1. 1908, 1963 yılları arasında yaşamış, meksikalı sürrealist ressam.

    eserlerinden bazıları:
    http://www.wikiart.org/en/remedios-varo

    '' Sonra dünyaya geri döndüm. Ne maceralar yaşadım, dedim kendime kısık sesimle. Maceralar, serüvenler. Şiir serüvenini tatmıştım, benim için hayat memat meselesi idi, ama Meksika sokaklarına döndüğümde oradaki gündelik yaşamdan memnun idim. İnsan daha ne ister? Kendimi niye aldatayım? Gündelik yaşam sadece bir kaç saniye süren donmuş bir saydamlık. Ben de geri dönüp gördüm, beni sarıp sarmalamasına göz yumdum. Ben anayım, söyledim işte, korku filmleri bana göre değil. Derken gündelik yaşam bir sabun köpüğü gibi büyümeye, daha da büyümeye başladı ve patladı.

    Tekrar Edebiyat Fakültesi’nin dördüncü katındaki kadınlar tuvaletinde idim, 1968 yılının Eylül ayı idi ve ben Remedios Varo’nun maceralarını düşünüyordum. Remedios Varo’yu hatırlayan o kadar az insan kaldı ki. Onunla hiç tanışmadım. Bütün kalbimle onunla tanışmış olmayı istediğimi söyleyebilirim, ama gerçek şu ki hiç tanışmadım. Harika kadınlar tanıdım, dağlar ya da okyanus akıntıları kadar güçlü, ama Remedios Varo ile hiç tanışmadım. Evine gitmeye çekindiğimden değil, eserlerine hayranlık duymadığımdan değil (bütün kalbimle hayranlık duyuyordum), Remedios Varo 1963’te öldüğü için. 1963 yılında hala uzaklardaki sevgili Montevideo’da yaşıyordum.

    Kimi geceler, kadınlar tuvaletine ayın ışığı vururken ve ben hala uyanık iken düşünüyorum, Hayır, 1963’te ben hala Mexico City’de idim ve ben Don Pedro Garfías dalgın dalgın beni dinlerken, ona Remedios Varo’nun adresini soruyordum. Katalan ressam arkadaşı olmadığı halde onu tanıyor, saygı duyuyordu. Neyse, sarsak bir şekilde masasına doğru gitti, bir kağıt çıkardı, çekmecesinden bir günlük, ceket cebinden bir dolmakalem ve zarif el yazısıyla adresini kağıda yazdı.

    Uçarak Remedios Varo’nun evine gittim, Colonia Polanco’da idi, değil mi? Yoksa Colonia Anzures, ya da Colonia Tlaxpana mıydı? Cılız ayışığı bir örümcek gibi kadınlar tuvaletine sızdığında hafızam bana haince oyunlar oynuyor. Her neyse, Mexico City sokaklarına balıklama daldım, evine yaklaşırken hızla değişiyordu sokaklar (sokaklardaki binalar bir öncekinde değişiyordu, hepsi sırayla, hepsi serzenişle), sonunda bütün evlerin harap şatolara benzediği bir sokağa vardım, sonra kapı zilini çaldım, bir kaç saniye bekledim, o sırada sadece kalp atışlarımı duyuyordum (şapşalın biriyim ben – hayranlık duyduğum biriyle tanışmak üzereyken kalbim çarpmaya başlar), derken belli belirsiz ayak sesleri duydum, biri kapıyı açtı, Remedios Varo idi bu biri.

    Elli dört yaşında. Bir yıllık ömrü kalmış demek.

    Beni içeri buyur ediyor. Fazla gelen gidenim olmaz, diyor. İçeri giriyorum, arkamdan geliyor. Buyurun, geçin şöyle, diyor. Loş ışıklı bir holden geçip içerdeki bahçeye bakan iki odalı büyük oturma odasına giriyoruz, odanın leylak rengi kallavi perdeleri çekilmiş. İçeride bir koltuk var, oraya oturuyorum. Ufak yuvarlak masanın üstünde iki kahve fincanı var. Kül tablasında söndürülmüş üç sigara izmariti gözüme çarpıyor. Evde üçüncü bir insan olduğunu çıkarıyorum. Remedios Varo bakışlarını gözlerime dikip gülümsüyor: Yalnızım, diyor.

