1. annemin sessiz geceleri için!

    kaşanlıyım
    geçinip gidiyorum
    bir lokma ekmeğim, azıcık aklım,
    iğne ucu kadar bir zevkim var.
    ağaç yaprağından iyi bir annem,
    akan sudan iyi dostlarım var.


    ve bir de bu yakınlarda bir tanrım:
    şu şebboyların arasında, o ulu çamın altında
    suyun bilincinin üzerinde, otun yasasının üzerinde.


    ben müslümanım.
    kıblem kırmızı bir güldür
    namaz yerim bir pınar, mührüm nur
    seccadem ova.
    ben pencerelerin kalp atışıyla abdest alırım
    namazımın içinden ay akar, tayf akar.
    bütün zerreleri billurlaşır namazımın,
    namazımın arkasında taş görünür:
    ben namazımı
    rüzgar servinin minaresinde ezanını okuduğunda kılarım
    otun başlama tekbirinden,
    dalganın “kad kamet”inden sonra kılarım.

    kâbem su kıyısında,
    kâbem akasyaların altındadır.
    kâbem bir esinti gibi bahçeden bahçeye,
    şehirden şehre gider.


    hacerül esved’im bahçenin aydınlığıdır.


    kaşanlıyım


    işim resim yapmaktır.
    bazen boyalarla bir kafes yapar size satarım
    içindeki mahpus gelinciğin şarkısıyla


    tazelensin diye yalnız gönlünüz.
    ne hayal, ne hayal... biliyorum
    tuvalim cansızdır,
    iyi biliyorum, resmimin havuzu balıksızdır.


    kaşanlıyım
    soyum belki
    hindistan’da bir bitkiye, siyelk toprağından yapılmış bir çömleğe,
    soyum belki de
    buharalı bir fahişeye dayanır.


    babam, kırlangıçların iki gelişinin ardından, iki kar yağışının
    babam eyvanda iki yatışın ardından,


    babam zamanların ardından öldü.
    babam öldüğü zaman, gökyüzü maviydi.
    annem ansızın sıçradı uykusundan, kızkardeşim güzelleşti
    babam öldüğünde bütün bekçiler şairdi
    kaç kilo kavun istiyorsun? diye sordu bana bakkal
    sordum: gönül hoşluğunun gramı kaça?



    babam resim yapardı
    saz yapar, saz çalardı
    iyi bir hattı da vardı.


    bahçemiz bilgeliğin gölgesinin düştüğü taraftaydı.
    bahçemiz duyguyla bitkinin düğümlendiği yer,
    bahçemiz bakışın, aynanın ve kafesin kesişim noktasıydı.
    bahçemiz belki de mutluluğun yeşil çemberinin bir yayıydı.
    tanrının ham meyvasını çiğniyordum o gün uykuda,
    suyu felsefesiz içiyor,
    dutu, bilgisiz topluyordum.


    bir nar çatladı mı el tutku fıskiyesine dönüşüyordu
    bir çayırkuşu öttü mü yürek dinlemenin zevkiyle yanıyordu


    bazen yalnızlık, yüzünü camın arkasına dayar,
    kah coşku gelir, elini duygunun boynuna dolardı.
    düşünce oyun oynardı.
    hayat, bir bayram yağışı, sığırcık dolu bir çınar gibi bir şeydi
    hayat o zamanlar, bir ışık ve oyuncak bebek sırasıydı.
    bir kucak özgürlüktü.
    hayat o vakitler bir müzik havuzuydu.


    çocuk parmaklarının ucunda yavaş yavaş uzaklaştı yusufçuklar sokağından.
    yükümü bağlayıp çıktım yeğni hayaller şehrinden.
    yüreğim yusufçuk gurbetiyle dolu.


    ben dünyaya konuk gittim:
    ben keder ovasına,
    ben irfan bağına,
    ben bilimin aydınlık eyvanına gittim.
    dinin basamaklarını çıktım,


    şüphe sokağının sonuna kadar,
    gönül tokluğunun serin havasına,
    muhabbetin ıslak gecesine dek gittim.
    aşkın öbür ucunda biriyle buluşmaya gittim.


    gittim, gittim kadına kadar,
    hazzın çırasına kadar,
    tutkunun sessizliğine,
    yalnızlığın kanat sesine kadar.


