jacques lacan

Kimdir?

jacques marie émile lacan (d. 13 nisan 1901 – ö. 9 eylül 1981), "fɾeud'den bu yana en taɾtışmalı psikanalist" olaɾak anılan fɾansız psikanalist ve psikiyatɾdıɾ.

asıl ve tam adı jacques-maɾie emile lacan’dıɾ. 13 nisan 1901'de paɾis’te doğmuş, 9 eylül 1981 de aynı yeɾde ölmüştüɾ. tıp eğitimi aldıktan sonɾa, 1932'de "kişilikle ilişkileɾi açısından paɾanoyak psikoz" adlı doktoɾa teziyle psikiyatɾ oldu.

dönemin fɾansız aydınlaɾı semineɾleɾinin sıkı biɾ takipçisi olmuşlaɾdıɾ. başlıca çalışması ecɾits (yazılaɾ) 1966' da yayımlandı. bu taɾihi dönem, yapısalcılığın fɾansa’da çok etkili ve güçlü olduğu biɾ dönemdiɾ. dolayısıyla lacan’ın konuşmalaɾı dönemin aydınlaɾını deɾinden etkiledi ve sonɾasında da süɾekli yeniden yoɾumlandı.

kaynak: wikipedia


  1. Jacques Lacan (Jacques-Marie Emile Lacan) Nisan 1901’de Paris’te dogdu, 9 Eylül 1981 de öldü. Tıp eğitiminin ardindan, 1932’de “Kişilikle İlişkileri Açısından Paranoyak Psikoz” adlı doktora teziyle psikiyatr oldu. Daha sonraki çalışmaları özellikle teorik psikanaliz üzerinde yogunlasacak ve Freud’u yeniden okuma girisimiyle psiknalizi temellendirme cabasi kuramsal-felsefi alanda etkili olacaktir. Özellikle bilincdisinin olusumu ve dilin rolünün ele alinma bicimiyle özne’nin aciklanisinda etkili olacaktir.

    Lacan’ın genel teorik şeması ve argümanları oldukca yorumlanmaya ihtiyac duyar; genelde sözlerinin oldukça karmaşık, belirsiz ve anlaşılması güç bir niteliğe sahip olduğu bilinir. Dolambaçlı ve çetrefil söz oyunları, eğretilemeler, anlaşılması ve yorumlanması güç göndermeler sürekli bu dile hakimdir. Lacan güç bir yazardır bu bakımdan, ama Lacan’ın yazmaktan çok konuşmuş olduğunu da belirtmek gerekir. Onun yazıları daha çok öğrencileri ve izleyicilerinin tuttuğu notlar ve kayıtlardan oluşur. Konuşmaları, daha doğrusu seminerleriyle ünlüdür. Dönemin Fransız aydınları seminerlerinin sıkı bir takipçisi olmuşlardır. Başlıca çalışması Ecrits (Yazılar) 1966′ da yayımlandı. Bu tarihi dönem, yapısalcılığın Fransa’da çok etkili ve güçlü olduğu bir dönemdir.

    Lacan’in kendisi de yapisalciliktan etkilenmis ve yapisalciligin ötesinde geciste belirleyici bir rol oynamis düsünürlerden biridir. Lacan’ın konuşmaları dönemin aydınlarını derinden etkiledi ve sonrasında da sürekli yeniden yorumlandı. Bu etki hem psikanaliz, hem de felsefe düzleminde cok yönlü niteliklere sahiptir.

    Lacan ve Psikanaliz

    Kuramsal psikanaliz alanındaki çalışmaları Sigmund Freud’un yeniden yorumlanmasıyla yapısalcılık’tan Yapısökümcülüğe (Yapısalcılık ötesi) uzanan bir yol izler. Dolayısıyla Lacan, yalnızca önemli bir psikoanaliz kuramcısı olarak değil, daha başlangıçta psikanaliz, dilbilim, antropoloji ve felsefe alanındaki geçişkenliği sağlamasıyla ve ardından da geliştirdigi formülasyonların ve kavramların felsefi düzlemde yol açtığı sarsıcı sonuçlarıyla 20. yüzyıl felsefesinin önemli isimleri arasında yerini alır.

