1. selçuk kozağaçlı 26 ocak'ta babasını kaybetti, cenazesine elleri kelepçeli götürüldü, toprak atmak için bile o kelepçeler çıkarılmadı...

    iktidarın bu eziyetleri neden reva gördüğünü tekrar tekrar yazmaya, çizmeye gerek kalmadı sanki... asıl söylenmesi gerekeni selçuk kozağaçlı bir kaç gün önce yazmış, kendisine 'solcu' diyen ama sıraya girmeyenlere, bize:

    BENİ İLGİLENDİRMEZ

    “Bir sabah Akanni’yi alıp götürdüler
    dövdüler pestili çıkıncaya kadar
    Bekleyen bir jipin karnına tıktılar sonra

    Beni ilgilendirmez
    Ağzımın tadını kimse
    Bozmadıkça

    Bir gece geldiler
    Tekmeleyip uyandırdılar evdekileri
    Sürüklediler yaka paça Danladi’yi dışarı
    Haber çıkmadı o günden beri

    Beni ilgilendirmez
    Ağzımın tadını kimse
    Bozmadıkça

    Chinwe işine gitti bir gün
    Ama, öğrenmek için işten kovulduğunu;
    Lekesiz bir fişleme nedeniyle tertemiz bir kovulma

    Beni ilgilendirmez
    Ağzımın tadını kimse
    Bozmadıkça”

    (…)

    1947 doğumlu Nijeryalı (Yoruba) şair Niyi Osundare’nin elinizdeki yazıyla aynı ismi taşıyan şiirinin son kıtasını buraya almadım. (1)

    Ama muhtemelen nakaratı görür görmez siz bir tahminde bulundunuz: “En sonunda seni almaya geldiklerinde görürsün ağzının tadını” türünden biraz da saygısızca bir önyargıyla. Öyle mi? Gelirler mi gerçekten? Daha tarafları bile tanımıyorsunuz. Kim, nereye götürülüyor, kim haklı? Kim ister ağzının tadının bozulmasını? Ayrıca, şiir yazmayı biliyor olması peşinen onun ve arkadaşlarının tarafını tutmamızı gerektirmez. Belki de jiple gelenlerin iyi bir nedeni vardır. Her neyse artık; şiirin devamını merak edenler, bulup okur nasılsa dördüncü kıtayı. Biz, gerçek yaşama dönüp, önyargınızın temeli olan şu ünlü klişenin, yani derin bir bilgelik sergiliyormuş gibi sıkça tekrar edilen sloganın peşine düşelim: “Susma, sustukça sıra sana gelecek.”

    Berlinli eski bir Nazi sempatizanı olan Protestan rahip Martin Niemüller’in, solcular tarafından çiğnenmekten artık tatsız bir sakıza dönüşmüş anlatısı ilk uğraktır genellikle: “Martin, başkaları götürüldüğü sırada hep sustuğu için, sıra ona geldiğinde itiraz edecek kimse kalmamıştı.”

    Tam olarak böyle olduğunu hiç sanmıyorum. Aslında etraftaki milyonlarca Alman, tam da o sırada, günlük işlerinde güçlerindeydiler. Yani, oradaydılar. Tartışmalı bazı rakamlara ve toptancı değerlendirmelere yer vermekle eleştirilse bile Götz Aly (2) “Tedarikçi Diktatörlük” diye adlandırdığı Nazi rejiminde, halkın mutluluğuna dair bir eskizi şöyle çizer: Büyük ölçekli silahlanmaya karşın, henüz iyi giden savaşın sağladığı yağma imkanları nedeniyle vergiler arttırılmamıştı; aile ödenekleri ve yeni evli çift borçlanması gayet başarılıydı; emekli aylıkları yükselmiş ve ülke tarihinde ilk defa emeklilerin hepsi sağlık sigortası kapsamına alınmıştı.

    Yani işin doğrusu “Martin götürülürken itiraz edecek kimse kalmamıştı” değil; “Almanlar oradaydılar ama farklı farklı nedenlerle itiraz etmeyi tercih etmiyorlardı” diye anlatılmalı. Haydi zenginlerin iyi sebepleri vardı diyelim, halk sınıfları böyle bir kıyıma nasıl sessiz kaldı? Bütün kamu kaynakları talan edilmiş, ekonomisi ağır krizdeki yeni sömürge diktatörlüğünüzün, nasıl yoksul halkın büyük kısmını her seçimde ikna edebildiğini gören sizler için; kırklı yılların başında büyük bir emperyal güç olan Almanya şaşırtıcı gelmemeli.

