1. Thomas Bernhard’ın roman dünyasının ayrıcı unsuru üslubudur. Ayrıksılığının, zorluğunun, metinlerine nüfuz edilemezliğinin nedeni anlattığı şeyler değil, anlatma biçimidir. Her romanında aynı dilsel yapı bıktırırcasına karşımıza çıkar. Yinelemeler ve tekrarlar üzerine kurulu uzayıp duran, paragrafsız, yan ve ara cümlelerle dallanıp budaklanan ‘anlatı’lar okura hiçbir kolaylık sağlamaz. Okuma rahatlığı sunmaz. Ancak, Bernhard anlatılarının cazibesi de bu dilselliğin oluşturduğu “sıkıntılı” etkiden kaynaklanır; bir yandan dışlanırken öte yandan sürekli olarak metinlerin içine çekiliriz.Eski Ustalar (1985), bu üslubun en güçlü ve açık örneklerinden biri; yanı sıra, Bernhard’ın dert ettiği meselelerin bu üslup içinde bir tür kristalleşmesidir.

    Dolayısıyla, Eski Ustalar’ı, Thomas Bernhard’ın roman dünyasına bir giriş noktası olarak önermek istiyorum. Bernhard romanları için bir başlangıç noktası önermek belki de anlamsızdır. Herhangi bir romanından başlanabilir, romanlarının herhangi bir noktasından başlanarak dahi okunabilir. Yine de, Eski Ustalar‘ın ayrı bir gücü, metin olarak başka bir yogunluğu olduğunu düşünüyorum. Kendisinden tırsmasam “usta”nın “başyapıtı” diyeceğim, ama uzak bir yerlerden, “ustana bir, sana iki” diye sesleneceğinden eminim! Üstelik henüz Yok Etme‘yi okumadım, ikinci bir küfür de bundan dolayı gelir muhakkak. O halde, Eski Ustalar‘ın, Thomas Bernhard’ın roman dünyasını aralamak için iyi bir kapı olacağını söyleyip geçeyim.

    “…Tintoretto’yu hiçbir zamana sevmedim, ama Tintoretto’nun Beyaz Sakallı Adam’nı sevdim. Otuz yıldan fazladır resme bakıyorum ve ona bakmak benim için hala olanaklı, başka hiçbir resme otuz yıldan fazla bakamazdım. Eski ustalar çabuk yoruyor onlara inatla bakarsak ve her zaman düş kırıklığına uğratıyorlar, onları ayrıntılı bir izlemeye alırsak, yani onları eleştirel aklımızın acımasız nesnesine dönüştürürsek. Bu gerçekten eleştirel bakış açısına eski ustalar dediklerimizin hiçbiri dayanamaz, dedi Reger şimdi. Leonardo, Michelangelo, Tiziano, bunların hepsi gözümüzden akıl almaz derecede çabuk düşer ve sonunda her ne kadar dahiyane acıklı yaşamda kalma sanatı iseler de, acıklı yaşamda kalma denemeleri olarak ortaya çıkarlar. Goya burada inatçı bir kayadır, dedi Reger, ama Goya’da sonuçta bize yarar vermez ve bizim için bir anlam taşımaz.”

    Tintoretto’nun Beyaz Sakallı Adam tablosu ve tam karşısındaki kadife bank, ‘istisnai bir nokta’ olarak Eski Ustalar’ın merkezinde yer alıyor. Hem bir ‘kaçış’, hem de bir ‘direnme’ noktası olarak. Romanın ana karakteri, müzik bilimci ve Times’a müzik hakkında eleştiriler yazan Reger, otuz altı yıldan fazla bir süredir -pazartesileri hariç, çünkü o gün müze kapalıdır- Viyana Sanat Tarihi Müzesi’ne gelip Bordone Salon’unda yer alan Beyaz Sakallı Adam tablosunun karşısındaki bu kadife banka oturmaktadır. Tipik bir Bernhard karakteridir Reger, bu haliyle. Takıntıyı öylesine bir ‘obsesyon’ olmaktan çıkarıp bütün varoluşunun mekanizmasına dönüştürmüş; “deliliğini”, dünyanın dehşetine karşı kendini korumanın ve direnmenin mekanizması haline getirmiştir. Bu tuhaf saplantılı hareket, durmaksızın aynı noktalara dönerek tekrar edilen tiksinti ve mide bulantılarıyla birlikte, roman boyunca tekrar ve tekrar gündeme gelerek arızi karakteri anlamamızı mümkün kılacak bir yapısal niteliğe bürünecektir. Söz konusu ‘yapısal’ nitelik, bütün romanlarında karşılaşacağımız üzere, Thomas Bernhard’ın kendine özgü ayrıksı üslubunun doğasını oluşturur. Saplantının döngüsel ya da daha doğru bir deyişle dairesel hareketi yalnızca roman karakterlerinin özelliği olmakla sınırlı kalmaz, bizzat anlatının kendisi de bu harekete göre biçimlendirilmiştir. Dolayısıyla, Bernhard’ın roman dünyasının formülünü, bu dairesel tekrar hareketinde bulabiliriz.

