1. temelden başlayan 'eğitim sistemi' sorununun son halkası üniversitelerin genel sorunlar dışında sorunları da olduğunu düşünenlerdenim.

    -öncelikle kadrolaşmanın kendi çevresi içerisinde olması, eş, dost, çocuk,yeğen her kimse okula bir şekilde entegre ediliyor.

    -ikincisi mantar gibi türeyen üniversitelerin içinin gerçekten çok boş olması, yeterli 'teori' bilgisini bile veremeyecek okullar var ne yazıkki.

    -bunların yanında bir sürü nokta mevcut ama benim kanaatim üniversite özelinde değerlendiriyorsak 'pratik eğitim' sorunudur.

    iş hayatınıza atıldığınızda size öğretilen teoriler bir yere kadar yeterli olabiliyor lakin öğrencilerin(kendimde bu süreçten geçtim) ama iş pratik kısmına geldiği zaman bocalama süresi genel olarak çok fazla oluyor.
  2. birşey bilmemesine rağmen asistan ,yrd doçların yüksek eğo patlamasından kaynaklı bilim zafiyeti. problemin çözümünü bilmeyince siz bunu evde bakarsınızla geçiştirmeleri felan yüksek kalitesizlik örneğidir.
  3. aslinda birbirini besleyen sorunlar olsa da halkanin bir yerinden anlatarak baslayacagim.

    egitimci olmaya uygun nitelikleri olmayan kisilerin egitimci olmalari. adam kayirma, es dost torpili kisimlarini bile goz ardi etsek, egitimci olmak pek cok farkli ozelligi barindirmayi gerektiriyor. psikolojik olarak ozellikle bu nitelikleri uzerinde tasimayan insanlarin ogrencilerle bir araya gelmesi bence cok tehlikeli. taciz vs bunun en uc ornekleri. ama en basitinden yanlis kurulan iletisim sonraki yillarda yetisen insanlarin da farkli negatif ozelliklere sahip olmasina sebep oluyor. (yazar arkadaslarin bahsettigi ego sorunlari da buradan geliyor bence, kendilerine yapilan muameleyi siralari gelince onlar uyguluyorlar)

    egitim sisteminin sorgulamayi ogretmesi. her sey ezber. her sey test. nasil ogrenecekler soru sormayi? soru sormadan ilerleme olmasi mumkun mudur? soylenen her seyi dogru kabul eden nesiller yetisiyor.

    insanlarin ozelliklerine, yeteneklerine gore meslek yonlendirmesi yapilmamasi. bu biraz daha gelismis bir sistemi gerektiriyor, ama ideal duzende bunun olmasi gerektigine inaniyorum. herkes doktor, muhendis mi olmak zorunda? herkes testte mi basarili olmali? bu sisteme uyumlu insanlar sanslilar ve bu sayede basarili olarak adlandiriliyor, geri kalan herkes ise malesef basarisiz. oysa edebiyat, muzik, spor ve niceleri de kariyer elde edilebilecek alanlar ve iyi bir egitim altyapisi gerektiriyor.

    simdi bu son soyledigim sonra yanlis yoneticiler, yanlis egitimciler hatta en temelinden yetersiz ebeveynler olarak bize geri donuyor. bu zinciri bir yerden kirmak lazim ama kirabilecek yoneticileri yetirtiriyor muyuz, bu da baska bir icinden cikilmaz soru isareti.

