1. osmanlı şiirinin son büyük temsilcisi kabul edilen, mevlevi şair.

    24 yaşında divan tertip edip, 26 yaşında hüsn ü aşk gibi bir şaheser vücuda getirmiştir. üstelik de sadece 6 ay gibi kısa bir sürede.

    3. selim döneminde yenikapı mevlevihanesi şeyhi olur. şair ve bestekar 3. selim'le aralarında özel bir yakınlık vardır. sık sık saraya gidip gelir. ıslahatlarda padişahı destekler, ona çok sayıda kaside yazar. yakışıklı, giyimine de dikkat eden genç şeyhin, sultanın kız kardeşi beyhan sultan'ın da kalbini çaldığına dair dedikodular vardır.

    çok genç yaşta ölür. naaşını yıkayan babası "oğulcuğum siyah sakallarına bu beyaz kefen hiç yakışmadı!" diye sitem eder. (bkz: babalar evlatlarını gömmemeli)

    galib dede birdenbire ölür. hiçbir hastalığı yoktur. ölümüne dair çeşitli rivayetler varsa da ortak kanaat bir saygısızlığa çok içerleyip üzüldüğü yönündedir. şüphesiz esrar dede'nin ansızın ölümü de onu derinden sarsmıştı.

    sağlığındayken sürekli şeyhe sataşan şair sürurî, vefatından sonra galib dede için hazin bir mersiye yazıp tarih düşürür: geçdi gâlib dede cândan yâ hû

    şeyh galib sıradan bir şair değil, bir dehadır. aruzu, dili kullanımı, ebcedle tarihi göndermeler, derin anlamlar, imgeler... onun yazabildiklerini idrak edebilmek bile yüksek bir zeka ve kültür gerektiriyor.

    hüsn ü aşk'ta geçen bir tardiye'sinin son bendi şöyle:

    dil hayret-i gamla lâl kaldı
    gâlib gibi bî-mecâl kaldı
    gönderdiğim arz-ı hâl kaldı
    el-ân bir ihtimâl kaldı
    insâfın o yerde nâmı yok mu

    bu da çok güzel şiirlerinden:

    Fâriğ olmam eylesen yüz bin cefâ sevdim seni
    Böyle yazmış alnıma kilk-i kazâ sevdim seni
    Ben bu sözden dönmezem devr eyledikçe nüh felek
    Şâhid olsun aşkıma arz u semâ sevdim seni

    Bend-i peyvend-i dilim ebrû-yı gaddârındadır
    Rişte-i cem’iyyetim zülf-i siyeh-kârındadır
    Hastayım ümmîd-i sıhhat çeşm-i bîmârındadır
    Bir devâsız derde oldum mübtelâ sevdim seni

    Ey hilâl-ebrû dilin meyli sanadır doğrusu
    Sûy-i mihrâba nigâhım kec-edâdır doğrusu
    Râ kaşından inhirâf etsem riyâdır doğrusu
    Yâ savâb olmuş veya olmuş hatâ sevdim seni

    Bî-gubârım hasret-i hattınla hâk olsam yine
    Sıhhatim rûh-i lebindendir helâk olsam yine
    Tîğ-i gamzenden kesilmem çâk çâk olsam yine
    Hâsılı beyhûde cevr etme bana sevdim seni

    Gâlib-i dîvâneyim Ferhâd u Mecnûn’a salâ
    Yüz çevirmem olsa dünya bir yana ben bir yana
    Şem’ine pervâneyim pervâ ne lâzımdır bana
    Anlasın bîgâne bilsin âşinâ sevdim seni

    divane galib'im, ferhad ve mecnun'a selam olsun. dünya bir yana ben bir yana olsam senden yine yüz çevirmem, vazgeçmem. aşkının mumuna kelebek oldum, perva, korku bende ne arar? bilen bilsin, bilmeyen öğrensin sevdim seni.)