    Kısacası, evet faşizm vardı ama ne herkes mutsuzdu ne de bütün muhalifler hemen gaz odasını boyluyordu. Rahip Niemüller’in işin sonunda götürüldüğü Sachsenhausen Kampı’nda da öylece herkesi öldürüvermediler. (3) Çalışma, toplama ve imha kampları arasında mutlak bir fark vardı. Yüz binlerce insan çalışma ve toplama kamplarından çıkıp yaşama dönebildiler. Bir kıyas yapabilmeniz için; aralarında ünlü Sobibor ve Treblinka’nın da bulunduğu Polonya’daki beş imha kampına sevk edilen iki milyon kişiden ise sadece, toplam seksen yedi kişinin kurtulabildiğini hatırlatayım. (4)

    Demek istediğim, Niemüller de bir çokları gibi temelde en kritik anı “susarak” atlattığı ve elbette Yahudi ve komünist olmadığı için sağ kaldı. Biz de böylece bu ünlü vecizeye sahip olabildik. İşin en kötü tarafı, bu örnekten her söz edildiğinde sizin bu açık gerçeği biraz daha iyi kavrayıp, tutumunuzu pekiştirdiğinizden korkuyorum. Belki de bu hikayenin hatırlatılması artık yasaklanmalı.

    Aslında sıranın gerçekten size gelebileceğinden korkmanız için önce sırada duruyor olmanız gerekir. Yani ikramiye kazanmanın tek yolunun önce bilet almaktan geçmesi gibi. Sadece burada çekilişe “solculuk yaparak” katılıyorsunuz. Bu durumu, geniş halk kitlelerinin faşist rejimle kurduğu kendiliğinden ilişkiyle karıştırmamalısınız. Yoksullar faşist partiye oy verir, liderine tapar, verdiği işte çalışır, çıkardığı savaşta ölür ve siz doğru mücadele ederseniz bir gün şarkılar söyleyerek alaşağı ederler; faşizmin sonsuza dek yaşayacağına inandığı her şeyi. Bunlar çekilişsiz, kurasız olur. Oysa benim burada ilgimi çeken; bir sosyalist, solcu, demokrat, cumhuriyetçi veya anti-faşist bir muhalif olarak sizin faşizmle ilişkiniz. Hatta daha da açıkçasını isterseniz, “sıra size gelecek” korkutmacasının tam olarak ne zaman ve niye üzerinizdeki bütün etkisini kaybettiğini inceliyorum denebilir.

    “Sırada olmak, sıraya girmek, sırası gelmek, sırada beklemek.” sonunda sıra dayağı, hapis, hatta sıra sıra servilerin altı olabileceği düşünüldüğünde, gerçekten de iştah açıcı durmuyor. Ama sadece bu değil. Ne kadar solcu da olsa, çağdaş küçük burjuva öznenin egosu sıradan hiçbir şeye istekli değil. Geçtik ödenecek bedelden sakınılmasını, yapılacak iş hiç de albenili, biricik, kişiselleşmiş, size özel gibi bir his yaratmıyor. Faşizme karşı mücadele eden, ölen, hapis yatan, işinden, mesleğinden, ailesinden olan bu sıra neferlerinin tarihe verdiği fotoğrafın, yeteri kadar “beğeni” almadan “zaman tünelinde” kaybolup gideceğinden korkuyorsunuz. Ama haksızlık etmeyelim, hepsinden önemlisi, yeterince uzun susar ve ayağa dolaşmazsanız, sıra size gelmeden atlatabileceğinizi kavrayacak kadar kafanız çalışıyor. Uyarının ve rahatlamanın kaynağı aynı; önce sağ atlatalım biz de Martin gibi, gerisini değerlendiririz.

    O zaman, şimdi size bu tarihsel anekdot için üçüncü bir okuma daha yapayım. Madem ağzımız bu kadar alıştı ve yasaklayamıyoruz bari işe yarasın. Soru şu: Niye zekanıza haksızlık edip hâlâ “sıra size gelecek” tehdidiyle sizi korkutmaya veya siyasi ahlak dersi vermeye heves ediyoruz? İlk cevap sorunun niye sizinle konuşuyoruz kısmına; çünkü “solcuyuz” diyorsunuz. Bu beyan bizdeki aynı aileden, kültürden, ahlaktan geliyor olabileceğimiz umudunu tahrik ediyor. Faşizme karşı güçlü, büyük bir mücadele hattı örmeye çalışıyoruz. Bırakın solcuyu, bütün anti-faşistlere sesleniyoruz bu yüzden. Ama susuyorsunuz.