    not: muhendisim, omrum boyunca da hem ailem sayesinde hem de sistem sayesinde 'basarili' olarak kodlandim. ama sistemin benim isime yariyor olmasi beni mutlu etmiyor.
  4. okuldan okula değişiklik gösteren sorunlardır. mezun olduğum okul yıllardır bürokrat yetiştirmesiyle ünlü 150 yıllık bir okul olan mülkiye. başka okullarda çok yaygın bir ego sorunu olsa bile bizim okulda daha azınlıkta kalan bir durumdu bence. ancak bir döneme 12-13 ders konulması ve hepsinin zorunlu olması, 3 seçmeli ders verip 2 tanesini seçmenin zorunlu olması, muhteşem ağır ders yükü gibi kendine has problemleri vardı.
    mülkiye'nin "gelenek" takıntısı vardır biraz. haliyle okul büyük bir değişim geçirdiği 1950'lerden beri az çok benzer bir mantıkla yürür. ağır ve çok sayıda ders, bölümle az-çok bağlantılı her konu için ayrı bir ders vs.vardır. yani düzgün, kaliteli bürokrat yetiştirme "geleneği" çekirdek aynı kalmak üzere hala devam etmektedir.

    şu an yüksek lisans yaptığım okul ise amerikan üniversite sistemiyle ve amerika'nın piyasaya entegre olacak eleman amacıyla kurduğu "eğitim" sistemiyle yürüyen odtü. mülkiye'nin tam tersi şekilde, burada "sunum yaptırtmazsa ölecek" hastalığına tutulmuş öğretmeninden öğrencisine. 2-3 zorunlu ders haricinde diğer tüm derslerin seçmeli olması, öğrencilerin sürekli etkileşimli ve katılmcı bir şekilde derslerde yer alması gibi sorunları var.

    gerçekten de kağıt üzerinde öğrencilerin sunum yaptığı, yıllardır herkesin diline pelesenk olan slayt makinelerinin kullanılması, hocanın öğrenci karşısında daha edilgen olduğu bir sistem daha iyiyimiş gibi gözükmekle birlikte bana kalırsa ortada büyük bir entegrasyon sorunu yatıyor. odtü, bilkent, koç vs. gibi çoğu özel ve piyasaya kaliteli eleman süren üniversitelerin eğitimi seçmeli dersler, sunumlar, tartışma oturumları şeklinde yürürken, eğitimi daha gelenekçi çizgide olan siyasal gibi okullarda (ya da belki devlet üniversitelerinin çoğunda) öğretim klasik, hocanın anlattığı, öğrencinin dinlediği, soru sorduğu bir tarzda yürüyor.

    ilkokuldan beri alışık olduğumuz bu "hantal" devlet öğretimi tarzıyla haliyle üniversitede karşılaşınca çok büyük şaşkınlıklarla öğrencilerin karşılaşmayacağını az çok tahmin edebiliriz. ancak tam aksine, ilk -ve belki de asıl- amacı piyasaya eleman yetiştirmek olan okullarda bahsettiğim entegrasyon sorunu ortaya çıkıyor. ilkokulda, lisede kendisinin varlığı yokluğu bilinmeyen, klişe deyimle "duvardaki bir başka tuğla" olan öğrenciler, bir anda sunumlarla, tartışmalarla karşılaşıyor. yani yıllardır sınıfta konuştuğu için dayak yiyen çocuğun artık sınıfta konuşması isteniyor. ülkenin en temel sorunlarından biri olan "müslüman" siyasal hareketinin en sevdiği laflardan biri olan yanlış batılılaşma (artık doğru batılılaşma ne demekse) eğitimimizin de büyük bir bölümünü etkisi altına alıyor haliyle. türkiye'de zaten her şey (havalı isim söylemezsem üzülürüm) baudrillard'ı bile şaşırtacak kadar simülasyon bana kalırsa ya.

    yazdıklarımda yeni solcu gibi çok sayıda piyasa ve amerika dediğimi fark ettim. elbette yaşadığımız her şeyin nedenini bu iki konuya bağlamak kişiyi hem rahatlatıp hem bir şeyler üzerine düşünme derdinden kurtarsa da basitçe sorunların sorumlusu piyasadır, batılı eğitim sistemidir demiyorum. amma velakin piyasa denilen nanenin de öyle çok geri plana bırakılması doğru değil.

