• izledim
    • izlemek istiyorum
  • youreads puanı (8.83)
persona - ingmar bergman
dönemin en gözde tiyatro oyuncusu, güzeller güzeli elisabeth vogler, önemli bir piyes sırasında aniden susar. şaşkına dönen insanlar ne olup bittiğini anlayabilmek için ellerinden geleni yapsalar da vogler konuşmamaya devam eder. son çare olarak bir kliniğe yatırılan kadın burada da dilsizliğine devam eder. bedeninde tıbbi olarak hiçbir problem bulunamayan kadın, doktorun tavsiyesiyle gözden uzak bir yazlığa gönderilir. bu esnada yanında gönderilen kişi genç hemşire alma'dır. yazlıkta da vogler'in ağzını bıçak açmaz. vogler sustukça alma konuşur. alma saatlerce, günlerce kendi hikayesini anlatır. sonunda meydana gelen şey ise psikoloji biliminin en ilginç vakalarından birini oluşturur.


  1. 60'lı yıllarda ingmar bergman’ın filmlerinde sanatçının durumunu ve çevresiyle etkileşimini derinlemesine incelemesi persona’da da kendini gösterir. film kendinden sonraki ünlü yönetmenleri de -woddy allen, david lynch gibi- derinden etkileyen bir başyapıttır. film, bergman’ın bildik motifleriyle ve göndermeleriyle – örümcek-kral, hristiyan mirası, 1949 yapımı prison filmi, 1964 yapımı the silence- sesssizlik filmi- bezeli, yoğun çağrışımlı bir montajla girizgah yapar. pasif izleyiciye hitap etmeyen; estetik çıkmazları varoluşsal bir içe yolculukla gösteren filmde izleyici tüm bu bahşedilen derinliği görüntü, şiir-dil- ve anlam olarak çözmeye çalışırken bergman sanatını parçalara ayırır; hiçliğe yaklaşır. filmde şahane oyuncu elisabet vogler ( liv ullmann) ve onun talihsiz yıkıcı sessizliği ile elisabet’in hemşiresi olan deneyimsiz, iyi niyetli alma'nın ( bibi anderson) yorucu konuşkanlığı; tedavi amacıyla ıssız bir adada- uzak, yalnızlıkları için bile uzak olan - bu iki kadının baş başa kalması; kademe kademe, gizli baskın elisabet’in kişiliği içinde alma’nın kişiliğinin erimesi ve alma’nın personasının düşmesi hikaye edilir. dünya sinema tarihinin en unutulmaz, en eşsiz sahnelerinden biri olan alma ve elisabet’in yüzlerinin tek bir görüntüde eritilerek birleşmesi filmin doruğa ulaştığı noktadır. gerisi için yönetmen, alma’nın ağzından – bize- kiegergard’ın “parmağımı varoluşa batırıyorum – hiçbir şey kokmuyor” dediği gibi ‘hiçbir şey’ dedirtir ve yine elisabet’in -dolayısıyla bizim- bunu tekrarlamasını(-mamızı) ister.
  2. ingmar bergman'ın avrupa sineması açısından mihenk taşı olarak kabul edilebilecek aşmış filmi. filmin özeti, hemşire alma'ya hayat veren bibi andersson'ın sarf etmiş olduğu "aynı anda tek ve aynı kişi olunabilinir mi?" cümlesinde gizlidir.

    persona, isviçreli psikiyatr carl gustav jung'un ortaya atmış olduğu bir kavram olup "maske" olarak tanımlanabilir, kişinin günlük hayattaki ihtiyaçlarının çevreye olan tavrı üzerindeki belirleyiciliğinden yola çıkar, bilinç ve bilinçdışının sürekli kendi aralarında yer değiştirdiğini ve "normal" olarak tanımlanabilecek kişiliğe sahip insanlarda bile hayatın akışı içerisinde karakter bölünmesi görülebileceğini ifade eder. yani günlük hayatta kişinin dış dünyaya yansıtmış olduğu karaktere bağlı olarak neyin gerçek neyin rol olduğunun bilinebilmesi oldukça düşük bir ihtimaldir.

    nitekim film jung'un persona'sının hayat bulmuş, somutlaşmış halidir ve bant kopup film bittikten sonra insanın üzerine bir bergman karanlığı çöker.
  3. parçalanmış kişilik bozukluğu ile ilgili bir ingmar bergman filmi. toplum karşısında taktığımız maskeleri, rolleri, yalanları, kişilik çatışmalarını ve histerik reaksiyonları anlatan film, izleyeni de bir çıkmaza sokar. anlaşılması ve üzerinde konuşması zor bir filmdir ancak etkisini üzerinizden hiç atamayabilirsiniz. ayrıca alma adlı karakterin bir cinsel deneyimini anlattığı sahne gerçekten de sinema tarihinin en erotik sahnesi olabilir.