    Tintoretto’nun (1518-1594), beyaz sakallı adam'ı. . Tablonun bugün, romanda denildiği gibi Viyana Sanat Tarihi Müzesi’nde Bordone Salonu’nda değil Bassano Salonu’nda olduğu söyleniyor. Önemsiz bir bilgi roman açısından, yine de kaydedeyim. Tintoretto, İtalyan rönesansının ustalarından, maniyerist akımın temsilcilerinden sayılıyor. Maniyerizmin Beyaz Sakallı Adam tablosundaki karşılığı nedir ve bunun Bernhard’ın anlatı stratejisiyle nasıl bir ilişkisi vardır tartışılır. Tabloya dair açık nedenler sunmuyor Bernhard.

    Analitik bir kafaya sahiptir Reger, hiçbir şeye çözüm getiremeyen ama her şeyin çözümlemesini gidebileceği en uç noktaya kadar götüren “filozofik” bir kafa. Ancak, Canneti’nin Körleşme’sindeki Mr. Kien gibi “dünyasız bir kafa” değil kesinlikle. Reger, uyumsuzluğunu, dünyanın estetik kuruluşunun reddiyesine ve ahlaki bir olumsuzlamaya dönüştürmüştür; zihnini sivrilttikçe sivriltmiş, saplantıyı bir ‘yeraltı mekanı’na dönüştürerek dünyanın ‘eleştirisi’ni uzlaşmaz bir bilinç biçimi haline sokmuştur. Kendisini “eleştirel bir sanatçı” olarak tarif eder Reger, “düşünen bir insan”; doğuştan mutsuz bir insan olduğunu ısrarla söylemesine rağmen, yine de aynı zamanda mutlu olduğunu öne sürmesinin nedeni de budur. Anlatıcı-Atzbacher ise, Reger’in “kavramın tam anlaşılırlığıyla filozof” olduğunu söyler, onun “gerçekten de keskin kandırılamaz bir akla sahip” olduğunu. Çok bilgili olmasıyla ilgili bir şey değildir bu; bilgi çokluğundan öte, katı yargılarının ardındaki bakışın derinliği ve keskinliğiyle ilişkilidir kastedilen filozofluk. Düşünce ve duyumsayışlarının dikey boyutuyla. Durmaksızın aynı ayrıntıların etrafında döner, aynı şeyleri tekrar ve tekrar yinelerler Bernhard karakterleri. Bütün’ün dehşetini, dünyanın bayağılaşmasını, şimdiki zamanın katlanılmazlığını göstermek üzere sürekli bir mide bulantısı, tiksinti eşlik eder bu yinelemelere. Eski Ustalar‘da bu yine de, salt şimdinin karabasanı olarak değil, geçmişten bugüne uzanan bir kabusun süregidişi halinde kurgulanmıştır. Reger geçmişe kaçtığını söyler ancak bir nostaljik eğilim değildir bu, geçmiş de aynı şekilde midesini bulandırmaktadır. Geçmişi şimdinin çamurlu akıntısından yüzeyde kalarak kurtarmak olanaklı değildir.