    bu da bestelenmişi:

    https://www.youtube.com/watch?v=QUIi_86A_pU
  2. zannetme ki şöyle böyle bir söz
    gel sen dahi söyle böyle bir söz.

    sözüne sahip 18. yüzyıl da yaşamış sehli mümteni ustasıdır.
  3. akşam akşam aklıma düştü, yazasım geldi. meşhur bir müseddesinin ilk bendi:

    tedbîrini terk eyle, takdir hudâ’nındır
    sen yoksun o benlikler hep vehm ü gümânındır
    birdenbire bul aşkı bu tuhfe bulanındır
    devrân olalı devrân erbâb‐ı safânındır
    âşıkta keder neyler gam halk‐ı cihânındır
    koyma kadehi elden söz pir‐i mugân’ındır

    (tedbirini terk et, hüküm allah'ındır. sen yoksun, ben zannettiklerin aslında hayal ve kuruntudan ibarettir. dünya dönmeye başladığı günden beri safa, keyif sahiplerinindir. aşıkta keder ne arar, gam sıradan insanlar içindir. kadehi elden bırakma, söz artık meyhanecidedir.)

    meyhâneyi seyrettim uşşâka matâf olmuş
    teklîf ü tekellüften sükkânı muâf olmuş
    bir neş’e gelip meclis bî-havf u hilâf olmuş
    gam sohbeti yâd olmaz, meşrepleri sâf olmuş
    âşıkta keder neyler gam halk‐ı cihânındır
    koyma kadehi elden söz pir‐i mugân’ındır

    ey dil sen o dildâre lâyık mı değilsin ya
    dâvâyı muhabbette sâdık mı değilsin ya
    özrü nedir azrâ’nın vâmık mı değilsin ya
    bu gâm ne gezer sende âşık mı değilsin ya
    âşıkta keder neyler gam halk‐ı cihânındır
    koyma kadehi elden söz pir‐i mugân’ındır

    mahzun idi bir gün dil meyhâne‐i mânâ’da
    inkâra döşenmiştim efkâr düşüp yâda
    bir pir gelip nâgâh pend etti alel‐âda
    al destine bir bâde derd u gamı ver bâda
    âşıkta keder neyler gam halk‐ı cihânındır
    koyma kadehi elden söz pir‐i mugân’ındır

    bir bâde çek, efzûn kap mecliste zeber‐dest ol
    atma ayağın taşra meyhânede pâ‐best ol
    alçağa akar sular, pay‐i hümâ düş mest ol
    pür çûş olayım dersen gâlib gibi ser‐mest ol
    aşıkta keder neyler gam halk‐ı cihânındır
    koyma kadehi elden söz pir‐i mugân’ındır
  4. şeyh galip, divan edebiyatının son büyük şairi olarak adlandırılır. edebiyatımızda kendisine etki eden en büyük isim mevlana'dır. mesnevi'yi 11 kez okumuştur. öte yandan şiirlerinde fuzûlî, nedim, nâbi, nâ'ilî gibi değerli şairleri yansıtan ögeler de görülmektedir.

    sebk-i hindi akımına bağlılığı sebebiyle şiirleri semboller ve benzetmeler üzerine kuruludur. bu yüzden şeyh galib'in hayal dünyasını çözebilmek her yiğidin harcı değildir. kurduğu bu semboller ve benzetmeler, divan edebiyatında önceden kullanılandan değildir. galib, tamamen yeni ve farklı mazmunlar kurmayı denemiştir.

    kendisinin en önemli eseri, hüsn ü aşk mesnevisidir. ziya paşa, bu eserin edebiyatımızdaki önemini şu mısrayla belirtir: “gelmişdir o şâir-i yegâne / gûyâ bu kitâb içün cihâne”

    çok genç yaşta ölen şeyh galip'in evlenip evlenmediği konusu kesinlik kazanamamıştır. bazı kaynaklar onun evlendiğini bir kız olmak üzere üç tane çocuğu olduğunu belirtirler. galip'in mizaç olarak hassas, ince, nazik, neşeli ve şakacı olduğu da rivayet edilir.