    son olarak değinmek istediğim şey şu "sistem" takıntısı. kötü sistem, ezberci sistem, baskıcı sistem, allahçı sistem vs gibi yüzlerce sistemle bir şekilde savaşıyoruz eğitim hayatı boyunca. ancak sistem dediğimiz kavramın yürüyebilmesi için üzerinde hareket ettiği bir insan topluluğuna ihtiyacı olduğu belli. o halde doğrudan sistemi aşağılamak yerine insanlara da dönmemiz gerekiyor. sistem varlığımıza öncül bir şeymiş gibi düşünmek yani sistem ve sonrasında gelen insan sonucunda ulaşmak bana kalırsa zararlı bir şey. mücadele edilen bir sistemin varlığının olması mı yoksa kötü bir sistem yerine iyiyi tercih etmek mi? çoğu kişi tarafından eski kafalı, kötü, ezberci sistem olarak tanımlanan gelenekçi devlet okullarından kopup iyi sistem kabul edilen piyasaya entegre okulları tercih etmek sadece ehvenişer bir seçim yapmak anlamına geliyor. belki de asıl sorunumuz daha iyi bir sistem için sürekli "sorun" arayan bizlerizdir.
  5. üniversitelerin özerkliğini koruyamamasıdır. atanan rektörler, görevlendirilen hocalar, çalışan memuruna kadar belli siyasi ideolojilere hizmet eden gürühtan oluşmasıdır. biz üniversitelerden bilim üretmesini, özgür düşüncenin kaynağı olmasını bekliyorsak önce üniversiteleri siyasetin kanlı elinden çekip almalıyız. en önemli sorunlardan biri de aşırı üniversiteleşmedir. yapılan en büyük yanlış niceliği nitelikten üstte tutmamızdır. niteliksiz üniversitelerde boş yere senelerini harcayan bireyler diplomalı boş insanlar olarak işsizler ordusuna katılıyorlar. bence sorun budur.
  6. üniversitede yapılanın "eğitim"den çok "öğrenim" olduğu kanısında olan biri olarak en büyük problemimizin eleştirel düşünememek olduğunu savunuyorum.

    edit piaf: "yüksek eğitim" diye bir durum yoktur; "yüksek öğrenim", "yüksek öğretim" olabilir ancak. şurada üniversitenin ne olabileceği anlatılmış.
  7. akademisyen olabilmek için mutlaka tanıdığının olması gerektiği sürece çok fazla sorun aramaya da gerek yok.
  8. çok fazla üniversite var. niteliksiz insanlar üniversiteye giriyorlar ve yine niteliksiz olarak çıkıyorlar.
  9. İşin içinde olduğum için, ben vakıf (özel) üniversitelerin bazı durumlarına değinmek istiyorum.

    1. Ülkede vakıf üniversitesi kurmaya yönelik büyük bir teşvik var. bu teşvik ve desteğin çoğu maddi tabi ki. O nedenle her önüne gelen vizyonsuzun üniversite kurduğu bir eğitim sisteminden kalite beklemek zaten boş bir ümit.

    2. Bu vizyonsuzların üniversite açmalarının asıl nedeni elbette ki eğitim neferi olmak değildir. Çoğunun asıl amacı sahiplerinin yürüttüğü diğer işlere (inşaat, medya, ithalat, ihracat vb.) kaynak yaratmaktır. Bunu fark etmek için öğrencilerden alınan ücretlerin tekrar aynı öğrencilere ne oranda eğitim/fiziksel imkân/proje/etkinlik/sosyal destek vb. şeklinde döndüğüne bakmak gerekir.
    Mesela burada 2007 yılından bir rapor var http://i.hizliresim.com/1vzDmA.png
    İlk iki kolon “hangi üniversite kendi cebinden okula ne kadar para aktarıyor, hangisi ise elini cebine pek atmayıp sadece öğrenciden gelen paraya bakıyor?” sorusuna cevap verirken son iki kolon ise “hangi üniversite öğrencilerden gelen paranın ne kadarını tekrar öğrencilere harcıyor, hangisi ise gelen paranın çoğunu kendi şirketleri için iç ediyor?” sorusuna cevap veriyor. Tablo güncel değil fakat emin olun şu an durum bunan çok daha kötü…