    Her tür ‘tamamlanmışlık’, her tür ‘bütün’, her tür ‘eksiksizlik’ katlanılmaz bir şeydir Reger’ın düşüncesinde. Konu ister sanat olsun, isterse hayatın başka bileşenleri; ister yücelik ister bayağılık, ki roman boyunca yüce olan ile bayağı olan sürekli birbirinin yerine geçer ve çoğu zaman aynı şeydir, tamamlanmışlık ve mükemmellik kabul edilemez olandır; sahteliği onayan, düşünceyi, eleştirel bir kafayı dumura uğratan budur. “Bütün, yanlıştır” diyordu Adorno Hegelci özdeşlik felsefesine karşı. Bernhard Eski Ustalar‘da hem bu önermeyi geçerli kılar, bütün’ün dehşetli yanlışlığını hiçbir uzlaşmaya imkan vermeksizin, tiksintiyle ve öfkeli mide bulantılarıyla gösterir; hem de, aynı zamanda kurtarıcı olanın bütün’ün bütünlükten yoksun olması, tamamlanmamışlığı, eksikliği ve kusuru olduğunu öne sürer. “Bütünlük” tamamlanmışlık anlamına gelir, Eski Ustalar’da Bernhard’ın işletmeye çalıştığı eleştirinin olanağı ise tamamlanmışlığın bir yanılsama olduğundan hareket eder. Yanlışı bütün kılan temel yanılgıdır bu. Reger, “benim gibi bir kafanın, ki bu ömür boyu kararsız bir kafa olmuştur, varlığını sürdürmesini sağlayan bu gerçektir” diyecektir, yani tamamlanmamışlık, eksiklik ve kusur. Eski ustalara hayranlık ve mükemmellik arzusuyla değil onlardaki tamamlanmamışlığı, eksikliği ve kusuru aramak üzere gitmek gerektir. Sonuna kadar dikkatle bakmak, eleştirel bakışımızın nesnesi haline getirmek gerektir.

    “Yüzyıllardan beri eski ustalar olarak anılanlar yalnızca üstünkörü bir bakışa dayanabiliyorlar, onlara dikkatli baktığımızda ve sonunda onlara gerçekten de son derece dikkatli bakıp uzun uzun incelediğimizde, yavaş yavaş çözülüyorlar, parçalanıyorlar önümüzde ve kafamızda yavan, hatta çoğu kez son derece adi bir tat bırakıyorlar. En büyük ve en önemli sanat yapıtı bile sonunda devasa bir adilik ve yalan yığını gibi kafamıza çöküyor….”

    Eski Ustalar‘da yargılar aşırıya vardırılmış, dünyanın ve sanatın yüzeyselliğin ötesinde başka bir açıdan görünür kılınması için her vurgu abartılmıştır. Abartı kasıtlı bir tercihtir Bernhard romanlarında, metinde yol aldıkça hiç de abartılı görünmez oysa. Eleştirel düşünce açısından ‘abartı’ denilecek şey tam da gerçekliğin resmidir. Eski Ustalarda‘da anlatının kastını belirginleştirmek için her şey abartılır yine. Müzeden ve içindeki tablolardan nefret eder Reger; o, her şeye derinlemesine bakmış, tümden okumuş, tümden dinlemiş ve tümden izlemiştir her şeyi ki sonuç, bu derinlemesine yönelişin sonucu, her şeyden nefret etmek olmuştur. Tüm görsel sanatlardan, tüm müzikten ve tüm edebiyattan aynı şiddetle nefret. Aynı bakışın sonucu olarak sonunda tüm dünyadan ve insanlıktan, ‘insan dünyası’ndan tiksinmiştir. Bu dünya, çünkü, geçmişten bugüne, “gülünç ve aynı zamanda derinlemesine acıklı” olduğu kadar “kitsch”ten ibarettir.

    Eski ustalar denilen ustalardan, sanat ve düşünce tarihinden, dünün ve bugünün devletçi, darkafalı dünyasından öfkeyle ve tiksintiyle söz eder Reger tekrar ve tekrar; neredeyse hepsi bayağılaşmanın, bugün artık katlanılamaz hale gelmiş olan yüzeyselliğin, ikiyüzlülüğün ve yabancılaşmışlığın örnekleridir. Abartının bir başka nedeni, bütüne karşı direnebilmek için onu ‘gülünçleştirme’ niyeti taşımasıdır. Eski Ustalar, bu yanıyla, Bernhard’ın ironik şiddetinin, okurunda gülmeye imkan vermeyen şiddetli gülünçleştirme çabasının en güçlü örneğidir. Sanıyorum kitabın orjinal adının Alter Maister. Komödie olması işletilen ironinin şiddetiyle de ilgilidir. Bunu belki de Kafkavari ironinin aldığı yeni bir biçim olarak düşünebiliriz. Gülünçlük iyice belirsizleşmiş ve görünmezleşmiş ve sanki görünmezleştikçe de şiddeti artmıştır.