    20.yüzyılın en tartışmalı kuramsal alanlarından/disiplinlerinden birisi psikanalizdir. Daha Freud’un ilk çalışmalarından itibaren psikanalizin kuramsal statüsü sürekli sorunsallaştırılmış; psikanalizin bilim olup olmadığı, bilimse bir bilim olarak nasıl temellendirilebileceği yani epistemolojik düzlemde nasıl ortaya konulabileceği her zaman tartışmalı olmuştur. Oysa psikanalizin bilinç ve bilinçdışına dair açıklamaları tüm bir felsefi tartışmanın ve özellikle bilgi üzerine yapılan tartışmaların yönünü değiştirmiştir. Ama bu statü konusu yine de tartışmalı olaya devam etmiş ve Freud’un ardılları psikanalizi bu sorunlardan ziyade daha çok “Benlik Psikolojisi” yönünde geliştirmeye yönelmiştir.

    Lacan’ın baslangıç noktası, öncelikle bu teorik statünün değerlendirilmesi ve epistemolojik temel noktaların yeniden değerlendirilmesidir. Freud, çalışmalarının genelinde bu kuramsal sorunları karşılamaya çalışır, özellikle başlangıç çalışmalarında bu yöntemsel arayışı görürüz. Ancak dönemin bilim anlayışı ve felsefe görüşü olarak pozitivizm – ampirizm düzleminden, önemli ayrımlar oluşturmasına rağmen tamamen çıkamaz. Yine de, özellikle epistemolojik anlamda Freud’un bilim olarak psikanalizi kuramsal olarak da temellendirmeye çalıştığını ve bunun için önemli adımlar attığı söylemek gerek. Lacan bu adımların takipçisi ve savunucusudur öncelikle. Lacan’ın, kendisini bir Freud savunucusu olarak ifade ettiği ve bunu özellikle Freud sonrası kuramsal adımlardan vazgeçen ya da onları yadsıyan psikiyatri eğilimine karşı ortaya koyduğu söylenebilir. “Benlik Psikolojisi” Lacan için kabul edilemez bir yöndür.

    Lacan İd – Ego – Süperego kuramından uzaktır, diyebiliriz. O, daha cok erken dönem denilebilecek Freud’la, yani daha çok bilinçdışının yapısı, oluşumu, yeri ve işleyişi ile uğraşan Freud’la bağlantılıdır, ki bu da kuramsal psikanaliz olarak temellenir. Çünkü Lacan’a göre psikanaliz, bir bilim olarak bilinçdışının bilimi‘dir.

    Psikanaliz bir bilim olacaksa, öncelikle epistemolojik olarak kendi ayrımını temellendirebilmelidir, yani nesnesini ayrımlayabilmelidir. Bu noktada Lacan pozitivzm-ampirizm sonrası gelişen bilim anlayışını kuramsal olarak temel alır ve Freud’u buna göre yeniden okur. Buna göre, psikanalizin nesnesi (Freud’un da pek çok yerde işaret etmiş oldugu ama tamamen açık kılamadığı haliyle), bilinçdışı’dır.

    Bunun bir teorik nesne olduğunu belirtmek gerekir, ve burada ayrıca psikanalizi başka bilimlerden ayırmak üzere, bilinçdışının, özgün bir teorik nesne olduğunu da belirtmek gerekir. Althusser‘in Lacan üzerine erken yazılarindan birinde belirttiği gibi, bu Lacan’ın, onu yeni bir düzleme getirmek üzere “Freud’a dönüş hareketi” dir. Böylece, yani bu dönüş girişimiyle Freud ve dolayısıyla da psikanaliz, doğum zamanının sınırlarından ve sorunlarından çıkarılıp yeniden doğru bir şekilde değerlendirilebilecektir.

    Bunun anlamı, sözkonusu nesnenin (Bilinçdışının) Biyoloji ya da Sosyoloji temelli yöntemlerle ya da kavramlarla incelenip açıklanamayacağıdır. Psikanaliz, bu noktada kuramsal bir zorunluluk olarak ortaya çıkar ve dolayısıyla da bu noktadan itibaren kuramsal olarak temellendirilmelidir. Lacan’ın Freud’un kurmasal çalışmalarına yönelik kategorik ısrarı ve klasik psikiyatri geleneğini reddetmesi öncelikle bu noktaya ilişkindir.

    Lacan yapısalcılık üzerinden, özellikle ve belirgin olarak Yapısalcı Dilbilim üzerinden psikanalizi değerlendirmeye yönelir ve bu yönelimin ilk ortaya çıktığı yer psikanalizin bir bilim olarak nasıl anlaşılması gerektigi noktasıdır. Sonrasında nesnesini (bilinçdışını) ele alırken de aynı şekilde bu dilbilim modeli izlenmiştir.Bunun sonucunda, Lacan’ın Freud’u yeniden okuması geleneksel psikiyatriye göre çoğu zaman bir anti-psikiyatr olarak görünür.