    Ona hayranlığımı belirtiyorum, Fransız gerçeküstücülerden, Katalan gerçeküstücülerden, İspanya İç Savaşından söz ediyorum, 1942’de ayrıldıkları için Benjamin Péret’in adını ağzıma almıyorum, neyle alakalı hatırlamıyorum ama Paris’ten ve sürgünden, Meksika’ya gelişinden, Leonora Carrington ile olan dostluğundan söz açıyorum, sonra birden Remedios Varo’ya kendi yaşam öyküsünü anlattığımı fark ediyorum, olmayan müfettişlerin huzurunda dersini tekrar eden heyecanlı bir öğrenci gibi davranıyorum. Sonra yüzüm kızarıyor, kusura bakma, ne dediğimi ben de bilmiyorum, diyorum, Sigara içmemin bir mahsuru var mı? Diyorum, çantamdaki Delicados paketini arıyorum ama bulamıyorum, bunun üzerine Sigaranız var mı? diye soruyorum. Remedios Varo eski bir etekle örtülmüş (ama o eski etek bir deve aitmiş gibi geliyor bana) bir resme arkasını dönmüş, sigarayı bıraktığını söylüyor, ciğerleri hassas bir noktaya gelmiş, ciğerleri iflas etmiş birine ya da hayatında kötü şeyler yaşamış birine benzemese de başından bir sürü kötü şey geçmiş olduğunu hissediyorum, şeytanın yükselişi, Yaşam Ağacına tırmanan termitlerin durdurulamaz geçit resmi, Aydınlanma ile Gölge arasında ya da İmparator ile Alemlerin Kralı arasındaki çatışma, bunların hepsi bizi canavarlara ya da robotlara döndürmeye ahdetmiş, zamanın varoluşundan beri Aydınlanmaya karşı savaşan (burası benim uydurmam, hiç kuşkusuz Aydınlanmanın resmi temsilcileri karşı çıkacaktır buna) akıldışı kara lekeye uygun düşen isimler, pek az kadının yaşadığı şeyleri yaşadığını biliyorum, artık kendi ölümünü görüyor, on iki aydan daha kısa bir süre sonra gerçekleşecek, ayrıca biliyorum ki benim tarafımdan görülmek istemeyen ve sigara içen başka biri var evde, bu her kimse benim tanıdığım biri gibi geliyor. Sonra iç çekiyor, dördüncü kattaki kadınlar tuvaletinin fayanslarına aksetmiş batmakta olan ayın yansımasına bakıyorum, bitkinlik ve korku doluyor içime, elimi kaldırıyor, büyükçe eteğin arkasındaki resmi gösteriyor, Bu nedir? diye soruyorum. Remedios Varo bana gülümsüyor, sonra dönüyor, sırtını bana dönüp bir süre resmi inceliyor, ama meraklı gözlerden onu saklayan eteği kenara çekmeden, kaldırmadan. Bu sonuncusu, diyor. Ya da belki diyor, sondan bir önceki. Ay ışığının vurduğu fayanslarda çınlıyor sesi, ikinci sözü de yankıyla tütsülenmiş olabilir. Ve amansızca bastıran uykusuzluk safhasında Remedios Varo’nun tüm resimlerinin aydan ya da mavi gözlerimden çıkan gözyaşları gibi birbiri ardına geçtiğini görüyorum. Bütün samimiyetimle söylüyorum, sonuncu ile sondan bir önceki arasındaki ayrıntıları fark etmek, ayırt etmek çok zor. Derken Remedios Varo eteği kaldırınca devasa bir vadi ortaya çıkıyor, en sarp dağın tepesinden bir manzara, yeşil kahverengi bir vadi, manzaranın o görüntüsü beni tasalandırmaya yetiyor, çünkü evde başka biri olduğunu bildiğim gibi şunu da biliyorum ki ressamın bana gösterdiği şey bir girizgâh, ruhumu dağlayacak bir sahnenin hazırlık aşaması, ya da hayır, dağlamak değil, çünkü artık hiç bir şey beni öyle etkileyemez, duyumsadığım buzdan bir adamın yaklaşması gibi bir şey, kalıp kalıp buzdan yapılmış biri, gelip beni dudaklarımdan öpüyor, dişsiz ağzımdan, dudaklarımda o buzdan dudakları hissedeceğim ve benden bir kaç santim uzaktaki o buzdan gözleri göreceğim, sonra da Juana de Ibarbourou gibi bayılacağım, ardından mırıltıyla soracağım, Neden ben? (bağışlanacağım bir hoppalık bu) ve kalıp buzlardan yapılma adam göz kırpacak, göz kırptığı o anlık sürede bir kar fırtınasının anlık görüntüsü görünüverecek, sanki biri bir pencere açmış da sonradan kararından cayıp tekrar kapamış, Hayır, diyor, görmen gerekeni göreceksin Auxilio, ama vakti geldiğinde.