    Reger’in sanatla ilişkisi çift yönlüdür, dolayısıyla eski ustalarla da öyle; saplantılı bir şekilde durmaksızın onlara döner ve aynı zamanda da onlardan sonsuz bir şekilde nefret eder. Bu çelişkiyi karakterin bir çok yaklaşımında görürüz. Doğuştan müzelerden nefret eden biri olduğunu söylerken, bütün bir hayatını sanat tarihi müzesine giderek geçirmiştir. Kadınlardan irkilir ve nefret ederken bir kadın tarafından kurtarılmıştır. İnsandan ancak tiksinilebileceğini söyler sürekli, ancak aynı zamanda insana gitmeye mecbur olduğumuzu da. Bu eski ustaları derinlemesine iğrenç bulduğunu ve yine de onlara gittiğini söyler Atzbacher’e ve bunun korkunç olduğunu. Doğmuş olmanın en büyük felaketimiz olduğunu dile getirir, başka bir yerde kendini öldürmeyi kesin olarak olumsuzlar vs.

    Bütün bu türden çelişkiler, karakterin içsel tutarsızlığını göstermezler aslında, öyle düşünsek bile bunun bir önemi yoktur. Buradaki mesele, bu tutarsızlığın, dünyanın görünür yüzeyindeki varoluşsal paradoksu göstermesidir esas olarak. Dünya bir cehennemdir, bayağılaşmanın, tekdüzeliğin, riyakarlığın, kendimize ve birbirimize söylediğimiz yalanların ve böylece idare edip gitmenin cehennemi. Buna ‘doğrudan’ ve ‘tümüyle’ bakan bilinç elbette, her şeyden önce varlığını sürdürmekle yok olup gitmek arasındaki sürtünmenin şiddetiyle varolabilecektir. Nietzsche’nin “trajik insanı” gibi her şeye ve hayatın kendisinebizzat, hem “büyük bir Evet” hem de “güçlü bir Hayır” diyecektir. Hem “en yüksek” hem de “en iğrenç olandır” sanat, bu bağlam içinde. Ama, sanatın kurtarıcılığı fikrine yine de inanır bir şekilde Reger, tıpkı Adorno’nun sanata bakışı gibidir Bernhard’ın bu karakter dolaymında sanata bakışı. “Kendimizi yüksek ve en yüksek sanatın var olduğuna inandırmalıyız” der Reger, “yoksa umutsuzluğa kapılırız”. Umutsuzluğa kapılmak kaçınılmazdır, ama ona karşı direnmek gerekir. Bütün bir sanatın tarihin çöplüğünde son bulacağını, gerçekte hiçbir şeye yaramadığını bilsek de, kaçınılmaz bir şekilde mahvolmamak için umudu büsbütün yok etmemeliyiz, diye düşünür Reger.

    Dünyanın katlanılmazlığının, sanatın ve felsefenin kitsch‘leşmesinin asıl sorumlusu en başta eski ustalardır, çünkü “bu resamların hepsi yalancı devlet sanatçıları”dır onun bakışında, edebiyatın ve felsefenin durumu da öyledir. Tintoretto’nun tablosu karşısındaki kadife bank, bir sığınak gibidir Reger için; orada nefes alabilir, düşüncelerini derinleştirebilir ancak. Bir kaçış imkanı ama tümüyle kurtuluş değil yine de. Reger’in varoluş çabası bir saplantıya, kendi deyişiyle “delice bir alışkanlığa” dayanmıştır bu yüzden. Böylece dünyadan kurtulamasa bile, ona teslim olmasını, kendi bilinci içinde onunla uzlaşmasını engelleyen bir aralık oluşturabilmiştir. Bir anlamda, Hegelci “mutsuz bilinç”in dünyaya dilsel bir şiddetle yönelişidir Bernhard’ın edebiyat girişimi. ‘Mantıksal’ nedenlerle açıklanabilecek bir şey değildir karakterlerinin saplantıları tümüyle. Reger, Sanat Tarihi Müzes’ne sırf Beyaz Sakallı Adam için gitmediğini, asıl olarak ideal ışık, ideal sıcaklık ve ideal İrrsigler için gittiğini de söyler. Eleştirel sanatını icra edebildiği ve düşünebildiği ideal noktadır orası. Yegane kurtuluş ölüm fikriyle çıkar ortaya Bernhard karakterlerinde, ölümü bir kurtuluş gibi düşündüklerini görürüz, ama kendilerini öldürmezler. Varoluşu romanlardaki karakterlere benzerler bir yanıyla, ancak bu tamamen biçimsel bir benzetme olabilir. Bernhard karakterlerinin dünyayla iliskisi edilgen bir geri çekiliş ya da pasif bir bulantı duygusu değildir.

