• izledim
    • izlemek istiyorum
  • youreads puanı (7.50)
the cut - fatih akın
mardin'de eşi ve ikiz çocuklarıyla birlikte yaşayan ve demircilik yaparak geçimini sağlayan nazaret'in hayatı birinci dünya savaşı'nın hüküm sürdüğü 1915 yılının kara gecelerinden birinde bambaşka bir noktaya sürüklenir. bölgedeki tüm ermeni halk evlerinden sürülmektedir. genç adam da ailesinden koparılır, bilmediği yerlere uzanan zorlu bir yolculuğa çıkar ve bir şekilde hayatta kalmayı başararak yolculuğuna devam eder. artık sahip olduğu her şeyi ardında bırakmış, ailesi ve evi çok uzakta kalmıştır. ne var ki aradan geçen zamana ve tüm bilinmezliklere rağmen çocuklarını aramaktan vazgeçmeyecektir.


  1. fatih akın her ne kadar bunun bir soykırım filmi olmadığını ifade etse de, dönemim kirli gerçeklerini cesur bir şekilde sunarak, hafızalarda göz ardı edilen parçaları acı bir şekilde gün yüzüne çıkarmaktadır.

    tarihi yansıtan filmleri, durum tespitinin dışına çıkarak sinematik bir açıdan değerlendirmek pek içimden gelmiyor. böyle olmamış/beğenmedim yavanlığında yorum yapmak istmezdim lakin detaya da pek giresim yok. özetle sonuyla ve kurgudaki bazı - gereksiz uzatılmış - parçalarla ilgili bir takım sıkıntılarım var diyebilirim. oralar olmamış bence fatih abi.

    anlam vermediğim bir diğer husus da filmde herkes ana dilini konuşuyorken ermenilerin süper kötü bir aksanla ingilizce konuşması. bir röportajında, bunun bir seçim olduğunu ve polonya yapımı benzer nitelikte bir film olan The Pianist'te de ingilizce konuşulduğu örneği vermiş. ancak The Pianist'te herkes ingilizce konuşuyordu. the cut'da ise ermenice dışında her dil var; türkçe, kürtçe, ingilizce, arapça, ispanyolca, ...

    Nazaret, mardin'in dar sokaklarındaki küçük demirci dükkanında garip aksanıyla ingilizce konuşurken arka plandan gelen türkçe kent sesleriyle birlikte oluşan kaotik atmosferle kendimi Assassin's Creed: Revelations oynuyormuş gibi hissettim.

    !---- today's zaman'ın fatih akın ile ropörtajı ----!

    ...

    * All the Armenian characters in your film speak English and this prompted some major criticism you faced during your film's Venice premiere. Was this a deliberate choice or a necessity?

    - It was a choice, and I find it reasonable. There are other examples of this in cinema: for instance, “The Pianist” by [Roman] Polanski. Had it been a different director that made this choice, that director wouldn't have been criticized this much, I bet. The critics want me to continue standing in the same corner they're used to seeing me in. … They want me to stay in my “own neighborhood;” [They say] Do what you're familiar with and don't deal with stuff you don't know about! But I don't plan my actions according to others' expectations.

