklere bürünmekten ziyade, görsel sunumda kullanılan siyah-beyaz tekniğe atıf yaparcasına kasvetli bir havada. böyle bir dünyada kimileri isa'ya ve incil'e, kimileri ise sigaraya ve votkaya sarılıyor. bu iki kutuplu sosyal tabloda, insanlar kendileri ve başkaları için somut idealler tayin etmekte yetersiz kalıyor.

    anna, toplumdan münezzeh olarak manastırda büyümüş yetim bir genç kız. rahibe olmak için yemin törenine kısa bir vakit kala akrabalarından birinin hayatta olduğunu öğreniyor ve başrahibenin teşvikiyle onu görmeye gidiyor. yanına gittiği teyzesi ise alkol ve sigara düşkünü, vakit buldukça eğlence mekânlarına takılıyor ve orada tanıştığı erkeklerle düşüp kalkıyor. anna, adının aslında ida olduğunu ve anne-babasının yahudi oldukları için öldürüldüklerini öğreniyor teyzesinden. hemen ardından onların naaşlarını bulmak için birlikte bir yolculuğa çıkıyorlar. elbette, birbirine zıt yaşam tarzlarına yönelmiş bu ikilinin çıktıkları yolculukta birbirleriyle uyumsuzluklar ve sık sık gerginlikler yaşayacağını düşünüyoruz. teyzesi, ida'nın rahibe olmak için ortaya koyacağı adanmışlığın onun açısından doğru olmadığını düşünüyor ve bunu sık sık dile getirmekten de çekinmiyor.

    bir karakter olarak ida'yı, yüzeysel bir bakışla baktığımızda, dini bütün bir "saf" olarak görüyoruz. fakat ida, şeytanî bakışlarının ardında bir isâ olma istenci taşıyor ve bir nevi isâ olarak, bir nevi mecdelli meryem olan teyzesi wanda'yı yargılamaktan mütemadiyen kaçınıyor - ki, burada wanda'yı ida'nın mecdelli meryem'i kılan ben, sen ya da ida değil, wanda'nın ta kendisidir: - ida'nın holokost'ta katledilen ailesini arama gayesiyle çıktıkları yolculukta konaklamak için bir otele yerleşen ikiliden wanda, bir akşam odaya zilzurna sarhoş bir vaziyette döner ve bunu gören ida «buraya ailemi bulmak için geldiğimizi sanıyordum» der. fakat, wanda yeğeninin yanına oturup onun kardeşi roza'dan, onun ida'ya ne denli çok benzediğinden bahsedip sarılmak ya da öpmek için uzandığında ida, "isâ gibi" olmayı başaramaz ve teyzesinden uzaklaşır. bir süre sonra wanda, «senin isâ'n benim gibi fahişelere hayrandı. misal, mecdelli meryem» deyip incil'i almaya yeltenir, fakat ida teyzesinin günahkâr ellerini kitaba değdirmesine izin vermez ve böylelikle isâ gibi olmakta bir kez daha başarısızlığa uğrar.

    aslında wanda ve ida (anna) ikilisinin birlikte geçirdikleri zaman boyunca yaşadıkları çatışma - her ne kadar kendi prensiplerinden ödün vermeseler de - düşündüğümüz kadar fazla olmuyor. zaten film, izleyicide oluşacağını öngördüğü belli-başlı öryargılar üzerinden ters köşe diye tabir ettiğimiz durumlar ortaya koyuyor. wanda'nın ida'ya «ne iş yaptığımı sana söylemediler mi?» dediğinde onun bir seks işçisi olabileceği fikrine kapılıp, kısa bir süre sonra aslında hukukçu olduğunu öğrendiğimizde de böyle bir durum söz konusu. benim de aralarında bulunduğum pek çok kişi için filmin sonu da böyledir diye düşünüyorum.

    filmin ilk sahnelerinde, mabedin avlusuna yerleştirilen isâ heykeli karşısında aralarında ida'nın da bulunduğu rahibe adayları var, daha sonra ise yemin etmekten bir süre için vazgeçen ida'yı aynı heykelin önünde tek başına iken görüyoruz. bu, onun yemin etme ve yeminden vazgeçme sürecinde geçirdiği sosyal dönüşümü yansıtıyor. «işlememeye yemin edeceğiniz günahları denemeniz gerek. yoksa bu yeminlerinizin ne tür bir fedakârlık olduğunu anlayamazsınız» diyen teyzesinin haklılığını onunla geçirdiği günler neticesinde fark eden ida, onun filmde çarpıcı bir sekans olarak sunulan intiharı akabinde önce sigara ve alkolle, sonra evlilik dışı cinsel ilişkiyle, yani zinayla tanışıyor.

