• okudum
    • okuyorum
    • okumak istiyorum
  • youreads puanı (5.00)
sputnik sevgilim - haruki murakami
sen benim bir parçamsın... ben âşık oldum. şüphe yok. buz soğuktur, gül kırmızı. ve bu aşk beni sürükleyip bir yerlere götürmeye çalışıyor; öyle güçlü bir akıntı ki ondan kendimi korumam neredeyse olanaksız. ama artık dönüş yok. kendimi bu akıntıya bırakmak dışında bir şey yapamam. yanıp kül olsam da, yok olup gitsem de. japonya'dan bir yunan adasına uzanan, üç kişiyi birbirine kenetleyen büyüleyici bir aşkın hikâyesi. haruki murakami'den düşlerinize sızacak bir roman...
(tanıtım bülteninden)


  1. kitap yarısına kadar güzel, sürükleyici bir aşk hikayesi ama murakami'nin tarzından biraz uzak gelmişti bana. o tuhaf, rüyamsı, fantastik denebilecek öğeler olmasına rağmen tamamen olağan hissettiren, sınırların geçişken hale geldiği tarzı ikinci yarısında görülüyor. içinde kaybolunacak kadar sembolizme de kaymadan ama gözle görünenin ötesinde bir şeyler olduğunu hissettiren akıcı bir murakami kitabı.
  2. haruki murakaminin yeni eseri.

    en başta çok güzel bir isme sahip olduğunu belirtmek gerek. her murakami kitabı gibi.
  3. not: yazı içinde bazen belli-belirsiz, bazen açıkça kitap içindeki olaylardan hatta kitabın sonundan bahsedeceğim. bunları özellikle ayıklayıp spoiler butonu koyamayacağımdan hepsini spoiler çerçevesine almaktansa yorumun başına, böyle bir not koymayı uygun gördüm.

    okuduğum ilk haruki kitabı olan 'uyku'dan sonra "kitabın sonu yok?!" serzenişlerimi buraya aktarmıştım hatırlayanlar olursa. dergi kapaklarında reklamı sürekli gözüme çarpan bu romanı, tesadüfen kütüphane masasında başıboş bir halde görmeden önce okuma niyetinde olduğum söylenemezdi. 'methinizi çok duymuştum efendim' diyerek yüz yüze görüştükten sonra bana anlatacaklarını merakla dinlemeye başldım. ancak bu sefer temkinliydim, biliyorum hikayeniz çok akıcı ve ilgi çekici olsa da sonunu yine kendinize saklayacaksınız. bu yüzden kızmayacağım demiştim lakin kitabın sonunda, iyi ki bütün soruların cevabını alamadım diyeceğim aklımın ucuna bile gelmezdi. 'uyku'dan sonra ne değişti de artık yarım bırakılmış kitapları daha gerçekçi bulmaya başladım bilmiyorum. sanırım ben de bir şeyleri yarım bıraktım, sorduğum sorulara cevaplar bulamadığım gibi iz sürmekten yoruldum ve bilinmezliğe teslim oldum. zaten hangimiz bir polisiye romanın son 5 sayfasındaki gibi bütün soruların cevabını açığa çıkartıp bütün merakımızı gideriyoruz yaşadığımız olaylar karşısında? katilin uşak olduğunu öğrensek de cinayetin gerçek nedeni çoğu zaman gizli kalıyor değil mi? en nihayetinde her ölüm bir yarım bırakıştır ve böylece hayat da yarım bırakılmadan sonlandırılamaz. hatta yarım olarak nitelendirilebilecek kadar bile yaşayabildiysek çok şükür... yani o kadar çok şey yarım ki, bittiğinde kafanızda soru işareti bırakmayan bir kitap ancak günlük hayatta deneyimleyemediğimiz tamamlanmışlık hazzını okuyucuya yaşatmak için basılmış bir meditasyon seansı olabilir. kitapta havucun anahtarı neden çaldığını, myu'nun gördüğü şeylerin gerçek olup olmadığını, sumire'nin neden gittiğini ve niçin geri geldiğini bilmiyoruz. hatta kitabın sonunda döndüğüne inanmakta bile zorlanıyoruz, en azından beni çok tereddütte bırakmıştı. velhasıl kelam, konu kitap değildi sanırım, biz değiştikçe kitaplar da değişiyormuş.


    not: işbu girdi, aylardır taslak halinde duruyormuş. yollamama nedenimse büyük ihtimalle uzun cümlelerde anlatım bozuklukları olup olmadığını denetlerken sıkılmış olmamdır. o yüzden ilk taşı yanlışsız olanınız atsın.
  4. okuduğum ilk haruki murakami kitabı. yazarı ve tarzını bilmediğim gibi, hiçbir beklentim de yoktu elime aldığımda. anlatımına (burada çevirmeni ali volkan erdemir'e de saygılar sunarım) hayran kaldım ve büyük bir keyifle okumaya başladım. ancak kitabın bir noktasında işin içine "fantastik" diyebileceğim olaylar girince hayal kırıklığı oldu. ne olay örgüsünden, ne anlatımdan böyle bir ipucu görememiştim çünkü. kitabı okuyup bitirdim ama hep gerçekçi bir açıklama bekleyerek.
    başta beklentilerimi doğru kursam daha çok tat alacağım bir kitap olurdu.
  5. -şu an okuduğum kitabın karakterine benziyorsun.