    kullandığı dil genellikle süslü, şiirleri yabancı kelimeler ve uzun tamlamalarla doludur. ancak sade türkçe ile yazdığı şarkıları da bulunmaktadır. en sevdiğim örneklerinden birisi:

    ey nihâl-i işve bir nev-res fidânımsın benim
    gördüğüm günden beri hâtır-nişânımsın benim
    ben ne hâcet kim diyem rûh-ı revânımsın benim
    gizlesem de âşikâr etsem de cânımsın benim.

    derd-i aşkın ben senin bihûde izhâr eylemem
    lâf edip âh u enini kendime kâr eylemem
    hasılı âlem bilir bu sırrı inkâr eylemem
    gizlesem de âşikâr etsem de cânımsın benim.

    ey gül-i bâğ-ı vefâ mâlûmun olsun bu senin
    hâr-ı cevrinle şehâ terkeylemem pîrâhenin
    ölme var ayrılma yokdur öyle tutdum dâmenin
    gizlesem de âşikâr etsem de cânımsın benim.

    gâhî inkâr eyleyip gâhî dönüp ikrârdan
    aksîni seyreylerim âyînede dîvârdan
    gerçi bu sûretle pinhân eylerim ağyârdan
    gizlesem de âşikâr etsem de cânımsın benim.

    beste kıldım saz-ı efkârı o zülf-i sünbüle
    oldu gâlib perde-i âhım mûhâyyer sünbüle
    herçi bâd-abâd bağlandım hevâ-yı kâküle
    gizlesem de âşikâr etsem de cânımsın benim.
  5. beyitlerini okuyan kişiyi etki altına alan divan şairidir.

    müsemmenden bir parça:

    sendedir mahzen-i esrar-ı muhabbet sende
    sendedir maden-i envar-ı fütuvvet sende
    gizli gizli dahi vardır nice halet sende
    marifet sende hüner sende hakikat sende
    nazar etsen yer ü gök düzah u cennet sende
    arş u kürsi ü melek sendedir elbet sende

    hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen
    merdüm-i dide-i ekvan olan ademsin sen


    aşk hazinesinin sırları sende, yiğitliğin madeni sende, gizli gizli daha ne haller bulunur sende. marifet, hüner ve hakikat sende. bir baksan yer ile gök, cennet ve cehennem, ilahi makamlar ve melekler de sende.

    kendine hoşça bak, sen kainatın özüsün. varlıkların göz bebeği olan insansın sen.
  6. geçtiğimiz günlerde fuzuli hazretlerinin bir beytini açıklamaya çalışmıştım. (bkz: http://youreads.net/yorum/192863) şeyh galib'in de böyle bir beytini yorumlamak o zamandan beri aklımda. kısmet şimdiyeymiş.

    Öncelikle bu beyti açıklamak ne benim ne başkalarının harcı. Rahmetli Ali Nihad Tarlan Hoca şerh etmiş. ben sadece eski edebiyat hocamızın derste bize aktardığı şerhin bir parçasını aktarmaya çalışacağım. Tabii aradan 7 yıl kadar süre geçtiği için eksiklerim olabilir.

    Beyit şu:

    Mûy-ı sefîd subh-ı nişaburî-ı raşedir
    Cûş-ı şarâb-ı lal-i sirişkin de çağı var