    neler görmedim ki yeryüzünde:
    bir çocuk gördüm ay’ı kokluyordu.
    kapısız bir kafes gördüm,
    içinde, aydınlık kanat çırpıyordu.
    bir merdiven gördüm,
    aşk onunla melekler âlemine çıkıyordu.
    bir kadın gördüm, havanda ışık dövüyordu.
    öğlen, sofralarında ekmek vardı, yeşillik vardı
    şebnem tepsisi vardı,
    sevginin sıcak kasesi vardı.


    bir dilenci gördüm, sokak sokak gezip çayırkuşunun şarkısını dileniyordu.
    bir kavun kabuğunun önünde eğilen bir çöpçü gördüm.


    bir kuzu gördüm, uçurtmayı yiyordu.
    bir eşek gördüm yoncayı anlıyordu.
    “nasihat” otlağında tok bir inek gördüm.


    bir şair gördüm, “siz” diyordu bir zambağa hitap ederken.


    bir kitap gördüm, kelimeleri billurdan.
    bir kâğıt gördüm, bahardan.
    bir müze gördüm yeşilden uzak,
    bir cami gördüm sudan uzak.
    umutsuz bir fakihin yastığının ucunda
    sorularla dolup taşan bir testi gördüm.


    bir katır gördüm, yükü yazı
    bir deve gördüm, yükü “hikmet ve nasihat”in boş sepeti.
    bir arif gördüm, yükü “tenenaha ya hû”



    aydınlık taşıyan bir tren gördüm,
    fıkıh taşıyan bir tren gördüm, nasıl da ağır gidiyordu.
    siyaset taşıyan bir tren gördüm (ne de boş gidiyordu)
    nilüfer tohumları ve kanarya şarkısı taşıyan bir tren gördüm


    ve bir uçak gördüm, binlerce fit yükseklikten
    penceresinden toprak görünüyordu:
    ibibiğin ibiği,
    kelebeğin kanadındaki benekler,
    kurbağanın havuzdaki aksi,
    ve sineğin yalnızlık sokağından geçişi.


    bir çınardan yere inen serçenin aydınlık isteği.


    güneşin olgunlaşması,
    ve oyuncak bebeğin seherle güzel kucaklaşması.


    şehvet serasına giden basamaklar,
    alkol mahzenine inen basamaklar,
    kırmızı gülün bozuluş yasasına
    hayatın matematiğinin idrakine
    aydınlanmanın damına
    tecelli sekisine giden basamaklar.


    annem aşağıda
    ırmağın hatırasında bardak yıkıyordu.


    şehir görünüyordu:
    çimentonun, demirin ve taşın geometrik göğerişi
    ve damları güvercinsiz yüzlerce otobüs
    bir çiçekçi indirim yapıyordu çiçekte.


    iki yasemin ağacı arasına, salıncak kuruyordu bir şair,
    bir oğlan çocuğu okul duvarını taşlıyordu
    küçük bir çocuk, erik çekirdeğini babasının solgun seccadesine tükürüyordu
    ve bir keçi haritadaki “hazar”dan su içiyordu.


    bir çamaşır ipi görünüyordu: yorgun bir sütyen.
    bir arabanın tekerleği, atın durmasına hasret,
    at, arabacının uyumasına hasret,
    arabacı ölüme hasret.


    aşk görünüyordu, dalga görünüyordu
    kar görününüyordu, dostluk görünüyordu.
    söz görünüyordu.
    su görünüyordu ve eşyanın sudaki aksi…
    kanın sıcaklığında, hücrelerin serin gölgeliği.
    yaşamın ıslak tarafı.
    insan doğasının hüzünlü doğusu
    kadın sokağında aylaklık mevsimi.
    mevsim sokağında yalnızlık kokusu.
    yazın elinde bir yelpaze görünüyordu.


    tohumun çiçeğe yolculuğu
    bu evin sarmaşığının o eve yolculuğu
    ayın, havuza yolculuğu,
    nevruz çiçeğinin topraktan fışkırışı.
    körpe asmanın duvardan süzülüşü.
    şebnemin uyku köprüsüne yağışı.
    mutluluğun ölüm hendeğinden atlayışı.
    hadisenin sözün arkasından geçişi.


    bir pencerenin ışığın isteğiyle savaşı.
    bir basamak ile güneşin yüksek ayağının savaşı.
    yalnızlık ile bir şarkının savaşı:
    armutların güzelliğinin boş bir sepet ile savaşı.
    nar ile dişlerin kanlı savaşı.
    “naziler”in naz çiçeğiyle savaşı.
    papağan ile fesahatin savaşı.
    alnın mührün soğukluğuyla savaşı.