    !---- spoiler ----!

    yalanlardan ve yalancılıktan kaçan ve histerik bir reaksiyonla çareyi susmakta bulan elisabet vogler, hemşire alma ile tedavi amacıyla bir yazlığa gönderilir. alma yazlıkta hayatındaki önemli anılarını, suçluluk duyduğu eylemlerini, pişmanlıklarını, kendi iç dünyasını olduğu gibi elisabet vogler'e açar ve onun gibi olmak istediğini söyler. birbiriyle yakınlaşan iki karakter, daha sonra çatışır ve zamanla birbirinden uzaklaşırlar.
    her ne kadar üzerinde konuşulması zor ve yoruma açık bir film olsa da ben filmi izlerken elisabet vogler ve alma'yı aynı kişi olarak ve elisabet vogler'i persona (topluma karşı takılan maske), alma'yı ise baskılanan, içe tıkılan karakter olarak düşündüm. karakterin kendini sorgulamasıyla başlayan bu içsel çatışmada alma önce elisabet vogler gibi olmak isterken daha sonra çocuk ve annelik üzerine düşüncelerinden ötürü elisabet vogler'le aralarında farklı bir nokta olduğunu farkedip, ondan uzaklaşmaya başlamıştır. alma'nın daha önce çocuk aldırdığına ve elisabet vogler'in ise sevisine karşılık veremediği ve sorumluluğunu alamadığı bir çocuğu olduğuna dikkat edersek elisabet vogler'in persona, alma'nın ise içe tıkılmış, baskılanmış benlik olduğu düşüncesini pekiştirebiliriz. aynı zamanda filmin ortalarında değişmek için tembel olduğunu söyleyen alma, filmin sonunda ise elisabet vogler'e ben hep değişiyorum bana erişemezsin diyor. burada da değişen benliğin personasını dışladığını düşünebiliriz. filmin sonunda ise elisabet vogler, alma'nın kanını emerken alma ise elisabet vogler'e vurmaya başlar ve daha sonra alma'yı hemşire kıyafetlerini giyip yazlığı terkederken, elisabet vogler'i ise yere uzanmış bir halde kameralar çekerken buluruz. filmde olayın koptuğu ve netleştiği nokta ise alma'nın "aynı anda tek ve aynı kişi olunabilinir mi? demek istiyorum ki, iki kişi miydim?" repliğidir.

    !---- spoiler ----!

    filmden en beğendiğim replikler ise;

    !---- spoiler ----!

    "anladığımı düşünmüyor musun? var olmayı boş yere hayal etmek. öyleymiş gibi görünmemek, gerçekten olmak. uyanık olduğun her an. tetikte. başkalarına karşı sen ile yalnızken ki sen arasındaki uçurum. baş dönmesi ve sürekli açlık, açığa vurulmak için. içinin görülmesi için... hatta parçalara ayrılmak ve belki de tümüyle yok edilmek için. sesin her tonu bir yalan, her davranış bir aldatmaca, her gülümseme aslında yüz ekşitme. intihar etmek mi? oh, hayır! bu çok çirkin. sen yapmazsın.ama hareket etmeyi reddedebilirsin. konuşmayı reddedebilirsin. o zaman en azından yalan söylemezsin. böylece düşünceye dalıp, kendi içine kapanabilirsin. artık rol yapmaz, herhangi bir maske takmaz ve yalancı davranışlarda bulunmamış olursun. sen öyle sanırsın. ama gerçek inatçıdır. saklandığın yer su geçirmez değildir. yaşam dışarıdan sızar içeri. ve tepki vermek zorunda kalırsın. hiç kimse de bunun gerçek olup olmadığını, sen içten misin yoksa yapmacık mısın diye sormaz. bu soruların önemsendiği tek yer tiyatrodur. hatta orada bile fark etmez. seni anlıyorum, elisabet. kendini bırakmanı, hareketsiz kalmanı, hayali bir sistem içinde apatiye girmeni anlıyorum. seni anlıyorum ve seni takdir ediyorum. hevesin gecene, tüm ilgin bitinceye kadar bu rolü oynaman gerektiğini düşünüyorum. o an geldiğinde diğer rollerini bıraktığın gibi, bunu da bırakırsın."