    Normalde lafı uzatmak istemiyorum ama Ali Nihad Hocanın büyüklüğüne işaret etmek gerekiyor. İlk kelime olan mûy, çoğu el yazması nüshada bûy olarak yazılmış. Bûy-ı sefîd beyaz koku demek. Çok soyut bir ifade. Hoca, o dönem şiiri için böyle bir ifadenin olmasını garipsiyor ve başka el yazmalarına ulaşıyor. Nihayet aslında kelimenin bûy değil mûy yani saç teli olarak yazıldığı nüshaları görüyor. Beyit şu anlama geliyor: “beyaz saç teli, nişabur sabahının titremesidir. Şarap gibi kanlı gözyaşlarının coşmasının da zamanı var.”
    Muy-ı sefid: beyaz saç teli; ihtiyarlığı, ölümü çağrıştırır.
    Subh-ı nişabur-ı raşe: Nişabur, İran’da bir kent. Eskiden dünyanın en revaçta olan şehirlerindenmiş. Depremleriyle ünlüdür, bizim Erzincan gibi. Tarihinde 3 büyük deprem görmüş bu şehir ve tamamen haritadan silinmiş. Malum depremin en yıkıcı zamanı sabaha karşı, herkesin uykuda olduğu zamanlardır. En çok can kaybı böyle depremlerde yaşanır.

    Cuş-ı şarab-ı lal-i sirişk: şarap gibi kırmızı renkli gözyaşının coşması. La’l ,kırmızı yakuttur. Türkistan, İran civarından (Nişabur da İran’da) çıkar. Magma tabakasının katılaşıp volkan ve depremlerle yeryüzüne çıkmasıyla oluştuğuna inanılır. Lal ve şarap renkleri dolayısıyla bazen birbirine bazen de kana benzetilir. İnsan derin üzüntülere boğulduğunda ağlamaktan harap olup göz pınarlarından kan akıtır diye inanılır. Burada da lal rengi yani kanlı gözyaşlarının seller gibi akmasına sebep olan bir durumdan bahsediliyor.

    Artık şairin Nişabur depremlerinden bahsettiği aşikâr ama kullandığı kelimeler sıradan, rastgele kelimeler mi? Hoca, klasik edebiyatta tarih düşürme geleneğini iyi bildiğinden beyti ebced yönünden inceliyor. “Cuş-ı şarab-ı lal-i sirişk” ibaresine bakıyor, önce eline bir tarih geçmiyor. Sonra cuş-ı şarab (şarabın coşması), şarab-ı lal (lal rengi şarab), lal-i sirişk (lal rengi gözyaşı) olarak 3 ayrı tamlama olduğunu görüyor. Bu tamlamalara baktığındaysa yukarıda bahsettiğim nişabur’u haritadan silen o 3 büyük depremin tarihi ortaya çıkıyor! Yani şair bir tamlama içine 3 ayrı depremin tarihini saklamış.

    Olay bununla da bitmiyor. Lal kelimesi de özenle seçilmiş. Lalin depremler, volkanik hareketler vesilesiyle yeryüzüne çıktığına inanılıyor demiştik. Şair buradan kur’an-ı Kerim’e, zilzal yani zelzele-deprem suresine atıf yapıyor. Bu sure kıyametten bahsediyor (sana sesleniyorum atayist kardeşim). “yer şiddetle sarsıldığı zaman ve içindeki cevheri dışarı saçtığı zaman…” sarsıldığı yani titrediği ve içindeki cevheri yani lali dışarı çıkardığı zaman…

    Bir beyit içine Nişabur, Nişabur tarihi, ölüm, deprem, depremin yaşattığı acılar, ebced, kur’an sığdırmak… Üstelik bunu yaparken aruza, estetiğe bağlı kalmak… bu beyti anlayabilmek için bile tonlarca kitap okumak gerekirken böyle bir beyit yazabilmek… dehanın tanımı budur bana göre.

    Biz hala klasik şiiri anlamıyoruz. O şiirleri şerh edebilen birkaç kişi var, diğer profesör tayfasıysa büyük hocaların yaptığı açıklamaları verip geçiyor. İnanıyorum ki bunlar gibi yüzlerce, binlerce beyit var, sadece biz göremiyoruz.
  7. eğer desem ki hevalar açıldı geldi behar
    murad oldur ki benimle mahabbet eyledi yar
    ya söylesem ki çemen goncelerle doldu
    odur garez ki tebesümle söyledi dildar