• izledim
    • izlemek istiyorum
  • youreads puanı (8.38)
pred dozhdot - milcho manchevski
makedonya ve londra hatları üzerinde kurulmuş 3 farklı aşk hikayesi ile modern çağda avrupa'ya ışık tutan bu filmde makedonya dağlarında meydana gelen gizemli bir olay ülkeyi bir iç savaşın eşiğine getirerek bir rahip, bir londralı resim editörü ve bir de savaş fotografçısının kaderlerini de trajik bir biçimde bir noktada buluşturur. bu karakterler ve olayları üç ayrı bölümde işleyen 'yağmurdan önce' savaşın masum insanları zorla taraf tutmaya yönelten doğasını gözler önüne serer.


  1. Milcho Manchevski’nin Yağmurdan Önce (1994) adlı filmi, görselliği ve müzikleriyle insanın ruhuna nüfuz eden bir hüzne sahip; ışığın ve gölgenin kadraja alınma biçimi, odaklanılan ayrıntıları ve yağacağı söylenen yağmur imgesiyle başarıyor bunu. “Politik olan” ile “kişisel olan” arasında kurduğu ilişkiyle -ideolojik sorunlarıyla birlikte- tartışmaya değer bir niteliğe sahip ayrıca. Bununla birlikte filmin, esas olarak zaman kurgusuyla karakteristik özelliğini kazandığını söyleyebiliriz.

    Sinemada zamanın kullanımının, sinema sanatının belirleyici niteliği olduğunu söylemek mümkün. Çünkü, en başta, “kurgu” dediğimiz şeyin imkanlarını ve sınırlarını belirleyen ögedir zaman. Zaman algısı kültürün ve uygarlığın yapılanışına damgasını vurur, bilginin ve düşüncenin olanaklılık koşullarını belirler. Felsefe, zamanı kategorik olarak anlamaya çalışır, edebiyatsa anlatının zamansal biçimlendirilişiyle hikayesinin gerçeklik düzeyini yapılandırır. Sinema sanatı, her iki yönü görsellikle bireşim halinde ortaya koyar. Filmin zamansal kurgusu, bu nedenle, filmdeki hikayenin/hikayelerin zamanından daha farklı bir boyuttadır. Bu da, her zaman, kurgunun görünür olandan daha fazla -epistemolojik ve ontolojik düzlemlerde- içerimlere sahip olduğu anlamına gelir.

    * * *

    Yağmurdan Önce filminde zamanın kurgulaşı, artık seyircinin bilmediği bir örnek değilse de -ilk elden İnnurati’nin Aşklar ve Köpekler’ini, Tarantino’nun Ucuz Roman’ını kaydedebiliriz-, kendine has özellikler barındırıyor. Bir cinayet hikayesi, sondan başlayarak geriye doğru gitmek üzere tamamlanan bir çember şeklinde kurgulanmaktan öte, farklı bir zamansallık söz konusudur burada. Puzzle’ın parçalarını birleştirerek elde edilecek görüntüler toplamından farklıdır bu kurgu; bir tür dairesellik söz konusudur, sonunda ortaya bir tamamlanmışlık çıkar, ancak kapanan bir çevrim değildir yine de zamanın alımlanışı. “Başlangıç” aslında “son”dur buna göre, son’a vardığımızda ise başlangıç noktasındayızdır ve -artık- her şeyin anlamı değişir.

    Filmin sonunda başlangıç noktasına döndüğümüzde, bir mobius şeridini katetmiş gibiyizdir. “Zaman asla ölmez, çember yuvarlak değildir” sözü, filmin zaman kurgusunun formülünü de veriyor bu yanıyla. Artık, hikayenin anlamı parçalarının toplamından daha fazla bir şeydir. “Yağmur yağacak, sinekler ısırıyor” sözü başlangıcı ve sonu birleştirir, ancak çember kapanmamıştır; bizzat filmin kendisi –hayatın anlamı, insan gerçekliği ve dünyanın politik çehresine dair soruları ve- kurgulanma biçimiyle izleyicinin doğrusal algısında bir gedik açar. Zaman katedilmiş, “başlangıç” ile “son” aynı noktaya gelmiştir; hikayenin önümüze çıkardığı pek çok sorunun cevabını bulmuşuzdur, ancak zaman durmaz, filmin sonu hayatın başlangıcına ilişir. Kadrajın dışında “başlangıç” ve “son” yoktur belki de.