    ''anlat elisabet. o zaman ben de anlatırım. bir gece bir partideydi. geç saate kadar sürdü ve kalabalıktı. sabaha doğru gruptakilerden biri: "elisabet, bir kadın ve aktrist olmanın bütün özellikleri sende var." dedi. ''ama anneliğin yok.'' güldün çünkü aptalca geldiğini düşündün. ama bir süre sonra onun söylediklerini düşündüğünü farkettin. gitgide endişelendin. kocanın seni hamile bırakmasına izin verdin. anne olmak istedin. kesin olduğunu anladığında korktun. bağlanmaktan, sorumluluktan, tiyatroyu bırakmaktan korktun. acıdan, ölümden, vücudunun bozulmasından. ama rolü oynadın. mutlu genç bir anne rolü. herkes ''çok güzel değil mi? hiç böyle güzel olmamıştı.'' dedi. bu arada sen defalarca fetusu düşürmeye çalıştın. ama başaramadın. geri dönüş olmadığını anladığında, bebekten nefret etmeye başladın. ve olu doğmasını istedin. bebeğin ölü olmasını istedin. olu bir bebek için dua ettin. uzun ve zor bir doğumdu. günlerce acı çektin. sonunda bebek ameliyatla doğdu. bebeğine iğrenerek baktın ve fısıldadın: ''hemen ölemez misin? ölemez misin?'' ama o yaşadı. gece gündüz ağladı. ve ondan nefret ettin. korkmuştun, vicdanın rahatsızdı. sonunda çocuğa akrabaları ve bir dadı baktı. hasta yatağından kalkıp tiyatroya dönebildin. ama acı bitmemişti. çocuk annesine karşı çok büyük bir sevgi besliyordu. kendini korudun. umutsuzca korudun. bu sevgiye cevap veremeyeceğini hissediyordun.... aranızdaki karşılaşmalar acımasız ve anlamsız oluyordu. yapamıyorsun. soğuk ve uzaksın. sana bakıyor. seni seviyor ve çok nazik. ona seni rahat bırakmadığı için vurmak istiyorsun. kalın ağzı ve çirkin vücuduyla iğrenç olduğunu düşünüyorsun. o aç ve koca gözleri. o iğrenc ve sen korkuyorsun.''

    bu sahnenin ise hem elisabet vogler'in, hem de alma'nın perspektifinden çekilmesi ve sonra yüzlerinin iç içe geçmesi gerçekten olağanüstü.

    !---- spoiler ----!

    bir başyapıttır efendim. izleyiniz izlettiriniz.
  4. "her dilin kendine özgü suskunluğu vardır" diye fısıldıyor o adam. bir kadın, karanlığın içinde sessizce, kaybettiği dili arıyor. bulursa ne mi yapacak? susacak."
  5. öncelikle (bkz: underrated)
    yaşamımın çoğu anında çoğu insanın yaptığı gibi o anki durumun icap ettiği şekilde, rol yaparak yada farklı kişilikleri canlandırarak sürdürdüğümü yüzüme çarpan film. işimde,arkadaşlarımın yada sevdiklerimin yanında, davranışlarım ve söylediklerim aslında düşündüklerimden ve istediklerimden çok farklı çoğu zaman. söylemek yada yapmak istediğim çok farklı bir şey ancak o ortamdaki şartlar sizi bazı kalıplara zorluyor. genel anlamda çevreniz böyle davranışlardan ve konuşmalardan ibaret ve siz bunun farkındasınız hem de çok iyi. insanların bu sahteliğin farkında bile olmaması ise sizi hayal kırıklığına uğratıyor.
    bu sahtelik ve samimiyetsizlik hatırlandıkça mide bulandırıyor ve sizi bunaltıyor. yalnızken bu durumu daha sık hatırlıyorsunuz ve doğru olduğuna inandığınız düşünceleri, o gerçeklik ve samimiyet isteğinizi bağıra çağıra insanların yüzüne vurmak isteseniz de çoğu kez yapamıyorsunuz. yalnız başınıza bu düşüncelerle boğuşuyorsunuz ve insanların yanında bu durumu anımsadıkça(anımsatıldıkça) sessizlikleriniz artıyor. bu sessizlik garipsenmeye başlıyor bazen diğer insanlar tarafından ve anlam verilemiyor.
    tüm bunlar aslen bir arayış ve yürekten kopan güçlü bir istekten ibaret. böyle olmamalı biliyorsunuz ve haykırmak istiyorsunuz çoğu zaman insanlara. işte bu arayış ve içinizdeki fırtınanın hikayesi persona'dır. filmde bunu görmek ve hissetmek kolay değil ancak gördükten sonra ve de en önemlisi sizinle benzer duyguları yaşayan,hisseden birileri daha olduğunu hissedebildikten sonra ingmar bergman ve persona'ya karşı derin bir his ve sevgi beslememek elde değil. kısacası izleyin,düşünün ve filmdeki duyguyu hissedebilmek için kendinizi filme bırakın.
  6. sinemanın çıkabileceği en yüksek ve insanlığın alçalabileceği en dip yerde persona vardır.

