• izledim
    • izlemek istiyorum
  • youreads puanı (6.50)
the iron lady - phyllida lloyd
yaşı kemale ermiş margaret thatcher'ın ölmüş kocasıyla hayali konuşmaları esnasında kafasından geçen geçmiş hatıralar...


  1. filmi bir otobüs yolculuğu esnasında izledim. yukarıda yer alan özet kısmını çalakalem dolduruşumdan anlaşılacağı üzere filmi sevmedim. bunda tabi Thatcher'ı sevmeyişimin büyük etkisi var.

    filmde önemli bulduğum, birbiriyle ilintili iki sahne var: birincisi, bir akşam yemeği sonrasında Thatcher'ın yanına bir kadın yaklaşıyor ve gençliğinde kendisine ilham kaynağı olması sebebiyle Thatcher'a iltifatlar ediyor. "gençliğimde verdiğiniz ilham şu anki benim meydana gelmesinde çok önemliydi" mealinde bir şeyler söylüyor. Thatcher cevap veriyor, "bizim zamanımızda insanların ne 'olduğu' değil ne 'yaptığı' önemliydi" mealinde.

    ikinci sahnede Thatcher doktor kontrolünde. doktor nasıl hissettiğini soruyor. Thatcher'ın bizim bildiğimiz ama başkalarının pek farkında olmadığı bazı problemleri var. ara sıra halüsinasyonlar görüyor, hayali kocasıyla muhabbetler ediyor v.s., ancak bunların normal olmadığının kendisi de farkında. bunları doktora karşı bile açık etmek istemiyor, durumu laf kalabalığına getirmek istiyor ve bu esnada (yine mealen) şöyle bir şey söylüyor: "eskiden insanların ne hisettiği değil ne düşündüğü sorulurdu, bana ne düşündüğümü sorun!".

    gerçekten de, bir kaç jenerasyon öncesinin insanları böyle. günümüzde ise hedonizm giderek daha fazla takdir edilen bir davranış özelliği haline geliyor. eskiden bir şeyleri değiştirmek önemli iken şimdi hazır şeyleri deneyimlemek diğerine nazaran giderek daha fazla toplumsal kabul görüyor.

    bunları düşünürken, çok sevdiğim ümit kıvanç'ın çok sevdiğim şu yazısı aklıma geldi: Tavır "duruş" oldu, siyaset kimlik gösterme.

    "...
    Mesele davranmaktı; tavır almaktı. Her an başka bir mevzuda tavırlar almamız gerekiyordu. Her seferinde doğrusunu tesbit edebilmek, üstüne bir de değişik tavırlar arasında tutarlılık bulunmasını sağlayabilmek kolay değildi. Bu yüzden, “eylem kılavuzu” niteliğinde teorilere ihtiyacımız vardı. Teori, şuna şunu buna bunu demekten ibaret değildi.

    “Duruş” kavramıyla ilk ne zaman karşılaştım, hatırlamıyorum. Elbette 1980 sonrasının bir türedisiydi; ama acaba tam ne zaman..?

    İnanın, bu kelimeyi daha ilk duyduğumda kötü şeyler hissettim. Bu bir yenilgiye işaret ediyordu, belli; birşeyler kaybetmiş olmalıydık.

    Nitekim bu sakil kavram müthiş pişkinlikle “tavır”ın yerine kurulduğunda, hepimizi her türlü tutarlılıktan azade kılan post-modern çağa girmiştik. Teoriler, felsefî bütünlükler gitmiş, yerine kimlikler gelmişti. Kimlik gibi bir tıkızlığa eşlik etmek için, “tavır” şüphesiz uygunsuz, “duruş” pek münasipti. Kimliklerimize bürünüp, duruşlarımızı takınıp öylece durabilirdik artık, kendimize en yakıştırdığımız yerde. Bizi “oluşturacak” olan tavırlara, eylemlere bağımlılığımız bitmişti; eylemimizden bağımsız olarak “duruş”umuzla vardık. Âdetâ bir “konum”duk her birimiz. Yani: her neysek, ne yaparsak yapalım, ne yapmazsak yapmayalım, yine oyduk!?
    ..."

    Thatcher da bu kuşaktan. ancak kötülerinden. şans eseri sahip olduğu özelliklere sahip olmayan başkalarının, ezilmişlerin halini önemsemeyen tipik bir despot, insanların eşitliğine inanmayan tipik bir muhafazakar olarak gencecik çocukları binlerce kilometre uzaklıktaki falkland adalarına savaşmaya ve ölüme gönderebiliyor, protestocu işçileri polis coplarına maruz bırakabiliyor, işsizlikle boğuşan insanları umursamadan zenginin zengiliğini koruyan, onu daha zengin yapmaya yarayan politikaları "zor karar" kisvesi altında uygulamaya koyabiliyordu. bunları yaparken mottosu şuydu, "belki bir nesil sıkıntı çekecek, ancak sonraki nesiller refah içinde yaşayacak". kapitalizmin düzenli aralıklarla "sıkıntı çeken" kitlelere "ihtiyaç" duyduğunu göz ardı eden tipik milliyetçi kendi kendine yalan söyleme hali.

    tabi bunlar sadece Thatcher'ın icat ettiği kötülükler değil, bunlar düzenin problemleri. bunları Thatcher yapmasaydı başkası gelip yapacaktı ve eğer farklı bir düzende yaşıyor olsaydık belki (umuyorum ki) Thatcher gibiler topluma daha faydalı insanlar olacaktı. kötülüğün insan doğasında sanılandan daha ender olduğuna inanıyorum.

    ümit kıvanç'ın yukarıdaki yazısını ararken konuyla ilgili başka bir yazısını buldum, süleyman demirel yazısı.

    "...bir daha kimsenin kendisinden iyilikle bahsetmemesi cezasına çarptırılmalıydı. ...Üzüldüğüm, hesabı göremeden gitmiş oluşu. bu hesap ileride de görülemeyecek, çünkü onu pek kimse hatırlamayacak."

    filmin en başına dönelim. yaşlı Thatcher süpermarkette alışveriş yaparken kimse dönüp yüzüne bile bakmıyor, baksa bile kim olduğunu bilmiyor.