    filmin en başından itiberen tanıdığımız ida için, eğer onu bağlı bulunduğu katolik doktrinlerine göre yargılarsak, gerçekten de günahsız bir kadındı diyebiliriz. onun günaha yönelişinin de bir nevi "ötekini tanı" hamlesi olduğunu anlıyoruz en nihayetinde. öyle görünüyor ki, ida bu günahları, onları işlediği sırada birer "günah" olarak görmeyi askıya alarak işliyor. olaya bütünüyle deneysel bir tecrübe olarak bakıyor. hatırlayalım; otel odası sahnesinde ida'ya «hayatını heba etmene izin vermeyeceğim» diyordu wanda. ida'nın, hayatını heba etmiş teyzesinin intiharının hemen akabinde wanda'nın hayatını yaşamaya başlaması, kendi özgeçmişine yönelik bir kalite kontrol denemesi vazifesi görüyor sadece. ida, hayatını rahibeliğe adayacağı vakit neyi heba edeceğini görmek istiyor ve onu, teyzesinin yaşadığı gibi bir hayatta heba edilecek hiçbir şeyin olmadığına ikna edense birlikte olduğu müzisyen çocukla arasında geçen o son diyalog oluyor. müzisyen çocuk, birlikte geçirdikleri gecenin sabahında ida'ya daha önce hiç denize gidip gitmediğini soruyor. ida ise tüm naifliği ile «hiçbir yere gitmedim» cevabını veriyor ve devamında diyalog şöyle gelişiyor:

    - birlikte gideriz o zaman. bizi dinlemeye gelirsin. kumsalda yürürüz.
    - sonra?
    - sonra bir köpek alır, evlenir, çocuk yapar ve bir aile kurarız.
    - sonra?
    - sonrası gündelik sıkıntılar, hayat işte...

    filmin spekülatif yönünü, asıl sorgulatmak istediklerini ortaya koyduğu bu diyaloğun peşi sıra, kapanış sahnesinde ida'yı kararlı bakışlarla ertelediği rahibelik yeminini etmek üzere manastıra geri dönerken görüyoruz. artık ida, kendine bir amaç ve bir inanç dayanağı tayin ederken bu kararı almada sürü psikolojisinden ziyade birey yönünü ön plana koyabilmiş olmanın özgüveni içersindedir. geçmişten kalanları ida'yla geride bırakmıştır ve geleceğine kendini isâ'ya adamış anna olarak kaldığı yerden devam edecektir.

    evet, ida'nın kendisi için bir amaç ve bir inanç dayanağı tayin etmesine değindik, şimdi de teyzesinin intiharına gelelim. filmden anladığımız kadarıyla wanda, hayatta tek başına ayakta kalmayı başarmış güçlü bir kadın. kendince nice hedefler belirlemiş, bir kısmına da ulaşmış, ama en sonunda hayat veya dünya dediğimiz olguya somut bir biçimde kendini dahil edebileceği bir ereği, tutunabileceği güçlü bir sabiti kalmamış. bu yüzden bir arayışın içinde, tıpkı ida'yla çıktıkları yolculuk gibi. otelde iken bir ebeveyn edasıyla ida'ya «hayatını heba etmene izin vermeyeceğim» derken onun bu arayışını ida'da bulduğunu sezemeyebiliyoruz. bir arayış hikâyesi olan yolculukları gayelerine ulaşmalarıyla son bulunca, ikilinin ayrılık vakti geliyor. aralarında geçen son konuşmada yemin törenine gelip gelmeyeceğini soran ida'ya «gelmeyeceğim, ama şerefine içeceğim» cevabını veriyor wanda. ida'nın şerefine içtiği gecenin sabahında da, birlikte olduğu erkek evden ayrılınca bir takım gündelik eylemler gerçekleştiriyor, sonra markete ekmek almaya gider gibi üzerine pardesü giyip pencereden atlayarak - en başta sanki markete arada sırada penceren atlayarak gidiyormuş hissi verdi bana, intihar olduğunu sonradan anladım - hayatına son veriyor. wanda'nın intiharı, verdiği kararla hayatını heba edeceğine inandığı yeğeni için elinden bir şey gelmeyişinin yarattığı düş kırıklığından mıdır, yoksa onu bu kararından caydırmak adına kendi heba olmuş hayatını heba edişi midir, bilinmez...

    "hayatta neyi seçersek seçelim, aklımız seçemediklerimizde kalır" derler ya hani, sonuç olarak wanda'nın intiharı tadımlık da olsa ida'nın onun yaşam şekline yönelmesine vesile oluyor. wanda'nın savunduğu hayat anlayışı ida'nın burada yaptığı gibi tadımlık bir deneyimleme ile gerçekten anlaşılabilir mi denilebilir, fakat bu deneyimin ida açısından benimsenecek bir ikna ediciliğinin olmadığını da kabul etmek gerekir.

    seçimlerimiz her ne olursa olsun en nihayetinde hayat bir adanmışlık mıdır yoksa bir aldanmışlık mıdır?

    !---- spoiler ----!