    underrated kalmıştır. çünkü hiçbir yapım, onunla aynı masaya koyulabilecek kadar cesur davranamamıştır.
    ve elbette zirvede tek bir koltuk yoktur (bkz: the seventh seal - ingmar bergman)
  7. kelimelerin kifayetsiz kaldığı bir ingmar bergman filmi. detaylı değerlendirmeleri işin ustalarına bırakmakla birlikte, kendi bakış açımdan kadınlar üzerine izlediğim en iyi film diyebilirim. 1966 yılına aittir bu eser.
  8. öncelikle görüntü yönetmeni sven nkvist muazzam iş çıkarmış.
    elisabeth oyuncu olduğu için bu sessizliğe kimse inanmıyor doktor ve alma bunun bir tür rol olduğunu düşünüyor, filmin başında doktorun elisabeth'e yaptığı konuşma bunun üzerine.
    bergman sessizlik sayesinde insanın özüne dönmesini, gerçek anlamda arınmasını gösterirken aynı zamanda sessizliğin hangi hallerde bozulabileceğini anlatmış filmde elisabeth iki sahnede sessizliğini bozuyor birincisi korkunun en son noktaya geldiği an, ikincisi uyuşuk olduğu tamamen kontrolünü kaybetmiş olduğu an.
    filmin son sahnelerinde görüntü yönetmenin ustalığı ile yapılmış olan o yarı aydınlık, yarı karanlık yüz çekimleri ve sonunda elisabeth ve alma'nın bir bütün olması filmin finali ve hikayenin bütünlüğü açısından harika olmuş.
    bu filmi izleyin ve düşünün.
  9. (…)
    bütün dünya bir sahnedir,
    ve bütün erkekler ve kadınlar yalnızca birer oyuncu,
    çıkışları ve girişleri vardır;
    ve bir insan hayatı boyunca birçok rolde oynar,
    (…)

    william shakespeare


    bugün de oyuna hazırız, her gün hazır olduğumuz gibi. personalarımızı taktık, başroldeyiz; kendi kurgumuzda. ‘’oyunu çocuklar oynar’’ deriz hani, asıl oyunu en ustaca biz ‘’yetişkin’’ler oynuyoruz. oyunlarımız kesişiyor, birleşiyor, ayrışıyor… her gün terk ediyoruz kendimizi ya da bırakıyoruz ruhumuzu geride, oyunda elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyoruz. yalanlar söylüyoruz, kandırıyoruz karşımızdakini, inandırıyoruz bu sahteciliğe onları ve en kötüsü de kendimizi. gerçekliğimizi her geçen gün yitiriyoruz. artık hükümdar personalarımız; tahayyül ettiğimiz yalancı gerçeklik. ele geçirildik. yitirdik ‘’ben’’liğimizi. karıştı bütün kişiliklerimiz, bulamıyoruz bu kişilikler arasında aslolan kendimizi.

    shakespeare ‘’oyun olarak’’, jung ise ‘’oyun içinde oyun’’ olarak görüyordu dünyayı. jung ‘’normal kişilikte bile karakter bölünmesi imkansız değildir’’ diyerek bizi tedirgin ediyordu. yaşadığımız bir toplum; onun da kendine has kuralları, kültürü vardır. iradeler terbiye edilmeli, yetiştirilmelidir insan. içinden geleni istediği gibi dışarı vuramaz, vurmamalıdır; vurur ise terbiyesiz, eğitimsiz görünür. doğal davranmak acizliğin göstergesidir. insan hep kendini frenlemektedir. dücane cündioğlu şöyle der: ‘’ne kadar kültürlü, ne kadar şehirli, ne kadar uygar ise, o kadar az doğal davranır insan! eğitilmiştir çünkü.’’ eğitilen insan bir taraftan kazanırken bir taraftan da kaybetmektedir; samimiyetini, doğallığını, duygusunu, içselliğini, içtenliğini… acaba gerçekten böyle midir? kim bilir? ya da kim bilebilir bunun cevabını?