    cami çinilerinin secdeye saldırışı.
    rüzgârın sabun köpüğünün miracına saldırışı.
    kelebek ordusunun “zararlılarla mücadele” programına saldırışı.
    yusufçuk takımının boru döşeyen işçilere saldırışı.
    kamış kalemin kara alayının kurşun harflere saldırışı.
    sözün şairin çenesine saldırışı.


    bir asrın bir şiir tarafından fethi,
    bir bahçenin bir sığırcık tarafından fethi,
    bir sokağın iki selam tarafından fethi,
    bir kentin üç dört tahta süvari tarafından fethi
    bir bayramın iki oyuncak bebek, bir top tarafından fethi.


    ikindi yatağında bir çıngırağın katli
    uyku sokağında bir masalın katli
    bir hüznün bir marşın emriyle katli.
    neonun fermanıyla ayışığının katli.
    bir söğüdün devlet eliyle katli.
    üzgün bir şairin karçiçeği tarafından katli.


    yeryüzü tümüyle görünüyordu:
    yunan sokağında düzen gidiyordu.
    baykuş “babilin asma bahçelerinde” ötüyordu,
    rüzgâr, hayber geçidinde tarihin çerçöpünden bir yumağı doğuya sürüklüyordu.
    durgun “negin” gölünde bir kayık çiçek götürüyor,
    benares’te her sokağın başında ebedi bir ışık yanıyordu.


    insanları gördüm.
    şehirleri gördüm.
    ovaları, dağları gördüm.
    suyu ve toprağı gördüm.
    ışığı ve karanlığı gördüm.
    bitkileri ışıkta ve bitkileri karanlıkta gördüm.
    hayvanları ışıkta ve hayvanları karanlıkta gördüm.
    ve insanları ışıkta ve insanları karanlıkta gördüm.


    kaşanlıyım, ama
    benim şehrim kaşan değil.
    benim şehrim kayıp.


    ben heyecan ve hummayla
    gecenin öbür tarafına bir ev yapmışım.


    ben bu evde,
    otun nemli bilinmezliğine yakınım.
    ben bahçenin soluk alışını duyuyorum.
    ve karanlığın sesini bir yapraktan döküldüğünde.
    ve ağacın arkasından aydınlığın öksürük sesini.
    her taş yarığından suyun aksırığını.
    baharın çatısından kırlangıcın sesini.
    ve açıp kapanan yalnızlık penceresinin saf sesini.
    ve aşkın belirsiz deri değiştirişinin temiz sesini.
    kanatta uçmak zevkinin toplanışını
    ruhun kendi koşumlarını çözüşünü.


    ben tutkunun ayak sesini,
    ve kanın damardaki yasal adımlarını duyuyorum.
    güvercin kuyularının seher çarpıntısını,


    cuma gecesinin kalp atışını
    karanfilin düşüncede akışını
    hakikatin saf kişneyişini, uzaktan
    ben maddenin esişini işitiyorum


    ve coşku sokağında inanç ayakkabısının sesini.
    ve aşkın ıslak gözkapakları üzerinde,
    ergenliğin hüzünlü müziği üzerinde,
    nar bahçelerinin şarkısı üzerinde yağmurun sesini.
    ve gece vakti mutluluk şişesinin kırılmasının,
    güzellik kağıdının yırtılmasının
    gurbet kâsesinin rüzgârla dolup boşalmasının sesini.


    ben yerin başlangıcına yakınım.
    çiçeklerin nabzını tutuyorum.
    tanışım suyun ıslak yazgısıyla, ağacın yeşil alışkanlığıyla.


    ruhum eşyanın taze tarafında akar
    ruhum gençtir
    ruhumun bazen şevkten öksürüğü tutar
    benim ruhum işsizdir:
    yağmur damlalarını, tuğla derzlerini sayar.
    ruhum bazen yoldaki taş gibi gerçektir.


    ben birbirine düşman iki çam görmedim,
    gölgesini yere satan bir söğüt de görmedim
    karaağaç dalını bedava verir kargaya.
    nerede bir yaprak varsa, orada içim açılır
    bir haşhaş dalı varoluşun selinde yıkamıştır beni.


    bir böcek kanadı gibi, seherin ağırlığını biliyorum.
    bir saksı gibi, göğermenin musıkîsini dinliyorum.
    meyve dolu bir sepet gibi olgunlaşmak için sabırsızlanıyorum.
    bir meyhane gibi uyuşukluğun sınırındayım
    sahildeki bir bina gibi ebedi çekiminden tedirginim denizin.