    Dünyayı yadsımakla dünyada olmak arasında, oldukları şeyle olamadıkları kişi arasında, keskin bir akılla dönüşsüz bir delilik arasında sıkışmışlardır hepsi. Ancak, Bernhard, bu sıkışmışlığı aynı zamanda ve asıl olarak bir çıkış noktası işlevi haline dönüştürmek ister. Kendi “delilik”lerinin bilincindedir her biri, bilinçleri de aşırılaşmıştır bir anlamda; dolayısıyla bir noktada sıkışma olarak görülen şeyin başka bir açıdan bir tür konumlanış olduğunu, verili öznelliği iptal eden bir özneleşme hamlesi olduğunu söyleyebiliriz.

    “Gerçekten de Sanat Tarihi Müzesi’nin bana kalan tek kaçış yeri olduğunu düşünüyorum, dedi Reger, eski ustalara gitmeliyim varlığımı sürdürebilmek için, tam anlamıyla eski ustalar diye anılanlara, çok uzun süredir ve onlarca yıldır nefret ettiklerime, çünkü Sanat Tarihi Müzesi’ndeki bu eski ustalar denilenlerden nefret ettiğim kadar hiçbir şeyden nefret etmedim ve de genel olarak eski ustaların hepsinden, isimleri ne olursa olsun, nasıl resim yapmış olurlarsa olsunlar, dedi Reger, ve her şeye rağmen onlar beni hayatta tutan. Böylece kentte dolaşıyor ve bu kente artık dayanamadığımı düşünüyorum, yalnız kente değil tüm dünyaya, ardından da tüm insanlığa artık dayanamadığımı, çünkü dünya da tüm insanlık da artık o kadar korkunç oldu ki, yakında onlara dayanılamayacak….”

    İrrsigler müze koruma görevlisidir, anlatı boyunca arka planda bir görünüp bir kaybolur. “Burgenland budalalığının“ tipik bir temsilcisidir Reger’in tarifinde İrrsigler, müzedeki işi boyunca ve kendisinin eğitimiyle bu budalalıktan sıyrılmıştır bir anlamda. Reger’in etkisinde fikirler edinmiş, düşünmeyi öğrenmiştir. Öyleki sonunda Reger’a göre, İrrsigler “sanat tarihcilerinin gevezeliklerinden” daha cok şey biliyordur. Otuz yıl boyunca sessiz bir anlaşmayla o kadife bankı Reger için ayırmıştır İrrsigler. Romanın anlatıcı karakteri Atzbacher‘da o bankta kendisine yirmi yıldır eşlik etmektedir. “Felsefe yapan bir yazar”dır Atzbacher, ama aynı yapıt üzerine onlarca yıldır çalıştığı halde tek bir bölüm bile yayınlamamıştır. “Siz asil ve özel bir insansınız” der Reger Atzbacher‘e. Karısını o bank üzerinde tanımış, tuhaf bir ‘sevgiyle’ kendisini kurtardığını söylediği karısının ölümünden de (Schopenhauer cümlelerinden başka) yine “bu delice alışkanlığı” sayesinde, Sanat Tarihi Müzesi’nde Beyaz Sakallı Adam tablosu karşısında kadife banka oturma alışkanlığı ile, kurtulmuştur. Tablo ve karşısındaki bank, sabit bir dayanak noktası halinde, roman boyunca başlıbaşına bir motif olarak işlenir.