    jean-jacques rousseau, bilimler ve sanatlar üzerine söylev’de ‘’hep nezaket gerekleri, kibarlık zorunlulukları içindeyiz; hep adetlere, kurallara uymaktayız. hiç kendi ruhumuza uyduğumuz yok. kimse olduğu gibi görünmeye cesaret edemez olmuş. bu yüzden karşımızdakinin nasıl bir adam olduğunu hiç bilemeyeceğiz; bu yüzden dostumuzu tanıyabilmek için büyük olayları bekleyeceğiz; o zaman da iş işten geçmiş olacak; çünkü onu tanımak zaten bu olaylar için gerekliydi’’ der, ahlak anlayışımızdaki bu ‘’gelişme’’yi yüzyılımızın bilim ve anlayışına borçlu olduğumuzu hatırlatır.

    insan için asıl değerli olan kavramlar önemini yitirmekte değerlerin içi boşaltılmaktadır. insan yanılgıya düşmüştür. farkına varması da zordur. davranışlarını neye göre sergilediğini kestiremez. zaman, insanın kendini düşünmesine fırsat vermeden içeri sızıp çekmektedir girdabına; o etkileyici, süslü, çekici sahteciliğiyle.

    ingmar bergman’ın persona’sı filminde elisabeth karakteri elektra adlı oyunu sahnelerken aniden susar. çünkü gerçekliğinden koptuğunu fark etmiş, bu sahtecilikten kurtulmanın yolunu artık ağzını açmamak olarak görür; bilinçli bir tercihtir. doktoru onunla ilgilenmesi için hemşire alma’yı görevlendirir. izole bir yerde ikisi zaman geçirmeye başlar. elizabeth’in kışkırtıcı sessizliği karşısında alma’nın çocuksu heyecanı, her şeyi açığa vuran tavrı vardır. zamanla da alma da kendi benliğini yitirme korkusuna kapılmaktadır. alma’nın personası elisabeth’dir. elisabeth alma’ya ayna tutmakta aynı zamanda alma da elisabeth’e ayna tutmaktadır. elisabeth susarak rol yapmayı bırakacağını, sahteciliğinden kurtulacağını düşünse de eski rolünden vazgeçememektedir. narsist kişiliği kendini göstermektedir. alma elisabeth’i çözer ve onun iç dünyasını deşifre eder. elisabeth anne olmak için çocuk sahibi değil, ünlü bir kadın olarak tek eksiğinin çocuk sahibi olmak olduğu için çocuk sahibi olmuştur. çocuğuna karşı nefret eder ondan kurtulmak ister. burada dikkat edilmesi gereken yitirilen gerçekliktir. artık gerçek, elisabeth’i rahatsız etmektir. gerçekle yüzleşememektedir. kaçış olarak susmayı seçmiştir ama personasından vazgeçememiştir. o artık personasıdır.

    modern insan ‘’bakan’’, izleyen bir varlıktan ziyade; ‘’bakılan’’, izlenen bir varlık anlayışla davranışlarını sergilemektedir. tasavvur etme, tasavvura bürünme. açılan cansız, sahte ‘’profil’’in ruhunu satın almasına izin verme. somutlaşma, katılaşma. tinsel derinliği kaybederek basitleşme. metalaşma. metada kendini bulma.

    ‘’sisteme uymalısın!’’ dışarıda kalmamak için. toplum bize bunu hatırlatır. evet. ve sana bir rol biçer ya da biçmiştir. farkına vardığında oyun çoktan başlamıştır ve ‘’pause’’ tuşu yoktur.

    verilen rolü oynamalı mı? yoksa reddetmeli mi? reddedilen yazgılar. o zaman aykırı mı durmalı? ’’aykırı durma’’yı düşünmeden aykırı durmayı başarabilir mi? aykırı yaftasını yemesi bir şeyi değiştirir mi? sadece yürümek için yürüyebilir mi insan? nereye gittiğini bilmeden, nereye varacağını düşünmeden. sadece o anı düşünebilir mi? tüm benliğiyle. hiçliğini hissederek hiç olabilir mi insan? hiçliğinde kendini bulabilir mi? arafta kalabilir mi? ölüm ile doğuşu harmanlayan zaman buna izin verir mi? kalabalıkların bilinçlerini yok saymak. kendini eritmek sonra kendini üretmek, türetmek. yalnız olabilir mi insan sokaklarda? gerçekliğini bulabilir mi? ya da aramalı mı gerçekliğini?

    düşünmek, düşünmeyi düşünmek; düşünmek kendini, kendiliğini…