1. trabzonspor'u trabzon'dan ayrı düşünerek yapılan tüm tahliller hatalıdır. zira trabzonspor, trabzon'dur.

    hrant dink'in katili ogün samast olayını ele alalım. ülkenin bir aydınını göz göre göre katleden samast'ın o günlerde giydiği "beyaz bere" trabzonsporlular tarafından pek bir benimsenmiştir. öyle ki olaylar daha sıcakken binlerce kişiden oluşan tribünün hemen hepsi beyaz bere takıyorlardı.bu da yetmezmiş gibi şehrin güya önde gelen isimleri de üstü kapalı bir şekilde bu caniye sahip çıkmışlardır. sahip çıkarlarken de gevrek gevrek "milli hassasiyetlerimiz çok yüksek", "trabzon halkı haksızlığa gelemez", "karadeniz insanı çok ateşlidir" gibi mikro faşistlik kokan sloganlara sarılmışlardır.

    gelelim bir diğer olaya. katolik rahibi andrea santoro'nun trabzon'da silahlı saldırı sonucu öldürülmesinin üzerinden tam 10 yıl geçmiş. üstelik o olayın da faili henüz reşit olmamış, "milli hassasiyetleri yüksek" biriydi.üstelik ilk sorgusunda rahibin kendisine sarkıntılık ettiğini belirtmiş, istediği reaksiyonu alamayınca rahibin "katolik propagandası" yaptığını belirtmiş, bu da yetmemiş yine ne yapıp edip olayı "türkiye cumhuriyeti üzerine oynan oyunlara" bağlamıştır. bu olayda da başta mülki idare amirleri ve şehrin önde gelen isimleri tarafından bu olay "münferit" olarak açıklanmış ve olayın arkasında "dış güç provakasyonu" olabileceği iddia edilmişti. şehrin genelinde ise cinayetin motivasyonu "milli ve dini değerlere hassasiyet" olarak benimsenmiştir.

    gelelim 2015 yılına. fenerbahçe futbol takımı rizespor ile yapılan maç dönüşünde trabzon il sınırlarına girdiğinde otobüsü kurşunlanmış, toplu katliamın eşiğinden dönmüştür. öyle ki otobüsün şöförüne kurşun gelmiş, otobüsün şarampole yuvarlanması hedeflenmişti. ancak şansla açıklanabilecek şekilde otobüs devrilmemiş, sporcular ve teknik heyet hayatta kalabilmişlerdir. bu olayın hemen ardından trabzon valisi otobüsün camına atılanın kurşun değil "taş" olduğunu açıklaması, başta şehrin milletvekilleri ve mülki idarecileri olmak üzere tüm trabzonlu ilgililerin olayı "münferitleştirmesi" üzerine konu yaygaraya getirilmiştir. üstelik o günden hemen sonraki gün "milli hassasiyetleri yüksek" bir genç olayın faili olarak göz altına alınmıştır. karakolun hemen önüne gelen bu gencin annesi trabzon başkanını bu olayın planlayıcısı olarak suçlaması ve hemen ardından oğlunun bu işe bizzat trabzon başkanı tarafından bulaştırılmasını açıklaması ise yine her zamanki gibi yaygaraya getirilmiştir.olayın üzerinden geçen 1 yılı aşkın zamandır davayla ilgili tek bir gelişme yaşanmamıştır.

    gelelim bir kaç ay önceki salih dursun vakasına. trabzonspor'un galatasaray ile yaptığı maçta hakeme fiili müdahalede bulunarak, elinden kartı alarak kendisine gösteren salih dursun vakasından bahsediyorum. ortada fiili bir müdahale söz konusu iken bu "milli hassasiyetleri yüksek" gencimiz rasyonel akıl tarafından anlaşılması mümkün olmayacak şekilde trabzon'da kahraman ilan edilmiştir. öyle ki, kendisinin ismi bir sokağa dahi verilmiştir. o dönem trabzon milletvekilleri ise üstlerinde trabzonspor formasıyla tbmm'de sanki başka sorumlulukları yokmuş gibi salih dursun'a destek olup, saldırıya uğrayan hakeme faturayı kesmeye kalkmışlardır.

    şüphesiz buna benzer daha çok olay trabzon'da vuku bulmuştur. ancak bu 4 olayı analiz ettiğimizde, olaylar her ne kadar birbirinden bağımsızmış gibi gözükse de faillerin hep "milli hassasiyetleri yüksek gençler" olduğunu, şehrin en akil olması gereken kişilerden tutun da sıradan halka kadar istisnalar haricindeki büyük kalabalığın bu olayları geçiştirdiğini hatta sahip çıktığını, üstelik ankara’nın da “aman oylarımıza bişey olmasın” diyerek olayları sineye çektiğini hatta “dış güçlerin provakasyonuna” bağladığını görebiliriz. bu 4 olayın yaşanmasının sebebine, öncesine, sonrasına bakıldığında, olayların birbirinin kopyası olduğunu anlamak için keskin bir zekaya ihtiyaç bulunmamaktadır.

    peki bu olaylara neden trabzonlular imza atıyor ve bu olaylar daha devam edecek mi? öncelikle bu olayların artarak devam etmemesi için hiç bir neden olmadığından, daha büyük rezaletlerin yaşanması sadece an meselesi olduğunu söyleyebiliriz. ilk sorunun cevabına gelirsek de, cevaplamak için yeşilçamdan çok kıymetli bir filmi kullanarak gerekiyor. “aile şerefi” filminden bahsediyorum. maddi gücünün sınırı olmayan fabrikatör bir baba ve onun bir tanecik oğlu oktay.. oktay’dan başka çocuğu olmayan ve onun yaptığı her türlü haylazlıkları,suçları parasıyla, gücüyle kapatmayı kendisine görev edinmiş baba, ürettiği buzdolabının markasına bile oğlunun adını vermiştir. hatta cemiyetlerde bol bol tekrarladığı “bütün dünya ölsün yeter ki oktayıma bi şey olmasın” repliği kulaklarımızdan silinmez. hafızalarımızı tazelemek gerekirse beklenildiği gibi bu oktay’ın arsızlıkları her geçen gün katlanarak artmış, toplum için adeta bir tehdit halini almıştır. nihayetinde nişanlısı olmasına ragmen sırf bir kızdan hoşlandı diye, o kızın ve kızın kardeşinin hayatını mahvedecek eylemlerde bulunmuş, yine de babasının bu olaya yaklaşımı “bu çocuk genç yahu, olur böyle şeyler” şeklindedir.

    işte bu gencimiz oktay aslında trabzondur, trabzonspordur, ona babalık yapan şahsiyet ise bizatihi devletin kendisidir. filmin sonunu hatırlamayan varsa hatırlatayım, toplum için adeta canlı bir bomba haline bürünen oktay, zarar verdiği masumlardan biri olan o kızın ailesi tarafından öldürülmüştür.

    filmi izlerken belki en çok küfür yiyen karakter oktaydı ancak herkes içten içe bilirdi ki, o küfürleri oktay’dan daha çok yemeyi hakeden karakter babasıydı, oğlunu sevmeyi beceremeyen fabrikatör saim bey..