    3. Ceplerini doldurmanın yanında bir de ideolojik sebepler mevcut vakıf üniversitelerde. Özellikle son dönemde kurulan üniversiteler arasında çok sayıda iktidara yakın-muhafazakâr üniversitenin olduğu açık bir gerçektir. Bu kurumların ne derece özgür bilim yapabileceğini, ne tarz akademisyenleri bünyesinde barındıracağını, mezun olan öğrencilerin nitelik ve yetkinliğini sormuyorum bile. Ayrıca bu tarz üniversiteler gün geçtikçe çoğalıyor. 1984-2002 arası bütün ülkede yalnızca 23 vakıf üniversitesi varken, bu sayı şu anda 76’dır (2002 sonrası 53 tane eklenmiştir).

    4. Vakıf üniversitelerinin amacı esasında merkezi sınavlarda bazı sebeplerden dolayı başarısız olan fakat yine de potansiyele sahip olan öğrencilerin daha fazla para ödeyerek eğitim almasına imkan vermektir. Fakat bu sistem türkiye’de böyle yürümüyor. Bu üniversitelere zaten yıllardır devlet üniversitelerine göre çok az puanla girilebilirken, mevcut olan 76 vakıf üniversitenin toplam kontenjanı ile bu giriş puanının “barajı geçse yeter” seviyesine düştüğünü görüyoruz. Bu barajın da gözü kapalı geçildiğini biliyoruz zaten. “herkes üniversite okumalı mı?” sorusu bir yandan tartışılırken, sınavda kendi alanından 15 net yapıp yılda yaklaşık 12 bin tl’yi gözden çıkaran herkes üniversite öğrencisi olabilir. Haydi burada yine bir şekilde sınav yapılıyor, vakıf üniversitelerinin özel yetenek sınavlarında cin ali çizebilen herkesin bir bölüme yerleştirildiği ayrı bir gerçek. Gidin sorun, vakıf üniversitelerinin -mesela- iç mimarlık bölümlerinde okuyan öğrencilerin kaçı mezun olup iç mimar olacak? Ya da kaç tanesi Anadolu kaplanları veya müteahhitlerinin “diploma alsın da bir yerden, sonra işin başına geçer” niyetiyle okumaya gönderiliyor?

    5. Vakıf üniversitelerin çoğu az sermaye ile çok para kazanmak şiarı ile yol aldığından, bu durum akademisyenler üzerinde ağır baskılar oluşturuyor. Devlet üniversitesindeki meslektaşlarına kıyasla, daha çok derse giriyorlar ve kendilerine daha çok sınav gözetmenliği görevi veriliyor. Bunların yanında bir de bir sürü prosedür, bürokratik işler, yukarı ile arayı bozmama – öğrenci ile arayı hoş tutma arasında sıkışmışlık durumu vb. derken ortaya ne özgür bilim imkanı çıkıyor ne de bunu amaçlayan akademisyenler verimli olabiliyor. 3-4 hocayla koskoca lisans programı yürüten üniversiteler var; devlette sırf araştırma görevlisi sayısı o kadar bölümlerde…

    Çok doluyum dostlarım. Bunlar bir çırpıda aklıma gelenler, daha sonra yine eklerim.
  10. olmayan üniversitenin sorunu da olmaz. namaz kıldıran seccade icadı kıvamında bilim olmaz. üniversite diye bir şey kalmamıştır. zaten isimleri de artık külliyedir. çift kör randomize çalışmaları, kuran okunan çiçeklerin daha erken açması üzerine olan adamlardan akademisyenlik beklemeyin.