1. nişani, sohrab sepehri

    ‘dostun evi nerede?’ diye sordu, günün battığı yerde süvari gökyüzü biraz duraksadı

    dudağındaki geçici ışık dalını kumların karanlığına bağışladı ve

    ‘ağaca varmadan

    tanrı’nın rüyasından daha yeşil

    asma dallarının indiği bir sokak var’

    ki orda sadakatin tüyleri kadar mavidir aşk

    erişkinliğin arkasındaki o sokağın ta sonuna kadar başını çevirme

    sonra yalnızlık çiçeğine doğru yönünü değiştirir

    iki adım kala güle,

    mitolojik toprağın ölümsüz fıskiyesinde durursun.

    orada yakalar seni şeffaf bir korku.

    gökyüzünün samimi akışında bir hışırtı duyarsın

    bir çocuğu görürsün

    yüksek bir çama çıkmış,

    ışığın yuvasından yavrular toplamaktayken

    işte ona sorarsın;

    ‘dostun evi nerede?’

    iranlı ozan sohrab sepehri”nin kalemine ait bu şiir, tanrı”nın rüyasını anlatır: tanrı bir gece düşünde, sokağın kenarıyla yürümekte olan sekiz yaşlarındaki bir çocuğu fark eder. çocuğun adımları hızlı, görüntüsü telaşlı, içinde sanki şeffaf korku taşımaktadır. ve tanrı o an, orada, o çocuğa küçük bir soru yöneltme isteği duyar: dostun evi nerede? görünürde basit bir soru gibi seslense bile, çocuğun tanrı”ya vereceği her hangi bir cevap yoktur. her ikisi de arkadaşın evini aramaktadırlar. kiarostami uzun yıllar önce sorulmuş bu soruyu düşünür; kamerasını eline alarak ona cevap aramaya başlar. tanrı”nın sorusunu bir daha hatırlayalım: dostun evi nerede, nerededir? bunu eğer yaşlı bir insana soracak olursak, onu hüzünlendirmiş oluruz: şöyle bir duraksar ve düşünceli; hangi ev diye yanıtlardı bizi. olgunluğun ise bu soruya kısa ve yaratıcı cevapları bulunurdu: x semti, y sokak, a apartmanı, 74. daire; ama hangi arkadaş?

    çocukluk içinse bu bir serüven, macera, cevap vermesi zor, suskunluk dolu soru olurdu. yine de düşünürdü ahmet. bütün her şeyi geride bırakıp onun peşine düşerdi. sorunun cevabına götüren yolları geçtikçe “neden” sorusunu yaratmış olurdu. neden bu yolun üzerindeyim? bu yollar nereye götürüyor? işte kiarostami minimal yol ve arayış hikayesiyle tanrı’ya küçük bir hediye vermek niyetindedir…

    doğu ve batı cephesini kültürel savaş portresi olarak analiz etmek gerekir: değişen oryantalist düşünce yapılarına göre, her iki tarafın ifade ettiği baskın düşünce batı”nın doğu”dan beslendiği; diğer yandan ise doğu”nun batı”dan çok şey öğrendiği yönündedir. tek kültürel anlaşılmazlıkla değil; ister mimari, ister sanayileşme, ya da teoloji dogmalarının bastırılmışlığından oluşan özgürleşme (adı sözgelimi modernizm olsun) açısından değerlendirildiğinde, ilk sinyallerin hangi topmlumlar tarafından verildiği de aktüelitesini korumaktadır. benim bu savaşın içinde bulunduğum konum, saatlerce tartışmayı gerektirecek soruya yanıtı bu şekilde verir: doğu, kültürel olarak batı”ya öğretmenlik, öncülük etmiştir. şiir sanatı, düz yazı veya mimariyi ele alalım bu böyledir: doğu”nun varlığını hiçbir şey yaşanmamış gibi bir kenara atamayız. sadece bu portrede küçük bir yer değiştirmeye değinmekte yarar var: evet, doğu öncüdür, fakat onun kaçırdığı, belki de görmezden geldiği, yaratılışından bugüne ve asla değişmeyecek olan bir gerçek söz konusudur: asıl öğrenci, öğretmenininden büyük olduğunu ıspatlayandır. batı”nın özellikle ortaçağ travmasından sonra yerlerde süründüğü yıllara eğilip, sonrasında onları rönesans”a götüren yolu iyi takip etmeliyiz. batı, doğu”nun salt bastırılmışlığı ve komplekslerini kendi bünyesinde barındırmaktan vazgeçmiştir. özellikle viktoryen dönem sonrası (çağa açıtıkları savaş, verdikleri kayıplar, ve pek tabii kazandıkları) tarih yönünden değerlendirilirse, bu realiteyi kolayca kabullenebiliriz: batı artık olgunlaşmıştı. bu yetişkinlik ister istemez, yukarıda yorumunu verdiğim kompleks esiri doğu toplumlarından daha çok tercih edilen olacaktı; ve hala öyledir. doğu, batı gibi düşünmek zorunda bırakılmıştır.