    Bernhard karakterlerinin saplantılı doğası hakkında bazı sonuçlar çıkarabiliriz bundan. Verili dünyanın ölçüleri açısından “hastalık” olarak görülecek olan şey, karakter konuştukça “keskin bir bilinc”in tezahürü olarak belirginlik kazanacaktır. Bu “delice alışkanlıkların”, saplantının yalnızca görünür dünyanın tiksindirici kitsch‘liğinden kaçmak ve bu bayağılaşmış dünyayı yadsımakla sınırlı olmadığını da farkedebiliriz bu noktada. O görünürlüğün ardındaki dehşetli hiçliğe karşı da bir direnme arzusudur söz konusu olan. Reger alışkanlığının bir delilik olarak görüleceğinin farkındadır elbette, ama o dediği gibi psikologların eline düşmemiş, saplantıyı bilincin dayanak noktasına dönüştürerek bir yeraltı mekanizmasına çevirmiştir. Bu noktada Bernhard romanlarının nihilistik damarına da gelmiş oluyoruz bir bakıma, ama şimdilik bunu geçelim.

    Reger’in tasvirinde dünya, adeta bir lağım çukurudur, “gülünç bir lağım çukuru”. Bayağılığın ve sahteliğin kirli havasıyla soluksuz kalmanın, insanın kendisine ve dünyaya katlanmasının olanaksız olduğu bir yer. Aynı zamanda da insan bununla uzlaşmaya zorlanır, daha doğumundan itibaren bu dünyaya boyun eğdirilir. Buna karşılık, Reger aracılığıyla eski ustalara ve eserlerine sövüp sayarken Bernhard, yıkıcı bir eleştirel bakışla sanat ve düşünce tarihini alt üst etmekte, yanı sıra aile kurumundan eğitime, sanattan politikaya, kültürden devlete, hükümetten medyaya her şeyiyle dünyayı katı bir şekilde yargılayıp mahkum etmektedir. Anlatı boyunca mide bulantıları eşlik eder bu yargılara, mide bulantısı giderek tiksintiye dönüşür, öyle ki sonunda anlatının bütünü dünyaya karşı bir kusma biçimine bürünür.

    “Eski ustalar denilenler, özellikle de birçoğuna yan yana bakıldığında, yani yapıtlarına yan yana bakıldığında, yalancılık hayranlarıdır,” diyecektir Reger. En çok Stifter’e ve Bruckner’e yöneliktir saldırıları, çünkü onlar Avusturya’da en çok övülen ve büyük kabul edilen isimlerdir ve dolayısıyla yürütülen ‚estetik sorunsallaştırma‘nın hedefinde yer alırlar. Onlardan ibaret değildir elbette saldırı, sanatın her dalından giderek ve tekrarlar ve tekrarlar halinde artık isimleri gerçekten evrensel olarak ustaya çıkmış olanları da içine alacak şekilde genişler liste. Stifter, “edebiyatın bayağılaşması” ve bir “düzyazı bozucusu”, Bach “gürültücü bir devlet sanatcısı”, “şu iğrenç Dürrer” doğayı tuvale sokup öldüren bir hayat düşmanı, Velazquez “kahrolası bir devlet sanatcısı”, Bruckner “sanat düşmanı bir müzik bozucu” ve Heidegger, „gülünç ve darkafalı bir taşralı“lıkla “felsefe bayağılaştırıcısı”dır -bu liste uzar sürekli ve ustalar’ın gülünçlükleri, bayağılıkları, yalancılıkları, yaltakcılıkları yeniden ve yeniden vurgulanarak takrarlanır. Ne Bethowen kalır geriye, ne de Mozart ayrı tutulur bu saldırılardan, ikisi de kitsch doludur. Montaigne, Goethe, Kant, Pascal, Voltaire dee öyle ya da böyle paylarını alırlar. Ancak burada bir parantez açmakta fayda var hemen: Goya’yı, Schopenhauer’i, Nietzsche’yi, Gogol’ü, Dostoyevski’yi bir şekilde ayırıyordur Bernhard, ince çizgilerle ama temelli bir ayrımla onları sövüp saydığı eski ustalar’ın listesine dahil etmiyordur büsbütün.