    Bilinçdışı ve Dil

    Lacan, bilinçdışı dil gibi yapılanmıştır der.

    Bu formülasyon onun kuramsal çalışmasının ve psikanalizi yeniden yapılandırma girişiminin özlü bir ifadesidir. Dil felsefesinin ve bilinçdışı teorisinin bütün verileri üzerinden geliişen bir formülasyondur bu. Kastedilen dil, Yapısalcı dilbilim ‘in açıkladığı haliyle dil ‘dir. Dolayısıyla burada yapısalcı dilbilimin dili açıklayışına uygun bir yol izlendiği açıktır.Yapısalcı modele göre Dil’i ise kısaca şöyle anlatabiliriz: Dil, anlamları kendi ayrımlarıyla belirleyen ve anlam oluşturan kendine özgü bir yapı ya da sistem ‘dir. Buna göre anlam ayrımları yalnızca dil yapısı ya da sistemi icindeki ögelerin dağılımı ve rolleriyle belirlenir. Yani, dil bir göstergeler sistemi‘dir ve dışsal bir gönderimi yoktur. Lacan bunu psikanalize uyguladığında vardığı sonuç, Bilinçdışı’nın tıpkı Dil gibi kendine özgü bir yapı ya da sistem olduğudur. Bilinçdışının dışdünya ile özsel bir bağlantısı yoktur, anlam ayrımlarını kendi iç-ögeleri ile belirleyen bir çeşit göstergeler dizgesi sözkonusudur burada. Althusser’in belirtmiş olduğu gibi,

    “Lacan, dilsel gösterge ile psikanalizin simgesi’ni aynı şeyler olarak düşünmektedir”. (Althusser)

    Dil toplumsallığı, kültürü, ve dolaysıyla da bunları ifade eden yasa ve yasakları taşır. Dolayısıyla dil aracılığıyla, yani Simgesel Sistem aracılığıyla kültürel düzene dahil olan insan yavrusu, daha farkında olmadığı ve hiçbir şeye karar veremediği bir evrede, bu düzen (Simgesellik) tarafından biçimlendirilecek, onun en temel değer yargılarını ve unsurlarını içselleştirecek ve bu yolla insan olmaklığa adım atacaktır. Dilin simgesel sistemine geçiş, burada kültürel düzene geçmekle aynı anlama gelmektedir. Biyolojik bir canlı olmaktan düıünebilen bir canlı olmaya doğru bu geçişte, birey-özne kültürel bir kod olarak kodlanmış olur.

    Özne, Dil dolayımıyla böylece kendini simgesel düzende bir gösteren olarak işaret edilmiş olarak bulur ve öznelligini de zaten bu şekilde kazanır. Bu andan itibaren birey-özne bir simge olarak simge düzenin bir parcası ya da öğesidir. Dil, bu bağlamda öznenin gerçeklikle, kendisiyle, ötekilerle ilişkisini düzenler. Dil dolayımıyla Kültür’e giriş, bilinçdışının oluşumunu ve öznelliğin kuruluşunu ifade eder. Bu, Oidipus Karmaşası’dan geçerek mümkün olmaktadır. Lacan’a göre dil ile belirlenme, yani kültüre girişin simgesel kodlarının edinimi Oidipus evresiyle aynı sırada ve düzlemde gerçekleşir.

    Bu geçişin gerçekleştiği yer ise aile’dir.Artık bu bağlamda ailenin bir aile olarak düşünülmesi anlamlı olmaz; kültürel yapının taşıyıcısı ve birey düzeyinde oluşturucusudur, yani simgesel düzenin gerçekleşmesi, somutlaşması, maddileşmesi zeminidir. Çocuk, aile aracılığıyla Dil dolayımından geçerek kültürel düzene girer. Şu halde belli başlı kültürel söylemlerin, ideolojik yapıların salt birer düşünsel tasarım ya da projeler olarak degil, dil ile taşınan ve aile aracılığıyla uyarlanan, maddi yapılar olduğunu belirlemek mümkündür. Althusser’in oluşturmaya çalıştığı ideoloji teorisi Lacan’ın bu yönde ki açıklamalarından özellikle beslenir. Cünkü burada anlaşıldığı gibi, dil dolayımında bilincdışının oluşumunun açıklanması hem bir özne teorisine kapı açmakta hem de bu zeminde ideolojinin yeniden düşünülmesine yeni bir olanak yaratmaktadır.