    Biliyorum, o manzara, belli belirsiz bir Rönesans arka fonunu anımsatan o muazzam vadi bekliyor.

    Peki neyi bekliyor?

    Derken Remedios Varo tabloyu etekle örtüp bana bir fincan kahve ikram ediyor, başka şeylerden konuşmaya başlıyoruz, günlük yaşamdan, ne var ki sözcükler farklı bir bağlamdan giriyor sohbetimize, parousia ya da hierophant gibi, psikotropik uyuşturucular ya da elek-troşok tedavisi gibi. Yakın bir tarihte açlık grevine giden birinden söz ediyoruz daha sonra, şöyle dediğimi duyuyorum, Bir hafta yemek yemezsen artık açlık hissetmezsin, Remedios Varo bana bakıyor ve Vah zavallıcık, diyor.


    Remedios Varo, El Paraíso de los Gatos, 1955

    Tam o sırada kalın leylak rengi perde kıpırdıyor, sıçrayarak ayağa kalkıyorum, Katalan ressamın az önce ne söylediğini düşünemiyorum (düşünmeyeceğim de). Pencereye doğru gidip perdeyi yana çekince kara bir kedi yavrusu görüyorum. Oh diye iç çekiyorum, rahatladım. Remedios Varo’nun arkamda gülümsediğini, benim kim olduğumu merak ettiğini biliyorum. Pencere bahçeli bir avluya bakıyor, ilerde beş altı kedi uyukluyor. Ne çok kedi var! Hepsi sizin mi? Aşağı yukarı hepsi, diyor Remedios Varo. Dönüp ona bakıyorum: Kedi yavrusu kucağında, Katalanca konuşuyor: Gel bakayım bir tanem. Nerelerdeydin sen? Saatlerdir seni arıyordum.

    Biraz müzik dinlemek ister misin?

    Kiminle konuşuyor? Benimle mi yoksa kedi yavrusuyla mı? Benimle herhalde, çünkü kediyle Katalanca konuşuyor, ama herkes bir bakışta şıp diye anlar, bu kedi Meksika’da doğup büyümüş, en az üç yüz yıllık Meksika sokak kedileri soyundan geliyor, ve ay zarif kedi adımlarıyla bir banyo fayansından öbürüne kayarken İspanyollar gelmeden önce Meksika’da kediler var mıydı, diye soruyorum kendime ve tutkusuzca, nesnel, hatta hafiften kayıtsız bir tavırla yanıtlıyorum, Hayır, kedi yoktu, kediler ikinci ya da üçüncü parti Avrupalılarla birlikte geldi. Sonra Meksika’daki uyurgezer kedileri düşündüğüm için uyurgezer gibi konuşarak yanıtlıyorum, Evet, ve Remedios Varo pikaba doğru gidiyor, eski bir pikap bu, aslında hiç de şaşırtıcı değil, çünkü o inanılmaz 1962 yılındayız ve her şey eski, şaşkınlığımı bastıramayıp bir nida patlattığımda ya da vakitsiz bir itirafta bulunduğumda her şeyin eli ağzına gidiyor, o sırada bir plak çalıyor ve Salvador Bacarisse’in A minör Concertino’su bu diyor, bu İspanyol havasını ilk kez dinlerken ağlamaya başlıyorum, bir kez daha ağır çekimde ay bir fayanstan diğerine geçiyor, sanki doğa değil de ben yönetiyorum bu filmi.

