-
pazar sabahının şiiri geç gelir!
hüseyin atlansoy ve
nişanlı koltuğu
bir gelinliği diler kız
eldivenli ellerinde usul açan bir gül
/yıllarca ben
yalnız akan serin bir ırmaktım
uyanır bir su şafağında kalkarım
örterim üstüme aşkın sıcaklığını/
kadına beyaz yakışır hasrete siyah
billûrdan bir anı
sessizliğe ulayan sigara dumanları
eflatuni bir aşka kapıdır
koltuklar ayrı ayrı
konuşsak bile-
bir sükuneti soluruz
yaklaşır ellerimiz- ürperir
henüz
dokunulamayan bir hayatı... -
âh' notası
sen istersen şarkına
lâ ile gir üstâdım,
ben nasılsa sadece
'âh’ları duyacağım…
attila şanbay
akşam şiiri oldu
başlığı sabah akşam şiiri mi yapsak? -
"muhabbet kuşumuz öldü
arkasında uçuşan tüyleriyle mavi bir sonbahar bırakarak
biliyorsun ölüm mavi boş bir kafestir kimi zaman
acıyı hangi dile tercüme etsek şimdi yalan olur pollyanna"
*elimdeki kitabı açtım ve bu şiir denk geldi. bu kötü sabaha da ne yakıştı...
(bkz: pollyanna'ya son mektup - didem madak) -
"dokunmanın doldurulmaz yeri
sızlıyor şimdi aramızdaki boşlukta.
sen yoksun, ben yokum
koca bir geçmiş şimdi tek başına
alçak sesle konuşmakta..."
(bkz: timsah sokak şiirleri - murathan mungan) -
gün doğarken ardından tepelerin
a. koyayım tüm teletabilerin.(adını) -
bu başlığı bulduğum iyi oldu. günün en güzel saatlerinden en güzel günaydınlarımla efendim.
pek bir sevdiğim edip cansever ve onun elden ele sevda büyüten "yerçekimli karanfil"i..
biliyor musun? az az yaşıyorsun içimde
oysaki seninle güzel olmak var
örneğin rakı içiyoruz, içimize bir karanfil düşüyor gibi
bir ağaç işliyor tıkır tıkır yanımızda
midemdi, aklımdı şu kadarcık kalıyor.
sen o karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte
sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel
o başkası yok mu bir? bir yanındakine veriyor
derken karanfil elden ele.
görüyorsun ya sevdayı büyütüyoruz seninle
sana değiniyorum, sana ısınıyorum, bu o değil
bak nasıl, beyaza keser gibisine yedi renk
birleşiyoruz sessizce. -
son zamanlarımın en güzel şiiridir kendileri. günaydın.
elleri vardı, siz bilmezsiniz
ben tek başımaydım, onlar ise yalnızdı
şubattan kalan bir gece yarısıydı sanki bütün caddeler
yine yenik ve gazetesiz ayrılıyorduk bir çağdan
çağın canı cehenneme
cennet nereye düşer şimdi
annesinden dayak yerken sorunca çocuk
ellerin vardı, sen de bilmezdin
hatırı sayılmak kimsenin aklına gelmeyen bir yoksul gibi
karşında duruyordum
senin için ıslak mendilleri kurumuş evlerin önemi yoktu
patrona halil, ilk posta teşkilatı ve
çekinerek kızının evinde ayaklarını uzatan babaların
kaldım, bir yanım alacaklı tarih diğeri aşk.
radyoların canı cehenneme
ben birşey demesem allah yine de anlıyordu
elleri vardı, demedim kimseye
başına ne gelirse hepsi yaşamaktan
ve bir çocuğun oyuncağının ardında yitip giden elleri
iki keder arasında gülmek doğru sayılmaz
bir parkın yoldaşıydım sanki
hiçbir richter tespit edemese de
richter’in canı cehenneme
titriyordu elleri
elleri vardı, siz bilmezsiniz
bir gülse kansere ve bana
yani durmadan çocukluğundan bahseden bana çare bulunacaktı
birkaç damla kan sızardı gözlerinden
bolşevikler tövbeye dururdu
aylardan şubat
güneşini avuçlarında saklayan bir uçurum gibi sessiz
yaşamın canı cehenneme
gözlerin doluyordu
bülent parlak - şubat kimseye çekmedi -
gözlerin gök /
yüzünde bir dolunay
diyelim
ki sessiz gecede poyraz…
sis çökmüş o heybetli dağlara;
yurdun
da kar altında, gözlerin gök-
yüzünde bir dolunay.