    ...
  2. The Cut (Fatih Akın, 2014), hayatın -toplumsal belleğimizin- kesik bir yerine, bugün de sürüp gitmekte olan siyasal meselelerimizin temelini oluşturan bir yaraya bakmak istiyor. Yara derin. Acılı babanın dramatik yolculuk hikayesi, bize aynı zamanda yaraya dair bir bakışı da gösteriyor ya da daha doğru bir değişle görünürleştiriyor. Bir tür “sorunu kabullenme” ve bir “insan dramı” olarak dillendirme eğilimi çerçevesinde kalmaya dikkat eden bu bakış, yüzyıl sonrasında bile “politik cesaret” olarak görülebildiği için, aslında meselenin ne kadar ağır ve meseleye bakışımızın da ne kadar sığ bir noktada durduğunu açık ediyor her şeyden önce. Filmin hem yetersizliğini hem de buna rağmen sahip olduğu önemini bu noktada anlamak gerek. The Cut’ın başka bir açıdan, konuşulamayan -yani “Türk insan”ı icin tabu olan- bir meselenin dillendirilmesini sağlaması bakımından önemini teslim etmek gerek. Ancak, bunun önemli olması, filmin film olarak ‘yetersizliğini’ ortadan kaldırmıyor. Ne hikayesi, ne karakterleri, ne de kurgu-hikaye derinleşebiliyor film boyunca . Akın’ın, “ben sadece film yapmak istedim” açıklamaları, bu noktada, filmin kendisiyle birlikte ve kendisine rağmen üstlendigi estetik ve siyasal boyutu ıskaladığını göz ardı etmemizi sağlayamıyor. Bir açıklama yapma ya da savunma zorunluluğu yok elbette, ama neyi anlattığınızla nasıl anlattığınız -ve/ya da tersi- her zamanki gibi iç içe duran meselelerdir. Kollektif suça, bu suçun toplumsal belleğimizdeki ve dolayısıyla kimliğimizdeki kuruculuğuna, suçun inkarına ve sorumluluğun reddine, bu reddiyenin sürekli bastırmak zorunda kaldığı travmatik gerçekliğe dair sorular havada kalırken, sorun yalnızca bu havada kalış değil, aksine kendi bakışını da derinleştirememesi oluyor. Filmi sırf bir “yol ya da yolculuk hikayesi” olarak düşünsek bile, güçlü bir anlatımı olduğunu söyleyemeyiz. Ama yine de, yüzyıl sonra soykırımı anlatmayı ya da o kıyımdan bahsetmeyi, travmatik gerçekliğe bir bakış atmayı denemiş olması dolayısıyla bile takdir edilmeli film. Gerçi, Fatih Akın “soykırım” yerine “tehcir” kavramını tercih etmiş görünüyor söz konusu bakışında. Bu iki kavramlaştırma arasındaki farkın neden önemli olduğuna dair bir işaret koyayım buraya geçmeden. Sırf bu terimler arasında inşa edilen ayrımın politik anlamı bile, filmin öneminin başka bir yerde, niyetleri ne olursa olsun görünürleştirdiği bakışla ilgili olduğunu dikkate almamızı gerektirir. Akın “tehcir” kavramı içerisinden göstermeyi denerken, bunun “soykırım”dan daha az bir şey olduğunu gösterme çabasında değil kesinlikle; tehcirin dehşetini, bir halka –komşumuza- yaşatılan kıyımı bütün dehşetiyle gösteriyor. Bütün “anlami”yla olmasa da. Filmin kahramanı Nazaret’in boğazındaki kesikle sukuta mahkum edilmesinin metaforik anlamı, bu açıdan önemli. Nazaret’in çaresizlikle tanrıyı taşlarken atamadığı çığlık, ermeni kıyımının “sükuta mahkum edimişliği”ni gösteriyor. O sükutu aralamaksa, gerçek bir yüzleşme sorunu kesinlikle. Gerçekten kendi gözlerimizin içine bakabilme sorunu. Malum, daha filmin kendisi ortaya çıkmadan ırkçı-milliyetci-şöven tepkiler ve tehditlerle karşılandı. Kendi başına bu durum, filmin sinemasal kıymetinden öte taşıdığı önemi gösteriyor. Bunlara karşı durmak, içine gömülü olduğumuz sığlıktan çıkmaya yönelmek, filmin mevzu etmek istediği konunun mahiyetini gercekten anlamakla mümkün. Film açısından asıl sorun ise, Akın’ın kendisinden beklenen güçte bir sinema filmi oluşturamamış olmasında, Yaşamın Kıyısı’nda da olduğu gibi. Filmden çok uzun tutulmuş bir ‘müsamere’ havasında sanki…k

    kaynak: https://mutlaktoz.wordpress.com
  3. fatih akın'ın imzalı kesik'in senaryosu akın ile birlikte mardik martin'e ait. filmin başrolünde cezayir asıllı ünlü oyuncu tahar rahim yer alırken kadroda kendisine simon abkarian, arsinée khanjian, george georgiou ve akın gazi gibi oyuncular eşlik ediyor.