    İkinci cevap, gelmediğinizi ve belki de artık gelmeye niyetiniz olmadığını kavramış olmamıza rağmen niye “hâlâ” seslendiğimiz sorusuna: çünkü galiba Ezop’a benziyoruz. Bilinen Ezop kıssalarının neredeyse hepsinde; kendini beğenmiş, vurdumduymaz, uyanık kahraman; ıstırap ve aşağılanmayla korkutularak ahlak dersi alıyor gibidir. Öğütler şaibeli, cezalar hızlı ve acımasızdır ki ölüme kadar varır. Şöyle düşünmüş olabilirsiniz: “Ezop, toplumun daha ahlaklı olması için hazırladığı bu öykülerle insanları doğru yola getirmeye çalışır.” Ve bence yanılmış olursunuz. Aynı bizim “hemen şimdi solculuk yapmaya başlamazsanız sıra size gelecek” diye sizi korkutup bir şey yaptırmaya çalıştığımızı düşünerek yanıldığınız gibi. Bunu konuştuk; utandırılarak siyasi ahlak dersi almayacak kadar zeki olduğunuzun ve uyarıdan korkmadığınızın farkındayız. Bu, Ezop’un da gayet iyi bildiği bir histi. İnsanları tanıyordu. Köleydi, çok eziyet ve yoksulluk çekmiş, ilerlemiş yaşında hırsızlık suçlamasıyla öldürülmüştü. Yani onları yazarken kimseyi doğru yola getirmeye falan heveslendiği yoktu. Kendisine yetecek kadar kötü deneyime sahip olduğu iki yüzlü insanlık hallerini alayla ve iğrenerek izliyordu. Acımasız öyküleri, ahlak tavsiyesinden ziyade tiksintinin bastırılmasına benzer. Ezop masal yazmaz. İnsan bunların yetişkinlere özel olduğunu bilip çocuklardan uzak tutmalıdır.

    Haksızlık ettiğimi düşünenlere; bu meseleyi benden çok daha derin hissetmiş ve başarılı anlatmış bir tanık göstereceğim. Diego Velasquez’in (1599-1660) “Ayaktaki Yaşlı Ezop” tablosuna alıcı gözle bir bakın. Muhtemelen servet değerinde olup, satılık da olmadığı için, alıcısı olacağınız şey tablo değil Ezop’un bakışıdır. Onun da size baktığını düşünerek odaklanın; insana bakar, bütün o uyarıların, çağrıların ve ahlaki korkutmacaların muhatabı olan size. Hakkınızda ne düşünüyor olabileceğini merak ederek siz de ona bakın.

    Haydi itiraf edelim. Hayır. Sıra çok büyük ihtimalle size gelmeyecek. Görseli buldunuz mu internetten? İhtiyar size “anlayışla” bakarken ben de konuşmaya devam edeyim; aslında korkmadığınızın hatta sırada bile olmadığınızın farkındayım. Sizin meseleniz; “Acaba şu çömeldiğim yerden hem ısırılmamayı hem de bana solcu denmeye devam edilmesini becerebilir miyim?” En azından farkında olduğumuzu bilmek ve ne hissettiğimizi tahmin etmek için, tabloya bakmayı bırakmayın. Madem faşizme karşı parmağınızı kıpırdatmadan “solcu görünmeyi” ve zor günleri kalıcı bir hasar almadan atlatabilmek için “sıradan çıkmayı” göze aldınız, hiç değilse göz göze ayrılalım.

    Ama bitmedi. Her şeye rağmen; küçük, “sıra dışı” bir ihtimal de olsa, sıra gerçekten size gelebilir. Faşizm bu, tamamen yenilinceye kadar vereceği toplam zararı şimdiden ölçemiyoruz. Çok endişelenmeyin. Muhtemelen o kadar geç gelecektir ki sıranız, siz de Niemüller gibi hem vartayı atlatıp hem de yeni bir kaç vecize bulmuş olarak solcuların sofrasına döneceksinizdir. Sizi ağustos böceğini paylayan acımasız karınca gibi değil, Hektor’un cömert sözleriyle karşılayacak sağ kalanlarımız:

    “Nefret ediyorum sonradan yardıma gelen dostlardan
    Fakat madem ki geldi, müttefik olarak değil,
    misafir olarak katılsın masaya. “ (5)

    “Bırak şimdi Yunan masalını, şiirini, şu ihtimali bir netleştirelim. Bana sıra gelir mi, gelmez mi diyorsun” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Bu haliyle bir cevap yok, çünkü soru yanlış. Ama küçük bir değerlendirmeden sonra, doğru soruyu bulmanızı sağlayabilirim.

