1. geçtiğimiz günlerde fuzuli hazretlerinin bir beytini açıklamaya çalışmıştım. (bkz: http://youreads.net/yorum/192863) şeyh galib'in de böyle bir beytini yorumlamak o zamandan beri aklımda. kısmet şimdiyeymiş.

    Öncelikle bu beyti açıklamak ne benim ne başkalarının harcı. Rahmetli Ali Nihad Tarlan Hoca şerh etmiş. ben sadece eski edebiyat hocamızın derste bize aktardığı şerhin bir parçasını aktarmaya çalışacağım. Tabii aradan 7 yıl kadar süre geçtiği için eksiklerim olabilir.

    Beyit şu:

    Mûy-ı sefîd subh-ı nişaburî-ı raşedir
    Cûş-ı şarâb-ı lal-i sirişkin de çağı var

    Normalde lafı uzatmak istemiyorum ama Ali Nihad Hocanın büyüklüğüne işaret etmek gerekiyor. İlk kelime olan mûy, çoğu el yazması nüshada bûy olarak yazılmış. Bûy-ı sefîd beyaz koku demek. Çok soyut bir ifade. Hoca, o dönem şiiri için böyle bir ifadenin olmasını garipsiyor ve başka el yazmalarına ulaşıyor. Nihayet aslında kelimenin bûy değil mûy yani saç teli olarak yazıldığı nüshaları görüyor. Beyit şu anlama geliyor: “beyaz saç teli, nişabur sabahının titremesidir. Şarap gibi kanlı gözyaşlarının coşmasının da zamanı var.”
    Muy-ı sefid: beyaz saç teli; ihtiyarlığı, ölümü çağrıştırır.
    Subh-ı nişabur-ı raşe: Nişabur, İran’da bir kent. Eskiden dünyanın en revaçta olan şehirlerindenmiş. Depremleriyle ünlüdür, bizim Erzincan gibi. Tarihinde 3 büyük deprem görmüş bu şehir ve tamamen haritadan silinmiş. Malum depremin en yıkıcı zamanı sabaha karşı, herkesin uykuda olduğu zamanlardır. En çok can kaybı böyle depremlerde yaşanır.

    Cuş-ı şarab-ı lal-i sirişk: şarap gibi kırmızı renkli gözyaşının coşması. La’l ,kırmızı yakuttur. Türkistan, İran civarından (Nişabur da İran’da) çıkar. Magma tabakasının katılaşıp volkan ve depremlerle yeryüzüne çıkmasıyla oluştuğuna inanılır. Lal ve şarap renkleri dolayısıyla bazen birbirine bazen de kana benzetilir. İnsan derin üzüntülere boğulduğunda ağlamaktan harap olup göz pınarlarından kan akıtır diye inanılır. Burada da lal rengi yani kanlı gözyaşlarının seller gibi akmasına sebep olan bir durumdan bahsediliyor.

    Artık şairin Nişabur depremlerinden bahsettiği aşikâr ama kullandığı kelimeler sıradan, rastgele kelimeler mi? Hoca, klasik edebiyatta tarih düşürme geleneğini iyi bildiğinden beyti ebced yönünden inceliyor. “Cuş-ı şarab-ı lal-i sirişk” ibaresine bakıyor, önce eline bir tarih geçmiyor. Sonra cuş-ı şarab (şarabın coşması), şarab-ı lal (lal rengi şarab), lal-i sirişk (lal rengi gözyaşı) olarak 3 ayrı tamlama olduğunu görüyor. Bu tamlamalara baktığındaysa yukarıda bahsettiğim nişabur’u haritadan silen o 3 büyük depremin tarihi ortaya çıkıyor! Yani şair bir tamlama içine 3 ayrı depremin tarihini saklamış.

    Olay bununla da bitmiyor. Lal kelimesi de özenle seçilmiş. Lalin depremler, volkanik hareketler vesilesiyle yeryüzüne çıktığına inanılıyor demiştik. Şair buradan kur’an-ı Kerim’e, zilzal yani zelzele-deprem suresine atıf yapıyor. Bu sure kıyametten bahsediyor (sana sesleniyorum atayist kardeşim). “yer şiddetle sarsıldığı zaman ve içindeki cevheri dışarı saçtığı zaman…” sarsıldığı yani titrediği ve içindeki cevheri yani lali dışarı çıkardığı zaman…

    Bir beyit içine Nişabur, Nişabur tarihi, ölüm, deprem, depremin yaşattığı acılar, ebced, kur’an sığdırmak… Üstelik bunu yaparken aruza, estetiğe bağlı kalmak… bu beyti anlayabilmek için bile tonlarca kitap okumak gerekirken böyle bir beyit yazabilmek… dehanın tanımı budur bana göre.

    Biz hala klasik şiiri anlamıyoruz. O şiirleri şerh edebilen birkaç kişi var, diğer profesör tayfasıysa büyük hocaların yaptığı açıklamaları verip geçiyor. İnanıyorum ki bunlar gibi yüzlerce, binlerce beyit var, sadece biz göremiyoruz.