    Yağmur imgesi de, bu kurgu içinde yerini bulur. Filmin başında ve sonunda, bir tür “sonsuzluk” vurgusuyla, hem gelen kötü olayların habercisi, hem de kurtuluş iması içerir yağmur. Döngüsellik, evet, ama her şeyin başka türlü olabilirliğini de içerecek şekilde yapılandırılmıştır ‘süreç’. “Gökyüzüne bak,” der Alex yere düştüğünde, “yağmur yağacak”. Orası, filmin başında rahibin genç rahibe, “bak orada yağmaya başladı bile” dediği yerdir. Yağmurdan önce, her şey çoktan olmuştur fakat yine de neyin nasıl tamamlanacağının ucu açıktır. Kafkavari bir umut-umutsuzluk gerilimi içerir yağmur imgesi bu yanıyla. Bir “yazgı” söz konusudur sanki: Olmuş olan her şey yalnızca olmuş olduğu gibi olacaktır, ancak hiçbir şey de basitçe önceden belirlenmiş bir neden-sonuç ilişkisinin zorunlu sonucu olarak anlaşılmaz yinede.

    * * *

    “Sözcükler”, “Yüzler”, “Fotoğraflar” şeklinde adlandırılmış üç ayrı bölümden oluşuyor film. Üç bölüm, son ile başlangıcın “birleştiği” noktada bir bütünlük kazanıyor, zamansal olarak olaylar birbirine bağlanarak hikaye tamamlanıyor. Üç ayrı bölümde anlatılan olaylar zamansal olarak birbiri içine geçerilerek çizgisel ve doğrusal olmayan bir anlatım oluşturulmuş. Önce ile sonra’nin yer değiştirdiği bir anlatım.

    Başka başlıklarla da filmi değerlendirmek mümkün. Ve hatta gerekli. Savaş ve barış, toplumsal hayatın ve uygarlığın derinliklerinde saklı duran şiddet, “biz” ve “onlar”, sanatın politik doğası, hayat, suç ve masumiyet, sorumluluk ve aşk, taraf olmak ya da tarafsızlık. Her biri kendi başına film üzerinden konuşulabilecek meseleler. Özellikle “taraf olma” meselesi filmin politik muhtevasının çekirdeği sayılabilir. Türkiye gündemi açısından da oldukca güncel sorunlardır bunlar; açlık grevleri, Suriye ile savaş konusu, “kürt sorunu”nda yine ve yeniden imha ve inkar yaklaşımında kilitlenmiş olan devlet politikası, toplumda giderek derinleşen kopuş hali tartışmayı ahlaki ve politik bir sorun olarak her geçen gün canlı kılıyor. Dolayısıyla, filmin ideolojik-politik içerimlerinin, açık ya da dolaylı önermelerinin hem sorgulanması, hem de -güncel bir sorun olarak- değerlendirilendirilmesi mümkün.

    * * *

    Görünür düzeyde filmin belirgin bir savaş karşıtı söylemi, Balkanlar’da olacakları öngören uyarıcı bir bakışı, özellikle de entelektüel dünyayı sorumluluğa ya da daha doğrusu sorumluluğu üzerinde düşünmeye çağıran etik bir boyutu var. Yanı sıra, ideolojik-politik bir sorgulama ile baktığımızda, dilin ve estetiğin sanıldığı gibi masum olmadığını anlayacağımız, sorunun nasıl tarif edildiğinden nasıl görünürleştirildiğine, neyin gösterildiğine ve nasıl gösterildiğine dair, tetikte durmayı zorunlu kılan sorunlara çarpılacaktır.