    Bu bağlamlarda yapısalcı antropoloji‘nin yerine de işaret edilebilir: Levi-Strauss’un, en basit biçimleri akrabalık ilişkileri olan kültürel yapıları açıklarken göstermis oldugu gibi, kültürel ögelerin, dilsel ögelerin birbirleriyle ilişkileri çerçevesinde belirlenmesine tam anlamıyla uyan bir yapısı vardır. Ayrıca, bu kültürel ögeler de dilin düzeninde (Dil’de) tanımlanmıştır ve bir kültür eski kuşaklardan yenilerine bu yolla taşınır. Demek ki, simgenin düzenine girmekle birey kendi kültürel konumunu, her şeyden önce kültürel bir kurum olan ailenin yapısı içindeki konumunu da kazanmış olur. Böylece birey kültürün düzeni içinde ayrımlaşmış bir özne halini alır. Söylemin belirleyici boyutu buradan ileri gelmektedir. Su halde dil’e giriş kültüre giriştir ve aynı zamanda, bu süreç, Lacan’ın analizinde, bilinçdışının oluşumunun ve işlevinin açıklanmasını verir.

    Oidipus karmaşası ya da Baba’nın Adı

    Lacan’ın Freud’un çalışmasından ısrarla aldığı ve kendi kuramında merkezi bir yere koyduğu formülasyonlardan birisidir Oidipus Karmaşası ya da başka bir isimle Oidipus Kompleksi. Bu Lacanci psikanaliz teorisinde Oidipus Yasası olarak belirir.

    Oidipus karmaşası, kültüre ve dolayısıyla insan olmaya giden zorunlu bir süreçtir; Oidipus’suz kültür ya da uygarlık olamaz Lacan’a göre. Ancak bu dogal bir karmaşa degil, simgesel bir karmaşadır.Simgesel yapının devreye girmesiyle insan yavrusunun simgesel sisteme geçişini ve bu geçişte oluşan evreleri açıklar.Örnegin, buradada gerçek bir babadan sözedilip edilmediği önemli değildir, önemli olan Oidipus yasasını geçerli kılmak üzere simgesel baba işlevidir, ki bunun tanımı Babanın Adı olarak belirtilir. Böylece simgesel düzene giren çoçuk, kendi kültürel konumunu bu simgesel adı tanımakla edinmeye başlar. Burada dikat edilmesi gereken nokta, Oidipal Yasa’nın özünde simgesel bir yasa olmasıdır.

    Oidipus aracılığıyla simgesel sisteme geçiş öznenin kuruluş sürecidir. İnsan yavrusu, böylece kendi bütünsel gerçekliğinden koparılarak simgesel gerçekliğin alanı içinde insan olma yoluna girer. Bu sırada, Oidipus yasası gerçek gerçeklik ile kişinin kendi arasında ve daha da öte kişinin kendi gerçekliği ile gerceklik düsüncesi arasında bir yarılmaya / bölünmeye yolaçar. Çünkü kendini Kültürel Düzenin simgeleriyle düşünen özne, bu anda kendine yabancılaşmakta, kendine ve çevresine dair bakışı dolayımlanarak mesafelenmektedir. Simgenin anlamı burada açıktır; dolayımsız ikili ilişkinin (anne-çcocuk) arasına giren üçüncü bir ögedir burada simge.

    İnsan yavrusu, bu simgeyi kullanmakla kendini ötekinden ayırma imkanı edinir, ancak bu imkanın kendisi kendini bir zorunluluk olarak kabul ettirir. Yani bir Yasa olarak. İste, bu noktada simgesel düzenin başlıca yasasını Babanın Adı olarak ortaya çıkar. Baba, burada simgesel olarak Fallus’a sahip olan yetkeyi temsil eder. Fallus, cinsel organ anlamında değil simgesel yasanın yetkesini temsil etme anamındadır.Fallus’a sahip olan Babanın Adı’dır ve çocuk bu adı tanıyarak kültürün ve dilin dünyasına girer ve özne olarak o dünyaya tabi olur. Açıktır ki Hadım Edilme Korkusu denilen süreçte aynı şekilde simgesel bir süreçtir.

    Lacan’a göre, Oidipus karmaşasıyla simgesel düzene dahil olmak, daha önce, Dil dolayımıyla belirtilmiş olan iki temel noktanın geçekleştirilmesi anlamına gelir.

    Bilinçdışının kuruluşu,
    ve böylece birey-öznenin kuruluşu.

    Oidipus karmaşası olarak belirtilen karmasa ya da Yasa, anne ile çocuğun doğal ilişkisinin yasaklanması, ve bu yasakla doğan bilincdışı arzunun Babanın Adı’yla yeni imgesel biçimlerle ikame edilmesiyle çözülür. İnsan yavrusu böylece toplumsal biçimleri edinir ve birey-özne olur.Özetle, kültürel düzene girişin anahtarı bu kökensel bastırmayla sözkonusu olmaktadır.