    iran tarihinin bu sahnede rolü çok büyüktür: her halkükarda bahsedilen tarihi iki yöne ayırmak gücümüz var: devrim öncesi iran ve devrim sonrası iran. xx ve xxi. yüzyıla göre, şeriat kanunlarının, ifade özgürlüğü kısıtlamasının, halka totaliter devlet baskısının göz göre göre açık olduğu, ülkenin bir yarısı sefalet içinde yaşarken, diğer yarısının yarım öğrenilmişlik ve yarım kültürle hayata tutunma çabaları; kabul edersiniz ki, onları büyük kültürel savaşın kenarına itecektir. devrim öncesinden başlayan sinema girişimleri, devrim sonrasında kendi meyvelerini vermeye böyle başlamıştır. türlü türlü sansür zedeleriyle, zaman zaman korkarak, gereksiz (dünyaca lüzumsuz görünen) detaylara dikkat edilmiştir. ve bunu ustaca anlatan (korkunun yaratttığı gerçekle) oryantalistlere doğu kültürünün iç dünyasını tanıtanlardan biri de abbas kiarostami”dir.

    küçük ahmet yıkık dökük bir sınıfta, kendisiyle aynı yaştaki arkadaşlarıyla birlikte, otorite (öğretmen imajı) önünde çocukluğunu yaşamaktadır. devletin dayattığı salt nefret (bu ifadeyi memnuniyetle korkaklık olarak değiştirirdim) kendi dışavurumunu küçük çocuklara, aile, öğretmen, okul aracılığıyla yansıtır: ahmet, arkadaşı nimetzade’nin defterini ulaştırmak için evde annesiyle, okulda öğretmeniyle, bir çocuğu adam etmenin yolu sağlam bir dayaktan geçer ifadesini savuran dedesiyle, baba gücünün telaşıyla, kendi vicdanını rahatlatmaya, saflığını korumaya, varoluşunu sorgulamaya başlamaktadır. kiarostami ortaya hiç düğümü olmayan ufak bir hikaye atar; ve tanrı’nın sorusuna cevap ta bu hikayenin içinde gizlidir. dostun evi nerededir? bu arayış ahmet’in ilk başkaldırışıdır.

    başkaldırı… evet, bu asil sözcük insan hayatının farklı periyotlarında kendisini göstermeyi başarmıştır. freud”a göz atarsak, ona göre erkek çocuğun ilk başkaldırı evresi 0 ile dört yaş arasıdır. bu süreçte koruma içgüdüsünün arayışı içinde olan çocuk, beklediği şefkati (sevgiyi) annesi tarafından görür. annenin onu beslemesi, varoluşunu tehlikeye atacak bütün negatif durumlardan koruması, çocuğu anneye bağımlı hale getirir. çocuk kendi bilinçaltında anneyi cinsel obje olarak arzulamaya başlayarak, salt bilinç haliyle ona aşık olur. hal böyleyken de evin erkeği konumunda bulunan baba, düşman potansiyelinde görülür. ilk başkalıdır babaya karşıdır. adını, sophokles”in kral oedipus trajedisinden alan bu kompleks çocuğun ilerleyen döneminde etrafa (topluma), otoriteye ve yaşama nasıl kaynayıp karışacağı açısından da önemlidir.