    Eski ustalara karşı geliştirilen sistematik saldırının muhtevası, sonuç olarak dünyanın yadsınması biçiminde belirginleşen bir ahlaki ilke halinde formile edilebilir sanıyorum. Ahlaki bir yıkım ilkesi ya da “tüme yönelik bir yıkma mekanizması” Reger’in deyişiyle. Bütün bu eski ustalar “şişirilmiş olağanüstülüklerdir”, olduğu haliyle sanat ve felsefe, yıkım ilkesini perdeleyen yalanlardır. Dünyanın estetik ve etik düzeyde ideolojik biçimine karşı sistematik bir saldırıdır söz konuus olan. Bunların alımlayıcısı olan okur da bizzat okuma deneyimi sırasında payını alır bu tiksintiden. Okur çünkü zaten, Reger’in “insanlık devleti” dediği lanetin bir parçasıdır çoktan, doymak bilmez bir açgözlülükle metinleri tüketir ve daha fazla tüketir. Resmin izleyicisi, müziğin dinleyicisi için de geçerlidir bu. Aynı şekilde buna bugün sinema izleyicisini de dahil etmek gerektir. Bütün bir sanat bayağılaşmış ve mide bulandıcı şekilde konformizmin aracı olmuştur. Ne kadar yüceltilirse yüceltilsin ve ne kadar olağanüstü olursa olsun “alçak bir sanattır” söz konusu olan. Tam bu noktada “konformizm”in bir kavram olarak Bernhard romanları açısından altını çizmek gerek. Eski Ustalar’da dünyayla her türlü uzlaşım tiksintiyle karşılanır.

    Tiksinme, Eski Ustalar’ın yıkıcı sanat ve düşünce tarihi okumasının karşılığı olarak aynı zamanda dünyanın ‘entelektüel‘ yadsınmasının da ahlaki bir yıkım ilkesine bağlı olduğu anlamına gelir. Bu yıkım ilkesini metnin her noktasında hissederiz. Dünya hep daha kötüye, bayağılık hep daha bayağılığa, alcaklık hep daha derin bir alçaklığa ve insanlığın kendine ihaneti daha derin bir ihanete doğru gitmiştir. Her şey kitsch’in hükmündedir, dar kafalılık, bayağılık ve taşralılık her şeyi öğütür. Bernhard’ın sanat tarihine ve dünyaya bakışı ve bir yıkım ilkesiyle “eleştirel” konumlanışı, bu noktada, başlı başına bir tez konusu olabilir. Her sanat tarihi öğrencisi ya da ilgilisi açısından etkileyici, şaşırtıcı bir okuma deneyimi sunacaktır Eski Ustalar, diye düşünüyorum. Metin olarak, üslubunun ayrıksılığı ve dilsel şiddetiyle, sanatın neliği ve düşüncenin eleştirel imkanı üzerine felsefi tartışma bağlamında ayrıcalıklı bir yer edinecektir. Hem sivriltilip keskinleştirilmiş, hem de derinleştirilmiş bir eleştirel sanat felsefesidir Bernhard’da bulacağımız. Edebiyatı, roman sanatını hikayecilikten, katarsis girişiminden çıkarıp bir cehennem tasvirine, bulantının şiddetli bilincine, ayakkabımızın içinde sürekli varlığımızı rahatsız eden bir taşa dönüştürmek istemiş gibidir. Yüceltilen eski ustaların sanatına ve dünyanın verili haline katlanamayan bu yadsıyışın anlamı nedir, edebiyat biçimine bürünmüş bu öfkenin ve tiksinmenin gerekcesi ve geçerliliği nedir? Tartışmak ve anlamaya çalışmak, bakış açısını ve araladığı perdeyi yorumlamak gerekiyor? Ne anlatmaktadır? Ne önermektedir Bernhard? Nereden konuşmaktadır? Bordone Salonu’ndaki kadife bankın eleştiri açısından teorik karşılığı nedir? Sadece mutsuzluk biçimiyle değil, umutsuzluğunun anlam katmanlarıyla ve karamsarlığının nihilistik olduğu kadar anarşik muhtevasıyla da ilgi çekicidir roman bu sorular bağlamında. Bunlar üzerinde ayrıca düşünmeyi gerektirir.