    -onunla konuşuyormuşum gibi hissettim. oku, bence kendin yazmışsın gibi hissedeceksin.

    bu cümlelerin sahibi arkadaşımla tanışmamızın üzerinden on- onbeş gün geçmişti ve o sırada günlük meşguliyetler, kitaplar hakkında konuşuyorduk.

    sonra isteğim üzerine okumam için ödünç verdi. konusunu da biraz farklı bir aşkla ilgili diye kısaca özetlemişti. kitapta ki aşkı farklı yapansa iki kadın karakterden sumire’nin myu ‘ya âşık olması, aynı zamanda anlatıcı olan k. nın ise sumire ye aşık olması.

    kitabın anlatıcısı olan karaktere benzetilmemden kaynaklı merakımın üzerine aynı akşam kitaba başladım. doğal olarak kitabın ilk sayfasından itibaren anlatıcıyla olan benzerliklerimi, kitapta ki beni bulmak için sayfaları çevirdim. okudukça anlatıcının “şimdi biraz kendimden söz edeyim.” diye başladığı bölüme geldim. bu bölümde bulunan iki paragraf benim için kitabın en iyi kısmıydı:

    “ancak ne zaman kendimden söz etmeye başlasam aklım karışır: “ben kimim?” varoluşsal sorusuyla kaçınılmaz şekilde klasik paradoksun ayaklandığını hissederim. diğer bir deyişle, sade bir bilgi birikimi üzerinden söylersem, benim hakkımda benden daha fazlasını anlatabilecek birisi bu dünyanın hiçbir yerinde yok. ancak ben kendimi anlatırken, anlatılan ‘benin’ bazı özellikleri kaçınılmaz olarak anlatıcı ben tarafından –değer yargısı, algı derecesi, gözlem yeteneği, çeşitli gerçekçi çıkarımlar açısından- seçilip ayıklanacak. öyle olunca da, anlatılan “ben” aslında ne kadar nesnel gerçekliği yansıtacak acaba? buna çok takılıyorum. aslında çok eskiden beri aklımı kurcalıyor da diyebilirim.
    ne var ki, dünyada ki pek çok insan böyle bir korku ya da endişeyi neredeyse hiç hissetmiyor gibi. yeri gelince, şaşılacak denli açık yüreklilikle kendilerinden söz etmeye kalkıyorlar. sözgelimi, “ben aptallık derecesinde dürüst ve açık bir insanım” ya da “ben çok hassas biriyim ve dünyayla uzlaşamıyorum” veya “ben karşımdakinin yüreğindekini anlamakta becerikli biriyim” gibi şeyler çıkıyor ağızlarından. ancak ben “hassas” insanların başkalarını incittiklerini defalarca gördüm. “dürüst ve açık” inşaların, istediklerini almak için işlerine geldiği gibi davrandıklarını gördüm. “karşısındakinin yüreğindekileri anlamakta becerikli” olan kişilerin hiçte içten olmayan övgülere kolayca kandıklarını gördüm. bu durumda bizler kendimiz hakkında gerçekte ne biliyor olabiliriz ki?”

    böyle bir metinin ardından hikâyenin bir yunan adasında devam etmesi daha çok anlam kazanıyor. ve kitabın konusunun temelinde varlık felsefesi olduğunu söylemenin pek yanlış olmayacağı kanısındayım.

    ayrıca başka bir yunan adasında geçen roman olan john fowles’ın büyücü kitabını aklıma getirdi. büyücü’ yü okuduktan sonra kitapta olayların geçtiği adanın kurgusal bir ada olduğunu okumuştum. marukami’nin kitabında ki adanın da kurgusal bir ada olduğunu düşünüyorum. kitap boyunca adanın ismi geçmiyor hiç, sadece rodos a yakın bir ada olduğunu öğrenebiliyoruz.

    gel gelelim kitabın anlatıcısında beni buldum mu? anlatıcının hayata bakışı açısından benzerlikler yok değil, ama çok da değil.

    sartre’ den bir alıntıyla bitireyim:
    “…bir gerçeğe yönelmeyen her olasılık öğretisi, hiçlik içinde yok olup gider. olasıyı tanımlamak için gerçeği ele geçirmek gerekir. yani, yaklaşık bir gerçeğin var olması için, ortada mutlak bir gerçeğin bulunması gerekir. bu mutlak gerçek ise basit varılması kolay, herkesçe kavranabilir bir gerçektir: insanın bir aracıya başvurmaksızın kendini anlaması, özünü bilmesi gerçeği…”