    Bu yanıyla ilkin, Zizek’in, Kusturica’nın Yeraltı filmiyle birlikte Yağmurdan Önce’yi de –Said’in Şarkiyatcılık’ı ile anoloji kurarak- “Balkancılık” bağlamında değerlendirdiği eleştiriyi hatırlamak yerinde olur sanıyorum; '' Çokkültürcülük ya da Çokuluslu Kapitalizmin Kültürel Mantığı“
    “Batı liberalizmi”ne ve onun “çokkültürcülük” anlayışına eklemlenme, dahası bizzat bu batılı bakışa uyarlanmış filmler olduğunu söyler Zizek. Yağmurdan Önce filmi büsbütün böyle görülebilir mi tartışılır belki; “barış sadece istisnadır” sözü gibi siyasetin doğası hakkında gücelle sınırlı olmayan bir sorgulama yönelimi de söz konsudur filmin, ama yine de Zizek’in yürüttüğü tartışmayı akılda tutmak, ideolojik uyarılarını gözardı etmemek anlamlı olacaktır.

    İkinci eleştiri ise, Zizek’in itirazlarıyla aynı çizgi üzerinden ve yine esas olarak Kusturica’nın Yeraltısı‘nı hedefleyen daha sert Ulus Baker’in değerlendirmesidir.. Ulus Baker, Yeraltı’nın estetik ve ideolojik olarak anatomisini çıkarır ve kesin çizgilerle politik eleştirisini yapar. Yazısının sadece sonunda kısaca bahsedilir Yağmurdan Önce filminden. Angalopoulos’un Ulis’in Bakışı’yla birlikte, Yeraltı‘na yöneltilen aynı eleştirinin muhatabıdır her iki filmde. Yine de, ince bir çizgiyle ayrır bu iki filmi Ulus Baker, “savaşın sunumu” ve “barış pazarlamacılığı” konusunda Ulis’in Bakışı “daha ayık”, Yağmurdan Önce ise “daha sorgulayıcı”dır. Baker’in temel eleştirisi, savaşın “neredeyse doğal bir afet”, bir tür “kader” gibi kurgulanması ve bu kurgunun ideolojik-politik dayanaklarıyla ilgilidir.

    * * *

    Kendi hakikatine ulaşmak için insan cehennemi tercih etmek zorundadır bazen. Bazen mi? Belki de böyledir hep. Alex, cehenneme geri döndüğünde hiçbir şeyin değişmemiş olduğunu söyler, ama yine de herşey değişmiştir. Bakışı değişmiştir çünkü, zaman katedilmiş, hayat yaşantılanmıştır. Yıllar önce geride bıraktığı kadının oğlu “O bizden biri değil” der öfkeyle. Her şey başka türlü olabilirdi elbette, ancak insan “kendi”nden kurtulamaz, şu ya da bu yönde attığı her adım ile gerçek’in çağrısına bir cevap olarak gerçekleştirir yazgısını. Angelopoulos’un Ulis’in Bakışı’nı da düşündürüyor film bazı yönleriyle; özellikle, “eve dönüş” hikayesi, “Balkanlar” üzerinden ‘insan gerçekliği’ne bakma denemesiyle.

    Çember yuvarlak değildir, bir eşik gibidir ‘yağmurdan önce’ başlangıç ile son arasında, zaman bükülür, başladığınız ve bitirdiğiniz yer aynı değildir…sesler ve sessizlikler, yüzler, yüzleşmeler, şimdi ve geçmiş, sözcükler, fotoğraflar…zaman asla durmaz…her derdin ilacı olması da, hiçbir derde -gerçekte- deva olmaması da belki bu yüzden…insan oluş hikayesinin hep yeniden başlaması, her karar anında, yeniden….

    Her “eve dönüş hikayesi” ev’in ve dönüş’ün imkansızlığıyla yüzleşme denemesidir belki….

    kaynak: https://mutlaktoz.wordpress.com/