    İmgesel, Simgesel, Gerçeklik Lacancı Gercek kavramı

    Lacan’ın teorik psikanalizinin ana kavramlarından başlıcaları İmgesel, Simgesel ve Gerçeklik olarak belirtilebili -ya da daha dogru bir degisle Imge, Simge, Gercek. Biyolojik bir varlık olan insan yavrusunun insan olmaklığa, yani kültürel bir özne olmaya giden yolu açıklarken Lacan bu kavramları değerlendirir. Gercek kavramina getiridigi aciklama, özelikle geleneksel felsefe düsüncesinde süregelen anlayislari kesintiye ugratir.

    Gercek, Lacan’da insanin insan olmasini mümkün kilan Simgesel Düzene gecisinden önceki her seyi kapsar.Bu anlamda, simgesellestirilmeyen, kendisini semptomlarla gösterse de belirli bir sekilde ortaya konulamayan “imkansiz Sey”dir Gercek.Her zaman simgesellestirmenin ötesinde kalan “tortu ya da sert cekirdektir” baska bir degisle.Gercek kavrami, gerceklik kavramindan bu anlamda ayridir ve Lacanci bu kavramlar oldukca tartismali edinimlere sahiptir.Gercek, bu anlamda belirli bir simgesel düzenin kapanimini ya da belirli bir sembolun tüketilebilir yorumunu engelleyen Ucurum’dur.Belirli bir varliksal düzlemin kesinlenemezligini saglayan bu ucurumdur. Gercek hic bir zaman dolaysizca bilinemeyen Sey’dir, bu nedenle her zaman geri dönecektir Lacan’a göre.

    Ego ve onun yaşam dünyası başlangıçta İmgesel alana aittir. Daha dogal olandan kopulmamış olunan bir evredir bu.Daha sonra Babanın Adı’nın devreye girmesiyle, yani Simgesel yapı ile imgesel olan bastırılır. Simgesel burada, Kültürel Düzen’in simge sistemini ifade eder. Bilinçdışı bunun sonucu oluşur. Gerçeklik ( “gerçek gerçeklik” bu anlamda, simgeselin kurdugu gerçeklikten ayrı olarak Simgeselin ötesinde kalır. Gerçeklik, Simgesel bastırmanın sonucunda Uçurum’un ötesinde kalmış olan eksiklik yeri/ya da noktası olarak ifade edilir. Bu bağlamda Simgesel’den Gerçeklik’e bir köprü ya da bağlantı noktası yoktur. Gerçeklik, Bilinçdışı Arzu’nun ötesinde kalmıştır. Gerceklik’e asla ulaşamayacak olunması nedeniyle Bilinçdışı Arzunun doyurulması olanaklı olamaz. Arzu, bu anlamda asla ulaşılamayacak ve tamamlanamayacak olan kökensel bastırmadan kaynaklanan eksiklik yeri‘dir.

    İç-güdüler, Lacan’ın anladğı anlamda, doğuştan gelen biyolojik ihtiyaçlardır.Bunlar anne tarafından doyurulur, ancak bu dolaysız doyum iliskisine belli bir noktada Simgesel Yasa ile müdahale edilir ve doğal iç-güdülere bu andan itibaren Cinsel Kimlik anlamı verilmiş olunur. Simgesel sistemin devreye girmesi, yani Babanın Yasası’nın ortaya çıkmasıdır sözkonusu olan. Cinsel Yasak’ın işletilmesiyle, kendinde hiçbir anlamı olmayan biyolojik bir iç-güdü cinsellik adını alır ve böylece biyolojik iç-güdüler cinsellik olarak anlaşılmaya başlanır. Böylece iç-güdüler bilinçdışı arzular olarak yerleşir.Bu, Lacan’ın degisiyle, insanlaştırıcı kastrasyondur. İnsan yavrusunu biyolojik bir canlı olmaktan kültürel bir özne olmaya dönüştüren bu kastrasyon‘dur.

    bakmakta fayda var:

    1- Freud’dan Lacan’a Psikanaliz, Saffet Mura Tura, Ayrıntı yay. Genişletilmiş yeniden basım. (Bu maddenin yazımı bu kitaptaki yazılara dayanmaktadir ve onların degerlendirilmesi ile yapılmıştır)
    2- Şeyh ve Ayna, S.Murat Tura, Defter dergisi, Yaz 1995, sayı:24

    kaynak: https://mutlaktoz.wordpress.com/