    Gertrude Stein, yeni (mitik) romantizmden bahsederken, artık “yapma”nın değil “olma”nın önemli olduğunu söyler: “İnsanlar artık olaylarla ilgilenmiyorlar, varoluşlarla ilgileniyorlar.” Fischer tam da bununla ilgili uyarır hepimizi: “Yapmak devrimseldir, olmak dural.” (6) Başka bir deyişle, eylemle var olan, bizzat dahil olabileceğimiz kurucu hareketi yaratmak, mücadele etmek, solculuk “yapmak” yerine; sosyal medya hesaplarınızın mitik-romantik durum bildirimi: solcu “olmak”. Sizi bir yandan atalete gömüp, diğer yandan iyi niyetle veya ahlaksızca hala kendinizi solcu hissettiren şey işte bundan ibaret. Sizin için doğru soru “sıra bana gelecek mi?” değil, “bir şey yapmadan, bir şey olabilir miyim?” sorusudur.

    Aslında bunun mümkün olabileceğini düşünenler bulunduğunu söylemeliyim. Elbette bunu düşünebilmek için öncelikle insan aklının, iradesinin, arzusunun ve dünyayı kavrama yollarının anlamlı bir bütünlük oluşturamayacağını savunmak gerekir. Din ve sosyalizm fark etmez. Bu fikir, insan eylemine olan inancı yitirmek demektir. Yahut, ağır bir kuşku ve endişe ile karşılamak. İlk gösterim için hazırlanan afişlerinde: “ Bu oyunda hiç bir şey olmuyor, hem de iki kere.” sloganıyla tanıtılan “Godot’yu Beklerken” herhalde en tanınmış semboldür. Diğer oyunları ve şiirleri birlikte düşünüldüğünde, Samuel Beckett’in, insanın kurtuluşuna dair tarihsel eyleme inançsızlığı sayesinde, bizim için “ hiç bir şey yapmadan bir şey olmanın” en çıplak ve çirkin halini sahneye koyabildiğini anlarız. Bu Beckett’in önerisi değil, gördüğüdür. Ama bir eleştiriden çok, onun aklında da Ezop’un bakışlarındaki tiksinme parıltısını yakalarız.

    Beckett için insan sürekli bir tereddüt halidir. Mevcut hareketsizliğine son verecek bir “eylem” ihtimaline karşı çaresiz bir kayıtsızlık hisseder. Kurtuluş var mı? Harold Bloom, Beckett’in “en sevdiğim” dediği Augustinus alıntısını paylaşır:

    “Umutsuzluğa kapılma, hırsızlardan biri kurtuldu
    Kurtulurum sanma, hırsızlardan biri lanetlendi.” (7)

    Augustinus’un aynı anda umut vermek ve korkutmak için kullanmaya çalıştığı bu İncil öyküsünde; Beckett muhtemelen (8) ne umut ne de uyarı görür. Bu ikilem sadece çaresiz bir kıpırtısızlık yaratacaktır. Yani hayır, kurtuluş yoktur.

    Beni ilgilendiren tabii ki harekete geçerek ruhlarınızı kurtarıp kurtaramayacığınız değil. Daha çok “solculuğunuzla” ilgileniyorum. Yani hala ortak bir kültürün, ahlakın, siyasal eylem imkanının insanları olmaya devam edip etmediğimizi ölçmeye çalışıyorum. Ama suskunluğunuz etrafında yaratmaya çalıştığınız “gizem” gün geçtikçe işimi zorlaştırıyor. Osundare’den yirmi yaş daha genç bir başka Nijeryalı şairin endişelendiği gibi:

    “Ahlakın liflerini ayıran gizem
    Aşındırıyor ortak namus çabalarını” (9)

    İşten atılıyoruz. Sırtımızda yakalama kararları, tepemizde renkli listeler sallanıyor, hapisteyiz, öldürülüyoruz. Susuyorsunuz. Sustukça sıra size gelir mi? Gerçekten bilmiyorum. Bildiğim böyle giderse, bizi bir arada tutan “ahlakın lifleri” iyice ayrılacak. Bir gün, artık bize, yani sola ait olmaktan çıktığınızda, sorunuza daha sade bir cevap vereceğim; sustukça sıra size gelir mi: Beni ilgilendirmez.

    kaynak: gazeteduvar
    mesut