1. izlerken bana, küçücük kör bir çocuğun dünyasını yaşatmakla kalmamış, bana babaannemi de özletmiş olan şiir gibi bir film. muhammed'in marangoz ile yaşadığı diyaloglar izlenmeye değerdi.
  2. gözleri görmeyen muhammed'in parmak uçlarıyla tanrıyı görme çabası
    film öyle dokunaklıki filmin müziği de o kadar uymuşki(bkz: khan baji-mohsen namjoo)
  3. bir majid majidi filmi. filmin orijinal isminin ''hûda'nın rengi'' olduğu halde neden ''tanrı'nın veya allah'ın rengi'' olarak isimlendirilmediği düşündürücüdür. yoksa tanrı'ya renk biçmenin kötü bir âmel veya nâhoş bir davranış olduğu mu düşünülmüş? öyleyse bu çok yanlış bir fikir, zira allah (c.c) ''de ki: hayatımız allah'ın rengi ile renklenir! kim hayata allah'tan daha güzel renk verebilir, eğer gerçekten o'na kulluk ediyorsak?'' diye buyurur. * filmin ismi çok anlamlıyken, ''cennetin rengi'' diye çevirmek mananın üstünü bir nebze örtmüştür. ama doğal ve doğallığın içinde gözden kaçırdığımız güzelliklerle bezeli olan sahneler, bu çeviri hatasını unutturuyor. dikkat: baharat babında spoiler içerir.

    !---- spoiler ----!

    ''sen hem her yerdesin hem de görünmessin. bir sığınak bulup yalnız senden saklanmayacağım... senin adından başka kimsenin adını anmayacağım.''

    ve film simsiyah bir sahne ile başlıyor, ki muhammed ve o'nun âmâ arkadaşlarının görmeyen uzuvlarının karanlıklarındayız. yönetmen ilk sahne ile seyircinin merakını celp etmiş ve sıradışı bir ''empati'' ayağını beslemiştir. kasetler ve kasetçalar... ses! bir âmâ için ne büyük bir lütuf olduğunu karanlıklarda hissedebiliyoruz. ve birer muhammed oluyoruz. yönetmenin ikinci etkileyici sahnesi, seslerin ve dokunuşların patikasında gezen muhammed'in bir serçe yavrusuna yardımı ile bileniyor. ve bazı beklemelerin bile ne denli azap ve çetin bir süreç olduğunu öğretiyor bize yönetmen ve muhammed ikilisi.

    aziz. sadece bir erkek ismi değildir... bunu da gördük yaşlı bir suretin anakarasında. babaanne ve muhammed. vuslat saadetinde elleriyle yüzüne dokunuyor babaannesinin ve ''ellerin bembeyaz'' diyor muhammed, ''hayır, benim ellerim güneşten yanmış ve nasırlı'' diye cevap veriyor babaanne. ''kalbin beyaz ben kalbinden hissediyorum ellerinin beyazlığını'' diye cevap veriyor muhammed. kulakları seslerin kimyasında ve parmak uçlarıyla tanışıyor tabiatın tüm renk ve desenleriyle. ayrılık esnasında ''azizzz, aaazzzziiizzz, aaaazzzziiiiiizzzzzzzz'' diye bağırıyor. vuslatın saadetini babanın taş misali kalbi ayrılıkla törpülüyor. muhammed babaannesine kuşların konuştuğunu söylemişti.

    türbe ziyaretindeki yakılan mumlar ve bağlanan çaputlar coğrafya üzerinden bizlere islam ile diğer dinlerin birer kaynayışının bir haritasını çiziyor. ve hurafeler ne kadar kötü bir durumsa, filmde işe yarayan bir sahnesine tanık oluyoruz. babaanne kuşların muhabbetini dinleyerek vefat eder ve kayınpeder ''uğursuzluk'' olur düşüncesiyle bir kişi vasıtasıyla almış olduğu ''başlık parasını'' yollar. bu babanın sersemliğine ilaç gibi gelecektir.

    tahta köprüden at sırtında eve dönüş yolu, bir nehrin azgın sularına gömülüyor. at ve muhammed çağlayan suların gizemine düşüyor, babanın hayret ve birazda ''mal gibi'' bakışları arasında. sonrasında mal gibi bakışlar baba olmanın dayanılmaz çığlıklarına dönüyor. baba oğul su kütlesiyle birlikte yol alıyor azgın sularda.

    nehir denize karıştı. tuzlu su sarı toprağın üzerine iki beden bıraktı, biri yetişkin biri çocuk. baba, muhammed'in cansız bedenine sarılıyor... ve cansz bedene nurani bir ışık dolup kımıldarken muhammed ile birlikte hayat buluyoruz.

    muhammed'in parmak uçları gözlerinizde hüzünlü nem bulutları toplayacaktır.

    !---- spoiler ----!