    istediğin kadar güneş, istediğin kadar bağlılık,
    istediğin kadar çoğalış.


    ben bir elmayla mutlu olurum
    bir papatyayı koklamakla.


    bir aynayla, temiz bir bağlılıkla yetinirim.
    gülmem, bir balon patlarsa.
    gülmem, bir felsefe ay’ı ikiye bölerse.
    ben bıldırcının kanat sesini tanırım,
    toyun karnının renklerini, dağ keçisinin ayak izlerini.
    iyi bilirim ravent nerede yetişir,
    sığırcık ne zaman gelir, keklik ne zaman öter, şahin ne zaman ölür,
    çölün uykusunda ay nedir,
    tutku sapındaki ölümü
    ve sevişmenin dişleri arasındaki lezzet böğürtlenini.


    güzel bir adettir yaşam
    yaşamın ölüm genişliğinde kanatları,
    aşk kadar sıçrayışı vardır.
    yaşam, alışkanlık rafına kaldırıp
    senin benim unutabileceğimiz bir şey değildir.
    yaşam deren elin cazibesi
    yaşam yazın buruk ağzında turfanda siyah incirdir,
    yaşam böceğin gözünde ağacın boyutudur.
    yaşam yarasanın karanlıktaki tecrübesidir.
    yaşam bir göçmen kuşun gariplik duygusudur.
    yaşam bir köprünün düşünde dolaşan bir tren düdüğüdür,
    yaşam bir uçağın kapalı penceresinden bir bahçeyi görmektir,
    roketin uzaya fırlatıldığı haberi,
    ayın yalnızlığına dokunuş,
    başka bir gezegende çiçek koklamak düşüncesidir.


    yaşam bir tabak yıkamaktır.


    yaşam yol kenarındaki arkta on kuruş bulmaktır.
    yaşam aynanın “karesi”dir.
    yaşam çiçek “üstü” sonsuzdur.
    yaşam yer “çarpı” yüreğimizin çarpıntısıdır.
    yaşam solukların yalın ve eşit geometrisidir.


    nerede olursam olayım
    gökyüzü benimdir.
    pencere, fikir, hava, aşk, yeryüzü benimdir.
    ne önemi var
    bazen bitmesinin
    gurbetin mantarlarının?


    bilmiyorum


    neden “at soylu hayvandır, güvercin güzeldir.” derler
    ve neden hiç kimsenin kafesinde akbaba yok.
    yoncanın kırmızı laleden neyi eksiktir.
    gözleri yıkamalı, başka türlü görmeli
    sözcükleri yıkamalı.
    sözcük kendisi rüzgâr, sözcük kendisi yağmur olmalı.


    şemsiyeleri kapatmalı.
    yağmur altında yürümeli.
    düşünceleri, hatıraları yağmur altına götürmeli.
    şehrin bütün halkıyla yağmura çıkmalı.
    dostu yağmur altında görmeli.
    aşkı yağmur altında aramalı.
    yağmur altında bir kadınla sevişmeli.
    yağmur altında oyun oynamalı.
    yağmur altında yazmalı, konuşmalı, nilüfer ekmeli.
    yaşam peyderpey ıslanmak,
    yaşam “şimdi”nin havuzunda yüzmektir.


    çıkaralım giysileri:
    su bir adım ötededir.


    aydınlığı tadalım.
    bir köy gecesini, bir ceylanın uykusunu tartalım.
    leylek yuvasının sıcaklığını duyalım.
    çimenlerin yasasını çiğnemeyelim.
    bağda zevkin düğümlerini çözelim.
    ve açalım ağzımızı ay çıkarsa
    kötülemeyelim geceyi
    ateşböceği bağın görünüşünden habersizdir demeyelim.


    getirelim sepeti
    bütün bu kırmıyızı, bütün bu yeşili toplayalım.


    sabahları ekmekle ebegümeci yiyelim.
    her sözün dönemecine bir fidan dikelim,
    iki hecenin arasında sessizlik tohumu serpelim.