    Ne kadar zaman orada Bacarisse dinledik?

    Bilmiyorum. Bildiğim tek şey bir süre sonra Remedios Varo’nun pikap kolunu kaldırdığı ve dinletiyi sonlandırdığı. Sonra ona doğru gidiyorum (itiraf etmeliyim ki ayrılmak istemiyorum) ve suratım pancar gibi kızarmış bir halde kahve içtiğimiz fincanları yıkamayı, yerleri süpürmeyi, mobilyalarının tozunu almayı, mutfağındaki tencere tavaları ovalaya ovalaya temizlemeyi, çıkıp alışveriş yapmayı, yatağını yapmayı ya da banyoyu hazırlamayı teklif ediyorum, ama Remedios Varo gülümseyerek bunların hiçbirini yapmanı istemiyorum Auxilio diyor, ama gene de teşekkür ederim. Böyle iyi, gerçekten. Yardıma ihtiyacım yok. Kapıya doğru beni geçirmeye gelirken, aklımdan Yalancı! diyorum. Nasıl yardıma ihtiyacı olmaz?

    Sonra kendimi evinin holünde görüyorum. O içerde, eli kapı tokmağında. Ona sormak istediğim öyle çok şey var ki. Öncelikle onu tekrar ziyaret edip edemeyeceğimi sorarım. Şimdi bütün sokak güneşli, beyaz şarap gibi güneşle yıkanmış. Güneş ışığı yüzünü aydınlatıyor, cesurca bir melankoli yayılıyor yüzünden. Pekala. Her şey yolunda. Artık gitme vakti geldi. Elini mi sıkıyorum yoksa yanaklarından mı öpüyorum hatırlamıyorum. Bildiğim kadarıyla Latin Amerikalı kadınlar sadece bir kere öper. Bir kere, yanaktan. İspanyol kadınlar iki. Fransızlar üç. Çocukken üç kere öpmenin Özgürlük, Eşitlik ve Kardeşliğe denk düştüğünü sanırdım. Ama şimdi öyle olmadığını biliyorum, ama öyle de olabileceği fikri hala hoşuma gidiyor. Neyse, üç kere öpüyorum onu, sanki benim fikirlerimi bir yerde o da paylaşıyormuş gibi bakıyor bana. Bir öpücük sol yanağa, biri sağa, sonuncusu da sol yanağa. Ve Remedios Varo bana bakıyor, sanki gözleriyle şöyle diyor bana: Merak etme, Auxilio, ölmeyeceksin, delirmeyeceksin, akademik bağımsızlığını devam ettiriyorsun, bizim Amerikan üniversitelerimizin şerefini savunuyorsun, olsa olsa fena halde zayıflarsın, ya da sanrılar görürsün ya da senin yerini bulabilirler de, ama düşünme bunu, güçlü ol, yaşlı Pedrito Garfias oku (seni aptal kız, insan yanında okuyacak bir şeyler getirirdi!), bırak zihnini 1968 yılının 18 eylülünden 30 eylüle dek, ama bir gün bile aşmadan zamanın içinde başıboş dolaşsın, yapacağın tek şey bu olsun.

    Sonra Remedios Varo kapıyı kaparken, son kez delici bir bakış atıyor bana, o zaman acımasız bir netlikle onun öldüğünü anlıyorum. ''

    http://fazabbas.blogspot.com.tr/2013/03/remedios-varo-roberto-bolano.html