1. bir pencere, bakmaya
    bir pencere, duymaya
    bir pencere, yeryüzünün yüreğine ulaşan tıpkı bir kuyu gibi
    tekrarlanan mavi şefkatin enginlerine açılan.
    yalnızlığın küçücük ellerini
    cömert yıldızların verdiği gece bahşişi kokularıyla
    dolduran bir pencere
    belki de konuk etmek için güneşi şamdan çiçeklerinin gurbetine
    bir pencere, yeter bana

    oyuncak bebeklerin ülkesinden geliyorum ben
    bir resimli kitap bahçesinde
    kâğıt ağaçların gölgesi altından
    toprak yollarında geçip giden
    kurum mevsiminden, kısır aşk ve dostluk deneylerinin
    sıralarında veremli okulların
    alfabelerin soluk harflerinin büyüdüğü yıllardan
    ve karatahtaya taş sözcüğünü yazar yazmaz çocuklar
    ulu ağaçlardan sığırcıkların çığlık çığlığa kanat çırparak
    uçup gittikleri
    o andan
    etobur bitkilerin köklerinden geliyorum ben
    ve hâlâ başım
    dopdolu
    bir deftere toplu iğnelerle
    çakılan
    o kelebeğin yabancı sesiyle 

    asılınca güvenim adaletin koptu kopacak ipiyle
    ve bütün kentte
    parıldayan ışıklarımın yüreğini parça parça edince onlar
    koyu renk mendiliyle yasanın, bağladıklarında
    aşkımın çocuksu gözlerini
    ve isteğimin acı şakaklarından
    fışkırdığında kan
    yaşamım artık
    hiçbir şey olmadığında, hiçbir şey olmadığında duvar saatinin
                                   tiktaklarından başka
    anladım birden yolum yok yolum yok yolum yok
    çılgınca sevmekten başka

    bir pencere yeter bana bir tek pencere
    bilince ve bakışa ve suskunluğa
    işte öylesine boy atmış ki ceviz fidanı
    anlatabilir artık genç yapraklarına tüm bir duvarı
    ve sor aynadan
    adını kurtarıcının
    ve işte senden daha yalnız değil mi
    ayaklarının altında titreyen yeryüzü?
    yıkıntı elçiliğini, peygamberler
    kendileriyle birlikte getirmediler mi çağımıza?
    ve yankıları değil mi o kutsal metinlerin
    bu patlamalar art arda
    bu zehirli bulutlar?
    ey dost, ey kardeş, ey herkes!
    yazın tarihini gül soykırımının
    aya vardığınızda!

    düşler
    ne kadar safsalar o yükseklikten düşer ölürler
    şimdi dört yapraklı bir yoncayı kokluyorum ben
    eski düşüncelerin gömütünde boy atmış yonca
    ve soruyorum saflığın ve bekleyişin kefeninde toprak olan o kadın
                                   gençliğim miydi benim?
    çıkabilecek miyim yeniden o merak merdivenlerinden?
    merhaba diyebilecek miyim o iyi tanrı’ya çatılarda dolaşan?

    seziyorum zaman geçip gitti artık
    seziyorum an, tarihin yapraklarından benim payıma düşendir
    seziyorum aldatıcı bir aralıktır bu masa saçlarımla o garip ve kederli
    adamın elleri arasında

    bir şey söyle bana
    teninin tüm sevgisini sana bağışlayan insan
    ne istiyor diri kalma duygusundan başka?
    bir şey söyle bana
    kıyısındayım pencerenin
    ve güneşle bağlantıda…