    Metin böylece katmanlaşır ve derinleşerek bir anafor oluşturur sayfalar boyunca. Sürekli tekrar hareketinden ve yinelemelerinden oluşması nedeniyle Bernhard’ın anlatı evreninin haklı olarak “dairesel” ve “eliptik” yapısına işaret edilir. Ancak basitçe, aynı cümlelerin bir kaç sayfada bir aynı şekilde tekrar edildiğini düşünmek yanıltıcı olacaktır yine de; aynı şeyler tekrar edilirken Bernhard’a özgü bir teknikle bir çok düzey içiçe geçirilir, ne olduğunu farketmemize fırsat bulmaksızınyorsa da, bu yapının “helezonik” bir işleyişinin olduğundan da söz etmek yerinde olur. Bu anofor içinde okur, Bernhard’ın Avusturya devletine ve kültürüne ve insanına yönelttiği dilsel şiddeti bir metafor olarak düşünme imkanı bulacaktır. Eski Ustalar’da bir “devlet eleştirisi” biçimini alır Bernhard’ın tiksintisi, eski ustaları da çoğunluk devlet sanatcısı olmakla suçlar. İçinde yaşadığı toplumla ve kültürle çatışırken sistematik bir art alan oluşturduğu, ahlaki bir yıkım ilkesinden hareketle insan’ın kendisine yöneldiğini hissederiz Bernhard’ın. Devlet, yaşamı ele geçiren ve sakatlayan, dünyayı bir lağım çukuruna dönüştüren yapının rasyonel biçimidir; devasa bir insanlık yalanı, mide bulandıran bir iki yüzlülüktür. Yalnızca bürokratik bir yönetim mekanizması değil, sanki bir bilinç hali olması nedeniyle dehşet nedenidir devlet. Bernhard’ın“insanlık devleti” dediği şey belkide budur, “devlete dönüşmüş insanlık”.

    Thomas Bernhard edebiyatında göreceğimiz “anti-hümanizm”in keskin ve sarih biçimi Eski Ustalar‘da ortaya çıkar; insanlığın bugün artık kendisi devlet olmuş insan-dışılıktan başka bir şey olmadığı söylenir örneğin. “İnsanlık devasa bir devletir” der Reger, “ondan, eğer doğruyu söyleyecek olursak, her uyandığımızda midemiz bulanır. Her insan gibi ben de uyandığımda midemi bulandıran bir devlette yaşıyorum. Bizdeki öğretmenler insanlara devleti öğretirler ve devletn tüm korkunçluğunu ve ürkünçlüğünü ve devletin tüm yalancılığını, bir tek tüm bu korkunçluğun ve ürkütücülüğün ve yalancılığın devletin kendisi olduğunu öğretmezler.” İnsandan ancak tiksinti duyulabilir, yalancılığıyla, iki yüzlülüğüyle, uzlaşmalarıyla. Kişinin kendisi dahil. Bu tiksinti, mide bulantısı Eski Ustalar’ın bütününde sürekli yayılıp genişleyen, sivrilip derinleşen bir öfke halinde sunulur.

    Peki Eski Ustalar’da olay nedir? Bir Thomas Bernhard romanını, özellikleri ve meseleleriyle yeterli bir şekilde özetleyebilmek ne kadar zorsa, olay örgüsünü dile getirebilmek bir o kadar kolay görünür. Eski Ustalar’da da böyledir durum; hikaye, olay bakımından en basit düzeye indirgenmiştir. Reger Atzbacher’e yarın kendisiyle Sanat Tarihi Müzesi’nde buluşmak için bir randevu vermiştir. Onu, Burg Tiyatrosu’nda sahnelecek olan Kleist’ın Kırık Testi oyununa davet edecektir. Bütün olay bundan ibarettir, örgü daraltılmış, 150 sayfa boyunca tekrar ve tekrar edilen meseleleriyle anlatı eylemden arındırılmış halde, bu basit olaydan ibaret kılınmıştır. Biçim anlatıyı bir düşünce metni haline getirir böylece, sorgulayan ve yıkıcı bir bilincin özgün bir karşılığına. Bernhard’ın dehası bu noktada belirginleştirilebilir. Edebiyatın imkanını düşünme gücüne çevirmiş, roman sanatını yeni bir üslupla değerlendirerek düşünmenin imkanına dönüştürmüştür bu anlatılarda Bernhard. Bütün bunlar üzerinden yeniden geçmek, Thomas Bernhard’ın roman dünyasının karakteristiklerini bir tekrar halinde başka romanlarında da yeniden katetmek gerekiyor.

    Eski Ustalar (1985), Thomas Bernhard, çeviri:Sezer Duru, Yapı Kredi Yayınları.

    kaynak: https://mutlaktoz.wordpress.com