1. kırılmak… derken öyle çıtırt diye kırılmak değil, sıra arkadaşın küsüp ön sıralara taşınmış gibi… öyle değil. küçük değil. çocukça değil. masumca değil. hemen geçecekmiş gibi değil. emrah serbes anlatmış ya; freni patlamış, kereste yüklü kamyonun yokuşun altındaki zücaciyeye girmesi gibi… öyle bir kırılma.
    çıtırt değil o ses, çubuk kraker yermiş gibi değil. deprem başlarken – hatta henüz sallanmaya bile başlamadan- yeryüzü bizi üzerinden atmaya çalışmadan hemen önce, king kong gibi silkelenmeye başladığı andaki bağırması… o müthiş gümbürtü… o ses tam öyle. tek bir fayın kırılmasıyla çıkan o ses; çubuk kraker değil ya bu…
    öyle bir kırılmak… sanki böyle her şey yerle bir; kurduğun, oluşturduğun, biriktirdiğin her şey…
    anneannemin misafirlere çıkarmaya dahi kıyamadığı kocaman bir vitrin dolusu kesme kristal tabak-bardağın “tuz-buz” tabirini karşılayarak iki çöp konteynerine dolması geliyor gözümün önüne.
    hadi kırıldın, parçalandın… parçaları birleştirmek, kurtulmak, kurtarmak imkansız zaten de… o kadar parçayı bir araya toplamak, kalan –az hasarlı- yerleri o milyonlarca küçük parçadan temizleyebilmek de hiç kolay değil…

    deprem geçti bitti, biz yavaş yavaş evlere döndük; bir-iki yıl oldu hala olur olmaz yerlerden minik minik cam parçaları çıkıyordu. her parça bulunduğunda veya birinin canını acıttığında bu “kırılmış olma hali” yine derinden yüzeye çıkıyordu.
    böyle kırılmış, milyonlarca küçük parçaya bölünmüş olmak, çöp konteynerine parçaların doldurulduğunda da, üstünden çok zaman geçip hayatına devam etmeye çalışırken de hiç kolay değil…