diyelim ki sınamışsın uzaklığın ihanetini.
seslere çarpmış sesin,
ama ulaşmamış hiçbir yere nefesin…
diyelim ki şarabın dökülmüş, suların kesik,
bu hayat seni bir oyuncak sanıyor…
diyelim ki sana çıldırmak yasak, sana ağlamak
yasak, yarın yasak, düş yasak sana.
diyelim ki üşüyorsun kısacık bir ömrün sığınağında;
bir çay bile ısmarlamıyor hayat!
diyelim ki lekesiz hiçbir şey kalmamış artık;
sis çökmüş güvendiğin dağlara…
kederli bir süvari ol orda, sen orda!
bıkma atını mahmuzlamaktan,
bıkma bu puştlar panayırında
berrak nehirler aramaktan…
yaslı bir kışa rehin düşse de günler,
kalbindeki tomurcuğu bahara büyüt;
o tomurcuk düşlerinin yağmuruyla ıslansın.
çünkü her insan bir limandır başucunda tekneler;
çünkü herkesin hüznü kocaman, aşkları dalgın…
kimi kanıyor şahdamarından,
kimi bozgununda yetim, dervişan,
kimi aşklarıyla, düşleriyle perişan…
yamalı yerlerinden
kanıyor hayat,
tutunduğun günlerinden
soluyor hayat.
bu yüzden salıver düşlerini kendi uğruna yansın;
salıver düşlerini ateşlere abansın!
tutunduğun yerlerinden solarken hayat,
bıkma atını mahmuzlamaktan;
bıkma sendeki insan için,
derin uçurumlar arşınlamaktan…
yaslı bir kışa rehin düşse de günler,
bir gün rüzgâr esecektir suların serinliğinden;
bir gün kırlangıçlar da geçecektir göğün genişliğinden.
yaslı bir kışa rehin düşse de günler,
kalbindeki tomurcuğu bahara büyüt,
o tomurcuk düşlerinin yağmuruyla ıslansın;
ıslansın…
çünkü senin de bir ütopyan varsa,
i n s a n s ı n…
yılmaz odabaşi, istanbul,ocak 2002
şairler ölmesin... -
(ey hayat, sen şavkı sularda bir dolunaysın
aslında yokum ben bu oyunda
ömrüm beni yok saysın…)
yaşam bir ıstaka
gelir vurur ömrünün coşkusuna
hani tutulur dilin
konuşamazsın!
tırmandıkça yücelir dağlar
sen mağlupsun sen ıssız
ve kalbinde kuşların gömütlüğü
tutunamazsın…
eloğlu sevdalardan dem tutar
aşk büyütür yıldızlardan
yasak senin düşlerin
dokunamazsın...
birini sevmişsindir geçen yıllarda
açık bir yara gibidir hâlâ
hâlâ ne çok özlersin onu
ağlayamazsın...
yolunda köprüler çürür
sesin, sessizlik sanki bir uğultuda
savurur hayat kül eyler seni
doğrulamazsın!
yapayalnız bir ünlemsin
dünyayı ıslatan şu yağmurlarda
herşey çeker ve iter
anlatamazsın...
yaşam bir ıstaka
gelir vurur işte ömrünün coşkusuna
sesinde çığlıklar boğulur ama
bağıramazsın…
sonra vakt erişir, toprak gülümser sana
upuzun bir ömrün ortasında
ne hayata ne ölüme
yakışamazsın!
yazdırmalısın mezar taşına:
ey hayat, sen şavkı sularda bir dolunaysın
aslında hiç olmadım ben bu oyunda
ömrüm beni yok saysın…
yılmaz odabaşı -
daha o gün anlamalıydım bu ilişkinin yazgısını
takvim tutmazlığını
aramızda bir düşman gibi duran
zaman'ı
daha o gün anlamalıydım
benim sana erken
senin bana geç kaldığını...
murathan mungan