• izledim
    • izlemek istiyorum
  • youreads puanı (7.50)
the cut - fatih akın
mardin'de eşi ve ikiz çocuklarıyla birlikte yaşayan ve demircilik yaparak geçimini sağlayan nazaret'in hayatı birinci dünya savaşı'nın hüküm sürdüğü 1915 yılının kara gecelerinden birinde bambaşka bir noktaya sürüklenir. bölgedeki tüm ermeni halk evlerinden sürülmektedir. genç adam da ailesinden koparılır, bilmediği yerlere uzanan zorlu bir yolculuğa çıkar ve bir şekilde hayatta kalmayı başararak yolculuğuna devam eder. artık sahip olduğu her şeyi ardında bırakmış, ailesi ve evi çok uzakta kalmıştır. ne var ki aradan geçen zamana ve tüm bilinmezliklere rağmen çocuklarını aramaktan vazgeçmeyecektir.


  1. The Cut (Fatih Akın, 2014), hayatın -toplumsal belleğimizin- kesik bir yerine, bugün de sürüp gitmekte olan siyasal meselelerimizin temelini oluşturan bir yaraya bakmak istiyor. Yara derin. Acılı babanın dramatik yolculuk hikayesi, bize aynı zamanda yaraya dair bir bakışı da gösteriyor ya da daha doğru bir değişle görünürleştiriyor. Bir tür “sorunu kabullenme” ve bir “insan dramı” olarak dillendirme eğilimi çerçevesinde kalmaya dikkat eden bu bakış, yüzyıl sonrasında bile “politik cesaret” olarak görülebildiği için, aslında meselenin ne kadar ağır ve meseleye bakışımızın da ne kadar sığ bir noktada durduğunu açık ediyor her şeyden önce. Filmin hem yetersizliğini hem de buna rağmen sahip olduğu önemini bu noktada anlamak gerek. The Cut’ın başka bir açıdan, konuşulamayan -yani “Türk insan”ı icin tabu olan- bir meselenin dillendirilmesini sağlaması bakımından önemini teslim etmek gerek. Ancak, bunun önemli olması, filmin film olarak ‘yetersizliğini’ ortadan kaldırmıyor. Ne hikayesi, ne karakterleri, ne de kurgu-hikaye derinleşebiliyor film boyunca . Akın’ın, “ben sadece film yapmak istedim” açıklamaları, bu noktada, filmin kendisiyle birlikte ve kendisine rağmen üstlendigi estetik ve siyasal boyutu ıskaladığını göz ardı etmemizi sağlayamıyor. Bir açıklama yapma ya da savunma zorunluluğu yok elbette, ama neyi anlattığınızla nasıl anlattığınız -ve/ya da tersi- her zamanki gibi iç içe duran meselelerdir. Kollektif suça, bu suçun toplumsal belleğimizdeki ve dolayısıyla kimliğimizdeki kuruculuğuna, suçun inkarına ve sorumluluğun reddine, bu reddiyenin sürekli bastırmak zorunda kaldığı travmatik gerçekliğe dair sorular havada kalırken, sorun yalnızca bu havada kalış değil, aksine kendi bakışını da derinleştirememesi oluyor. Filmi sırf bir “yol ya da yolculuk hikayesi” olarak düşünsek bile, güçlü bir anlatımı olduğunu söyleyemeyiz. Ama yine de, yüzyıl sonra soykırımı anlatmayı ya da o kıyımdan bahsetmeyi, travmatik gerçekliğe bir bakış atmayı denemiş olması dolayısıyla bile takdir edilmeli film. Gerçi, Fatih Akın “soykırım” yerine “tehcir” kavramını tercih etmiş görünüyor söz konusu bakışında. Bu iki kavramlaştırma arasındaki farkın neden önemli olduğuna dair bir işaret koyayım buraya geçmeden. Sırf bu terimler arasında inşa edilen ayrımın politik anlamı bile, filmin öneminin başka bir yerde, niyetleri ne olursa olsun görünürleştirdiği bakışla ilgili olduğunu dikkate almamızı gerektirir. Akın “tehcir” kavramı içerisinden göstermeyi denerken, bunun “soykırım”dan daha az bir şey olduğunu gösterme çabasında değil kesinlikle; tehcirin dehşetini, bir halka –komşumuza- yaşatılan kıyımı bütün dehşetiyle gösteriyor. Bütün “anlami”yla olmasa da. Filmin kahramanı Nazaret’in boğazındaki kesikle sukuta mahkum edilmesinin metaforik anlamı, bu açıdan önemli. Nazaret’in çaresizlikle tanrıyı taşlarken atamadığı çığlık, ermeni kıyımının “sükuta mahkum edimişliği”ni gösteriyor. O sükutu aralamaksa, gerçek bir yüzleşme sorunu kesinlikle. Gerçekten kendi gözlerimizin içine bakabilme sorunu. Malum, daha filmin kendisi ortaya çıkmadan ırkçı-milliyetci-şöven tepkiler ve tehditlerle karşılandı. Kendi başına bu durum, filmin sinemasal kıymetinden öte taşıdığı önemi gösteriyor. Bunlara karşı durmak, içine gömülü olduğumuz sığlıktan çıkmaya yönelmek, filmin mevzu etmek istediği konunun mahiyetini gercekten anlamakla mümkün. Film açısından asıl sorun ise, Akın’ın kendisinden beklenen güçte bir sinema filmi oluşturamamış olmasında, Yaşamın Kıyısı’nda da olduğu gibi. Filmden çok uzun tutulmuş bir ‘müsamere’ havasında sanki…k

    kaynak: https://mutlaktoz.wordpress.com