    "fatih akın bir film yapmış ve bize göre küçücük, minicik bir adım atmış, belli belirsiz. evet, yüz yıl önce olana bitene değil, olana ama bitmeyene yaklaşmak için ufacık bir adımmış attığı. adımına “the cut (kesik)” demiş. yetmemiş, film gösterime girdiğinde bir de attığı bu adıma bilinciyle ve sesiyle sahip çıkmış. intihar illa hayat yitirmek değildir, intihar bazen hayata, gerçeğe dönmektir. fatih akın yedi yıl süren başarılı intiharını kameraya almış ve aramıza katılmış."
  4. türkiye'de "ermeni tehciri" "1915 olayları" ve "ermeni meselesi" olarak anılan elim tarihî hadise üzerine yapılmış bir fatih akın ve mardik martin filmi. ermeni tehciri, türkiye'nin o dönemde uygulanan politikaya verdiği isim. 1915 olayları, bunun üzerine yaşanan elim olayları tanımlayan kavram. ermeni meselesi kavramı ise, yaşanmış bu olayların günümüz dış siyasetindeki rolünü belirtmek için kullanılıyor.

    filmin yönetmen koltuğunda bulunan fatih akın, olabildiğince olayların politik yönünden uzak kalmaya çalışmış ve işin insanlık dramı yönüne, yaşanan acılara değinmek istemiş. bu yüzden de film detaylı bir sebep-sonuç ilişkisi içersinde geçmiyor. başlangıçta post-apocalyptic'e yakın bir ortam var, sonraları bu ortam yavaş yavaş kayboluyor. sırf hikâyeyi destekleyeyim diye tutkulu aşk, intikam ya da epik unsurlara yer verme riskine girmeyerek iyi yapmış bence. bir hayata tutunuş ve arayış hikâyesi var. anlatımına doğrudan bir sürgün süreciyle başlayıp, geçmişte yaşananlara da flashback'lerle dönebilirdi belki...

    fatih akın her ne kadar bu filmi bir soykırımı gözler önüne sermek veya bir soykırım suçunu kabullenmek üzere yapmadığını vurgulamış olsa da, imdb'nin "in 1915 a man survives the armenian genocide in the ottoman empire..." başlığını atması gibi herkes olaylara kendi penceresinden bakmış, herkes kendi tanımını yapmış ve buna göre tepki göstermiştir. tam da bu yüzden, fatih akın'ın olayın politik kısmından muaf olma gayretini pek tabiî ve haklı buluyorum. zira burada bahsettiğimiz mesele, siyaseten baktığımızda sadece türk toplumu için değil, birçok toplum için bir tabudur. türkiye gibi dünya geneline de baktığımızda, politik makamlarda pek de derin düşünce sahiplerinin oturmadığını yahut bir başka ifadeyle, çareyi derin düşünceden ziyade sığ düşünceli popülist akımlara sığınmakta arayan politikacı atmosferinin yoğun olduğunu görüyoruz.
  5. kimsenin gerçekleri görmek ve yüzleşmek gibi derdi yok maalesef. yalnızca 20 bin kişi izlemiş filmi.
  6. türkler kadar diğer milletlerin de itin götüne sokulduğu bir film olsa da bir sorum var. neden?
    amerikalıları tecavüzcü, yaşlı ermeniyi topalsavar gösterince türklerin canlandırdığı o yapmacık sahnelerin mantıklı bir açıklaması mı oluyor? iyi kalpli mehmet karakteri yaratılınca sebepsiz yere sinirli olan ve etrafına bağrışmalar saçan türk askerleri mantıklı bir zemine mi çekilmiş oluyor? hayır.
    fatih akın filmografisine hakim biri olarak türk karakterleri yansıtmasındaki abartıyı bir nebze olsun anlasam da, abartının ötesine geçen sahnelerin sevgili ermeni executive producer'larımızın elinden çıktığı besbelli.
    kendine haksızlık eden bir film olmuş.
    sde