    içinde rüzgâr esmeyen kitabı okumayalım,
    ve içinde şebnemin kabuğunun ıslak olmadığı kitabı,
    ve içinde hücrelerin boyutsuz olduğu kitabı okumayalım.
    istemeyelim sineğin tabiatın parmak ucundan uçmasını
    kaplanın yaratılış kapısından dışarı çıkmasını istemeyelim.
    ve bilelim eğer solucan olmasaydı hayattan bir şey eksilirdi


    ağaçkurdu olmasaydı ağacın yasası zarar görürdü.
    ölüm olmasaydı bir şeyi arar dururdu elimiz
    ve eğer ışık olmasaydı, uçmanın canlı mantığı değişirdi.
    ve bilelim mercandan önce
    denizlerin düşüncesinde boşluk vardı.


    ve nerdeyiz diye sormayalım,
    hastanenin taze petunyasını koklayalım.


    ve talih fıskıyesinin nerede olduğunu sormayalım
    sormayalım hakikatin kalbinin neden mavi olduğunu
    atalarımızın esintileri nasıl, geceleri nasıldı, sormayalım.


    geride canlı bir uzay yok.
    geride kuş ötmüyor.
    geride rüzgâr esmiyor.
    geride çamın yeşil penceresi kapalı.
    geride bütün fırıldakların üzerine toz konmuş.
    geride tarihin yorgunluğu var.
    geride dalganın hatırası sahile sessizliğin soğuk sedefini döküyor.


    deniz kıyısına gidelim
    suya ağ atalım
    çekelim tazeliği sudan.


    yerden bir çakıl taşı alıp,
    varoluşun ağırlığını hissedelim.


    ateşimiz çıktıysa ay’ı kötülemeyelim.
    (bazen ateşim çıktığında ay’ın aşağı indiğini görürdüm
    elimin melekler katına eriştiğini,
    ispinozun daha iyi öttüğünü.
    ayağımdaki yara,
    yerin iniş çıkışlarını öğretti bana.
    bazen hasta yatağımdayken çiçeğin hacmi kaç katına çıkmıştır
    daha da büyürdü turuncun çapı, fenerin yarıçapı)
    ve ölümden korkmayalım,
    (ölüm güvercinin sonu değildir
    cırcır böceğinin ters dönmesi değildir ölüm.
    ölüm akasyanın zihninde akar.
    ölüm düşüncenin güzel ikliminde yaşar.
    ölüm köy gecesinin kimliğinde sabahtan söz eder.
    ölüm üzüm salkımı ile gelir ağza.
    ölüm kızıl gerdanlı kuşun gırtlağında öter.
    ölüm kelebek kanatlarındaki güzellikten sorumludur.
    ölüm bazen reyhan toplar.
    ölüm bazen votka içer.
    bazen gölgede oturup bize bakar.
    ve hepimiz hazzın akciğerlerinin,
    ölüm oksijeni ile dolu olduğunu biliriz.)


    yazgının sesin çitlerinin ardından işittiğimiz
    canlı sözünün üzerine kapıyı kapatmayalım.


    perdeyi kaldıralım:
    bırakalım duygu biraz hava alsın.
    bırakalım ergenlik dilediği çalının altında konaklasın.
    bırakalım içgüdü oyun peşinde koşsun
    ayakkabılarını çıkarıp mevsimlerin ardısıra çiçeklerin üzerinden atlasın.
    bırakalım yalnızlık şarkı söylesin
    bir şeyler karalasın,
    sokağa çıksın.


    sade olalım
    sade olalım, ister bir banka gişesinde, ister bir ağacın altında.


    bizim işimiz değil kırmızı gülün sırrını anlamak.
    bizim işimiz belki de:
    yüzmektir kırmızı gülün büyüsünde.
    bilgeliğin arkasında çadır kuralım,
    bir yaprağın çekiminde elimizi yıkayıp
    sofraya oturalım,
    sabah güneş doğarken doğalım,
    heyecanları uçuralım,
    uzayın, rengin, sesin, gülün penceresinin idrakinin yüzüne su serpelim
    “varlık”ın iki hecesi arasına, gökyüzünü oturtalım,
    ciğerlerimizi sonsuzlukla doldurup boşaltalım,
    bilginin yükünü kırlangıcın omzundan alıp yere koyalım,
    isimleri geri alalım buluttan, çınardan, sivrisinekten, yazdan.
    yağmurun ıslak ayakları üstünde, sevginin zirvesine çıkalım.
    insana, ışığa, bitkiye ve böceğe kapıları açalım


    bizim işimiz belki de,
    nilüfer çiçeği ve çağ arasında,
    hakikatin şarkısının peşinde koşmaktır.


    kaşan, çınar köyü, yaz 1964