    başkaldırının diğer yüzüyle yeni yetmelik çağında karşı karşıya kalırız. bunu da cinsel patolojiyle açıklayan (belki de sınırlayan) freud, yaşanan asi dönemin düşmanları olarak devleti, aileyi, (bütün bireylerini kapasayacak biçimde) hem cinslerini (zaman zaman karşı cinse yaranan kimlik çatışmaları da buna dahildir) eğitim sistemini, kısacası otoriteyi görmektedir. cinsel hayatları kısıtlı, yaşları ve tolumsal unvanları yönünden neredeyese imkansız olan bireylerin topluma bu tarzda reaksiyon verdiklerini savunur freud. üçüncü periyot ise kuşak çatışmasından başka bir şey değil. alışagelmiş, basit bir fikiri ifade edeceğim: bir kuşak, kendisinden sonra gelen kuşağı kabullenemez. bu beğenmeme, karşı çıkma halinde geçmişe dayalı olan özlem, o özlemden nefret, öç alma isteği yatmaktadır. ve bu değerlendirmeleri yazdıkca ahmet”in durumunu düşünüyorum. sekiz yaşında (daha hayatının ilk masum yıllarıdır bunlar) yapmak istediği devrim kendi öz benliğinin dışında tasvir edilmektedir. konuşması, yürümesi, mimikleri dahil bütün görüntüsü kiarostami tarafından masumlukla gösterilen, ifade edilen ahmet, insanlık için umut (çok eski bir istek) savunma adına yolların üzerinde, arkadaşının evini aramaktadır; ve böyle bir eylemei iran gibi otorite müptelası bir ülkede gerçekleştirmektedir. baba motifini ele alalım… kendisini (yanlış hatırlamıyorsam) filmin içinde göremiyoruz. çamaşırları eliyle yıkayan klasik ev kadını annenin ağzından duyuyoruz: seni babana şikayet edeceğim. babana saygısızlık yaptığını söyleyeceğim. baban buna çok kızacak, baban! baban! baban! diye devam eder. bu hiç de bir melodi kıvamında değil. bu sadece az önce örneğini verdiğim, baskın olarak doğu toplumlarında kesinkes otorite imajını yaratan evin büyüğü baba gücünü resmeder. annenin ağzı şiddet çöplüğüyle doludur. onun medeniyeti korkuyu aşılamaktadır. kendisinden sonra gelen (ve üstelik bu kendi evladıysa) kuşağa karşı duyulan tarifi neredeyse imkansız nefret. peki, ahmet bütün bu şiddet tiyatrosunun önünde ne yapıyor? ilginçtir; kiarostami gerçekten ilginç bir profil yaratmıştır: çocuk annesini hiçbir şekilde ters cevapla susturmaya çalışmaz; aksine, ona derdini gayet açık, insani dille anlatmaya çabalar. annesinin “baban” mekanizmasını devam ettirdiini görüğ, onu orada, ait olduğu çamaşırların arasında bırakıp sessizce masumluğunun götürdüğü yoldan ilerler.

    şiir olmasaydı dünyanın hali nasıl olurdu diye düşünüyorum. pekala dünyanın dönmesi için müzik ve şiirin varlığı yeterlidir. o halde cevabım çok basit: şiir olmasaydı dünya eksik kalırdı. iran sinemasının iki kimliği vardır. birincisi, o, minimaldır. ikinci olarak ise o, şiirseldir. kiarostami kadrajına sık sık yolları dahil eder. uzak genel çekimle resmettiği bu görüntüler, umudun peşinden koşan insanları misafir etmektedir. kavisli, etrafı yeşillikler, bazansa kırlık alanla sonsuzluğa uzanan bu yollar, yaşama istencinin tarifini sunmaktadır. her ne de olsa hayat devam ediyor diye bağırıyor bu yollar. ayrıca kiarostami dostun evi nerede filmiyle bizlere şunu öğretiyor: sinema basit bir hikayeyle bile varoluşu sorgulamak, kimliği aramak, umudu vaadetmek gücündedir.